Sorma erdemi
Düşünme eylemimize katkı anlamında kısa bir yolculuğa ne dersiniz? Bu kısa yolculuğu bir kelimeden yola çıkarak yapmaya çalışalım. Tabii ki seçtiğimiz kelime bilinçli bir tercih olup, okuyucunun tek bir kelimeyi etraflıca düşünmesini amaçlıyoruz.
“Sor”. Sormak fiili ya da soru/n isminden hareketle, insan aklına hitap eden bir emir kipinden mi ibarettir? “Hadi sor bakalım!”, “Var mı sorusu olan?”, “Bunu (bu yaptığını) bir de kendine sor!” gibi farklı söyleyişlerden hareketle, “sor” emir kipi içinde değerlendirebileceğimiz her ifade, özünde aklını kullanma iradesine sahip olan insanı muhatap alır. Bu bağlamda, yarattıkları içinde akıl sahibi olarak insanı muhatap alan Allah, “Akletmeyecek misiniz?”, “Fikretmeyecek misiniz?”, “Düşünmeyecek misiniz?” mealindeki sorgulayıcı ifadelerle insana aslında “Sor bakalım.” demek ister. Bunca geçmiş örnekler ile etrafındaki gerçeklikler dururken, insanın soru sormak suretiyle sürekli bir düşünme eylemi içinde olması ve kendisine çeki düzen vermesini dilemesi olarak da okunabilir bu durum.
Sormak, insanın iç dünyasına ilişkin sorgulama, varlığının anlamını arama, canlı ve cansız her türlü varlıkla ilişkisini anlama, anlamlandırma ve açıklama çabasıdır.
Soran insan, varlığının anlamı ve varlık sebebini keşfetme çabasındadır. Sorarken soruları keşfeder ve onlarla boğuşur. Soruların bir kısmını kendisine sorun eder. Soru ve sorunları ölçüsünde, onlara cevap arama eylemi bakımından düşünme eylemine odaklanır.
Düşünme eylemini hayatının önemli bir parçası ve hatta ayrılmaz bir özelliği hâline getiren insan, soru ve sorunlarına bulduğu cevaplarla hayatını tanzim ettiği ölçüde sorarak sorumluluklarını kuşanan bireye dönüşür.
Hayatın ritmi içinde bazı şeyleri sormaksızın yaparız. Sormadan ya da sorgulamadan yapılan eylemler, günlük rutinlerimiz olsa bile, bir süre sonra bu tür eylemlerimizin içi boşalmış şeylere dönüşmesi kaçınılmazdır. Anne babayı ziyaret, günlük ibadetler, şayet insan kaynaklarında bordro biriminde isek yaptığımız puantaj hesaplamaları gibi çok sıradan işlerde bile robot gibi hareket etmeye başlamışsak, yani sorgulamadan aynı şeyleri yapıyorsak, bir süre sonra otomatik makineye dönüşürüz. Yaptıklarımızla ilgili bilgi ve becerilerimizi geliştirmek ve gözden geçirmek gibi bir kaygı duymayız. Nihayetinde verimi düşen bir makine gibi enerjimizi, zamanımızı tüketmeye devam ederiz. Bir olumsuzluk veya zarar ortaya çıktığında ise sormayı terk ettiğimiz için çok basit sebepleri dahi göremez, değerlendirme yapamaz ve önlem alamaz hâle geliriz.
Sormaktan vazgeçen insan, hayatını anlamlandıracak, etrafına fayda sağlayacak konumdan uzaklaştığı gibi kendisine fayda sağlayacak hususları da göz ardı etmeye başlar. Başkalarının sormasına bağlı olarak ya da başkalarının cevapları ile hayatını devam ettiren kişi ise cevabını aramadığı soruların ortaya çıkaracağı hasarın ve sorumluluğun farkında bile olmayabilir.
Güvenliğin sağlanmasından sorumlu olan birinin bilgi işlem sistemlerine yönelik yaptıklarını sorgulamaksızın yapmaya devam etmesi, bir kasiyerin gün içindeki farklı olgu, tepki ve işleyişleri yok sayarak sadece talimatları yerine getiren rolüne devam etmesi, öğretmen ya da öğretim üyesinin söylediklerini sorgulama ihtiyacı hissetmeyen öğrenciler karşısında öğretmen ve öğretim üyesinin öğrenciyle daha güçlü bir etkileşim ve konularla olguların daha iyi anlatılması bakımından kendisine soru sormaktan vazgeçmesi, politikacı ya da kamu yöneticisinin olumsuzlukları görmeme ya da göstermeme adına kendisine soru sormaması yanında sorunları görmezden gelmeye çalışması ve hatta yok saymaya başlaması, toplumu bilgilendirme ve olaylardan doğru bir şekilde haberdar etme sorumluluğuna rağmen medya temsilcilerinin sorgulayan olmak yerine kendisine zarar vermeyecek duyarlılıkla aktarıcı rolünü benimsemesi; kişi, kurum, meslek ya da iş olarak varlık sebebinin sorgulanmadığı, soru sorulmadığı, sorunlardan kaçınıldığına ilişkin binlerce örnekten sadece birkaçı olarak sıralanabilir. Bu ve benzeri pek çok örnekte insanın kendi çıkarı adına soruları ve sorunları, yaptığı iş ve konumun gerektirdiği sorumlulukların önüne aldığını söylemek mümkün. Aslında insanın soru sormaktan kaçınamadığı ve sorunları göremediğini söyleyemeyiz. Olan şey, kişinin önceliklerine bağlı olan soru, sorun ve sorumluluk ilişkisini kendince yönetme çabasından ibarettir. Yönetilen ve etkilenen konumundaki bireylerin soru sormaktan kaçınması, sorgulamaması, sorumlulukları başkasına havale etmesinin bedeli ise sadece kendisi ile sınırlı kalmamakta, yakın geçmişten itibaren ilgili literatürde yer almaya başlayan, “öğrenilmiş çaresizlik” sendromu diyebileceğimiz, soru sormak istemeyen yığınların oluşturduğu bir fotoğrafı büyütmektedir.
Aklını ve düşünme pratiğini kendi soruları yerine başkalarının cevabı ile doldurmakla yetinen insanın sorumluluklarını da onlara yüklediği düşünülebilir. Hocasına karşı soru sor/a/mayan bir asistan, mürşidinin her söylediği ya da yaptığını herhangi bir soru sorma ya da sorgulama ihtiyacı hissetmeyen hatta böylesi bir sorgulamayı inancına zarar getirecek endişesi taşıyan bir mürit, lideri ya da yöneticisinin her ifadesinin talimat olarak görüp soru sormak ve sorgulamak zahmetinden kurtulduğunu düşünen üye, çalışan ya da taraftar aklını kullanma sorumluluğunu hatırlamak bile istemeyebilir. Zira her soru, her sorun irdelemesi sorumluluğunu hatırlatacaktır. Bu sorumlulukları hatırlamak ve gereklerini yapmak yerine kendi adına bunları başkasına devretmek, çoğunluğu oluşturan kitle için kolay ve rahatlatıcı çözüm olarak çevremizde sıradan hâle gelmiş bolca gördüğümüz örneklerdendir.
İnsan, zaman zaman soru sorulan kişi olur. Bilgelik anlamında soruya muhatap olmakla sorgulanmak anlamında sorulara muhatap olmak, sorulan pozisyonundaki için bambaşka anlamlar içerir elbette. Kendisine soru sorulan bilge insanın her soruya hazırlıklı olmasını beklemek ne denli yanlışsa, her soruya cevap vermek zorunda hissedilmesi de en az onun kadar hatalı olsa gerek. Bilge kişiyi, ne pahasına olursa olsun her soruya cevap üretmek zorunda hisseden kişiden ayıran da bu farklılıktır zaten. Kimi çok bilmiş ise sorulara cevap üretmesi için yanında hazır cevap istihdam eder. Yine bilge kişi ile mutlak cevap veren kişiyi ayırmada, istihdam edilen insanların ehliyet ve liyakatlerinin farklılığı önemli rol oynar. Her ne pahasına olursa olsun cevap vermek zorunluluğu, istihdam edileni dalkavuk ya da yalaka hâline getirirken, soruya anlamlı cevap verebilmek, sorunu doğru teşhis ve çözüm önerisi getirebilme kaygısı ile hareket etmek ise bilge kişinin yanındakinin gerçek anlamda istişare edilebilen ve danışılabilen nitelikte olmasını gerektirir. Tam da bu sebepledir ki, muhtemelen, bağlı olunan herkes için soru sormamasını arzu eden kişi ya da kurumsal düzenlemde istihdam edilenlerin liyakat ve ehliyetleri değil sadakatleri sorgulanır.
Zaman zaman; “Niçin aynı kısır döngü içinde debelenip duruyoruz?” sorusunu sorarız sanırım. Tabii bunu, soru sormaya devam eden, sorusu ve sorunu olan ve ayrıca sorumluluklarını başkalarına devretmemiş olanların yapması mümkün. Maalesef bu soruya, ağırlıklı olarak; “Sorulan soruların sorun tespiti ve çözümü için değil, kendisi adına cevapları kabul etmeyenleri sorgulamaya yönelik sorular olmasından kaynaklandığı” cevabını verebiliyorum. Bir başka deyişle, aklını ve düşünme eylemini başkalarına emanet etmiş olanların soruları da sadece, kendileri gibi düşünmeyenlerin nasıl böyle bir düşünme, sorgulama ve hatta kendilerince ihanet içinde olabileceklerine ilişkin olarak karşımıza çıkar. Çünkü böylesi bir bireyin kendisi adına sorma, soruna ilişkin çözüm üretme, sorgulama ve sorumluluk alma gibi bir farkındalığı olmasını beklemek en basit ifadesiyle iyimserlik olsa gerek. Çaresizce öğrendiği şeyler içinde böyle birisinden beklenebilecek olan; “Lideri, şeyhi, hocası ya da hayranı olduğu kişi, kurum, nesne ya da sembollere ilişkin nasıl bu tür soruların sorulabildiği ve sorgulamaların yapılabildiği” olacaktır.
İnsan, aslında tam da sorun çözmek için sorusu olması gereken bir varlıktır. Sorularını sorun üretmek ya da kendi korunaklı ve konforlu alanını zedelememek adına soru sormayan, sorgulamayan ve sorunlardan kaçınan insanın ürettiği soruların sorun çözen değil, sorun üreten konumunda olması gayet doğal. Aklını başkasına emanet eden insan, emanetini yüklendiği şey ne ise, onun adına yönlendirilmiş sorularla, asıl meseleler yerine üretilmiş sorunların peşine düşer. İnanç, din ve kültürel alanda genelde insanlık tarihi, özelde vahiy kaynaklı dinler ile İslam tarihi bu konuda çokça örnekler sunar bize. Yazının başlarında ifade etmeye çalıştığımız üzere, Allah’ın aklın kullanılması konusundaki sık ikazları ortadayken önemsediği ya da etkilendiği kişinin aklı ile hayatını sürdüren çok sayıda insanın ancak bağlı olduğu kişinin sorularını hayatına referans aldığına ve başka soru sormadığına tanıklık ederiz. Böylelikle aklını kullanmayan insan kendi sorumluluklarını da bağlı olduğu kişinin yerine getirdiğini düşünür ve rahat edeceği konfor alanına çekilir. O alanda maddi refah açısından sıkıntı çekmesi, haksızlık yapılıp yapılmadığı gibi konuları mesele edinmek yerine, sorun etmesi istenen şeyleri odağına alır. Böylelikle kendi sorumluluklarını yerine getirdiğini düşünür ancak, çok sayıdaki soru, sorun ve sorumluluk ortada durduğu ve cevaplanmadığı için farklı kuşaklar benzer soruyu sormaya devam eder durur.
Sorusu olan, sorunlarına cevap arayan birey sayısının azaldığı, şeyh ya da liderin soru ve sorunları üzerinden toplumsal hayatın sürdürüldüğü topluluk veya toplumlarda sorumluluk duygusunun gelişmemesi de anlaşılır bir durum olsa gerek. Zira sorumluluk alacak kişinin önce kendi varlığını anlama ve anlamlandırmaya, sonrasında da insanları, ilişkileri, toplumu ve âlemi kavramaya yönelik soru sorması, sorulardan hareketle sorun edinmesi ve soru/n/lara çözüm üretme adına fikir üretmesi, en azından düşünme eyleminden vazgeçmemesi beklenir. Bunların yokluğu, sorumluluk almak ya da sorumlulukları yerine getirmek için soru sormak ve onlara cevap aramak yerine, hayatını cevabı bağlı olunan, özenilen figürler tarafından oluşturulmuş sorularla örme çabasını önemli ve öncelikli hâle getirir. Bu tip insanları çevremizde görebiliyoruz. Onların soruları kendi sorumluluklarını kuşanmak adına değil, bekledikleri cevapları alma adına sorulan basma kalıp ifadelerden ibarettir. Çünkü onlar kendi sorularına cevap aramamakta, sorun edindikleri şeyler kendi zihinlerinde üretilmiş sorulardan neşet etmemektedir. Böylesi bir yaklaşım içinde olmak, sorumluluk almamak adına soru sormamayı, gerçek meseleleri sorun etmemeyi içselleştiren bir sonuç üretir.
Aileden başlayan öğrenim hayatında ve çalışma süresince devam eden pratiklerde “İcat çıkarma!”, “Soru sorma!”, “Çok itiraz ediyorsun!”, “Ne çok soru soruyorsun!”, “Eleştiriyorsun.” gibi tepkiler, soru sormaktan uzaklaştırılan nice insanın süreç içinde aklını kullanmaktan imtina etmesini ve bağlı olduğu kişi ya da kurumun cevaplarını kendisine rehber edinmesini kolaylaştıyor elbette. Hayatın hemen her alanında insanın sorumluluk almasını engelleyen bir sürece dönüşen bu kısır döngüde, sorumluluk duygularının gelişmesi de örselenmiş oluyor. Zira kendisi adına sorusu olmayan ve sorun edinmeyen insanın sorumluluk alma konusundaki heves ve eğilimi de azalıyor. Kendi konforlu alanında oluşturulmuş soru ve sorunlarla, üretilmiş cevaplar arasında çaresizliğini öğrenen insan kalabalığı artıyor.
Gelin bu minvalde bazı sorular sorup, neleri sorun gördüğümüzü bazı örnek konular üzerinden irdeleyelim. Yazıya başlarken ifade ettiğimiz üzere; sor, soru, sormak, sorgu, sorumluluk gibi kök ve türev kelimeler üzerinden bir düşünme eylemini sonuçlandırmış olalım.
- • Kader konusunda üretilmiş cevaplarla yetinmeye ve varlık sebebimizle de ilişkili olarak kendi sorumuzu sormamaya daha ne kadar devam edeceğiz?
- • Yaratıcımızın akletme ve fikretme konusundaki uyarılarına rağmen aklımızı işimize geldiği gibi, işimize geldiği şekliyle kullanmakta ısrar edecek miyiz?
- • Evde, okulda, işte, sivil toplumda ve nihayet her türlü topluluk ve toplumda kendi sorularımız ve sorunlarımız yerine üretilmiş soru ve sorunlarla ilgilenmeyi sürdürecek miyiz? Başka bir ifadeyle, öğrenilmiş çaresizliğimizin farkına ne zaman varacağız?
- • Kendimize yakın gördüklerimizin hatalarını örtmeyi, kızgın ve kırgın olduklarımızın hatalarını büyütmeyi sürdürecek ve bunu gerçek soru ve sorun alanı olarak görmeye devam mı edeceğiz?
- • İşimizi daha doğru ve iyi yapmak için soru sorma cesareti gösterebilecek miyiz?
- • Sorulardan yola çıkarak sorunlara değinebilecek ve gerektiğinde bu sorunlara çözüm üretmek, sebeplerini ortadan kaldırmak ve olumsuz etkilerini azaltmak için bizden farklı düşünen insanlarla ortak çalışma içinde olabilecek miyiz?
- • Bir sorun oluştuğunda sorumluluğu kendimizde arayabilecek ve varsa sorumluluğumuzun gereğini yerine getirebilecek miyiz?
- • Kendi soru ve sorunlarımız yanında başkalarının da soru ve sorunlarının önemli olduğunu düşündüğümüz olur mu?
Bu soruları artırmak mümkün. Sorusu olan, soru ve sorunlarını düşünen, çözüm üretme çabasını sürdüren, tüm bunları yaparken aklını kullanarak yapma çabası içinde olan ve elbette sorumluluklarını başkasına havale etmeksizin bunları yapabilen insan sayısını artırabilmek önemli.
Sorumluluk üstlenmeme adına soru sormaktan kaçınan, sorunu olmayan insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda ise aynı kısır döngü içinde asıl sorunlar yerine toplumsal algıyı oluşturan ve besleyen kişi ve kurumların üretilmiş cevaplarıyla hayat devam edebiliyor. Arada sel, deprem, orman yangınları, kuraklık konularının üretilmiş cevaplarla konuşulması sürdürülmekte. Soru ve sorunlar ile bunlara cevapları üretenler kendi sorumluluklarından kolayca sıyrılabilmekte. Toplumsal hafızanın zayıflığı da böylesi bir zemini sağlamlaştırmış oluyor. Oysa insan, sorabildiği kadar insan kalır. Sorun edinip sorunlara çözüm üretme çabası içinde olduğunda kısır döngüden çıkabilir ve nihayet insan, sorduğu sorular, çözüme kavuşturmak istediği sorunlar söz konusu olduğunda ve bunların farkına vardığında gerçek anlamda sorumluluk alır.
Soru ya da sormak üzerinden başladığımız yazıyı şu soru ile tamamlarsak başta belirttiğimiz bu kelime üzerinden düşünme eylemimize az da olsa bir katkı sunabiliriz sanırım:
“Öğrenilmiş çaresizlik içinde soru sormamaya devam etmekten, sorunlardan kaçmaktan, sorumluklarımızı başkalarına devretmekten ve hepsinden önemlisi aklımızı başkalarının ürettiği cevapları tekrar etmekten ibaret bir imkân olarak görmekten vazgeçecek miyiz?”
Erdemli olmaya çabalayan her birimizin cevabını vermekten kaçınmamamız gereken sorularla yüzleşebilmemiz elzem. Aksi hâlde, söylemlerimize aykırı eylemlerimiz devam edecek ve biz çoğu kez farkında olmadan bizim dışımızda her kim varsa onları eleştirmeye devam ederek sorumluluklarımızı yerine getirdiğimiz iddiasını sürdüreceğiz ve elbette, sorular ortadan kalacak, üretilmiş cevaplarla sorunlar çözülmeyecek, sorumsuzlukların neticesinde adaletsizlik artarak devam edecek.
Bizler mi?
Merak etmeyin, her birimiz gücümüz ve üretilmiş cevaplar bakımından toplumdaki karşılıklarımız oranında, ahkâm kesmeye devam edeceğiz.