Şehir ve şehir cerrahı
İstanbul, varlığını denize borçlu bir şehirdir. Eminönü, Bizans’ta ve daha sonra Osmanlı döneminde, ana ulaşım yolu olan denizden şehre geleni karşılayan, gideni uğurlayan liman bölgesi olma özelliğini hep korumuştur. Buhardan güç alan gemilerin, trenlerin ortaya çıkması hız ve taşıma kapasitesini yükseltince, rıhtımın genişlemesi bir zorunluluk olmuştur.
“İstanbul'u Avrupa'nın rakipsiz şehri mevkiine ulaştıran gelişmeler fetihten sonradır. Öyle ki insan, Osmanlı mı İstanbul'u fethetmiş, yoksa İstanbul potansiyellerini alabildiğine gerçekleştirmek üzere Osmanlı'yı seçip davet mi etmiştir diye sormaktan kendini alamaz.”
Bu etkileyici saptama yakında ebediyete uğurladığımız değerli tarihçimiz Dr. Mehmet Genç'e ait. Genç'in “sormaktan kendini alamadığı” sorunun cevabını ise mimar Turgut Cansever veriyor: “İstanbul, İslami varlık kavrayışının ‘her şeyi doğru yerine koymak’ ve ‘birlik içerisinde çeşitlilik’ gibi temellerinden neşet ederek, kibir ve gururdan uzak duran Osmanlı sanatına vâkıf padişahlar tarafından kendilerinden önceki uygarlıklara da gereken saygıyı göstererek inşa edildi.”
Fatih Sultan Mehmet'in fetih sonrası başlattığı imar faaliyeti İstanbul’a, asırlara uzanan karakterinde radikal bir kırılma yaşatmaksızın, Müslümanların dinlerine uygun yaşamı sürdürmesine imkân veren, kendine has hüviyetini kazandırmıştır. Otuz yıl gibi kısa bir sürede bir kısmı kiliseden dönüştürülen iki yüze yakın cami, onlarca mektep-medrese, hamam, çarşı bölgesinin çekirdeği Cevahir Bedesteni ve çevresindeki hanlar inşa edilmiş; küçük, büyük ölçekli tüm yapılar, asırlar boyu korunmuş olan dengeyi gözeterek, ahenk ve alçak gönüllülük içerisinde, var olana eklenmek suretiyle, İstanbul’un gelişimine, güzelleşmesine vesile olmuştur. Çarşı-ibadet-yönetim fonksiyonlarını barındıran merkeze ilaveten, on üç nahiye ve çok sayıda mahalleye ayrılan İstanbul'da, yönetimin teşvik ettiği, kendine özgü "birlik içerisindeki çeşitlilik" yaklaşımı neticesinde, her yaştan bireyin, farklı din ve ırktan insanın büyük bir uyum ve toplumsal dayanışma içerisinde sürdürdüğü, doğal değerleri gözeten bir şehir yaşamı kurulabilmiştir.
- Maurice Cerasi'nin Osmanlı şehri tanımlaması bu açıdan son derece anlamlıdır: “Farklı kültürlerin birlikte inşa ettikleri ortak yaşam alanıdır. Antik dönemin kent topoğrafyasına kayıtsız kalmayan; Hristiyanlık ve İslamiyet’in doğaya saygılı felsefesini yücelten; örf, adet ve gelenekleri kendi varlık koşulu olarak kabul edip geleceğe miras bırakan bu yaşam alanı, günümüzde kaybettiğimiz pek çok insani değerin asırlarca koruyuculuğunu yapmıştır.”
Ancak, 17. asır sonlarına doğru, Fatih'in Konstantinopolis'i bir Osmanlı şehrine dönüştürmeye yönelik temel tercihleriyle çelişen kararların adım adım hayata geçirilmesiyle, kıymetli kazanımları heba edecek, İstanbul'u beslendiği Türk-İslam köklerinden koparacak öze yabancılaşma dönemine girilmiştir.
1699 Karlofça Anlaşması'nı takiben, devletin siyasi, askeri ve mali açıdan sürüklendiği zayıflamanın etkileri belirginleşmeye başlayınca, Sultan, Avrupa'nın güçlü ülkelerinden Fransa'yı yakından tanımak, ilişkileri kuvvetlendirmek üzere Yirmisekiz Mehmet Çelebi'yi Paris büyükelçisi olarak görevlendirir. Mehmet Çelebi’nin dönüşünde padişaha sunduğu, Fransa'yı, özellikle Paris’i "Dünya mü’minlerin zindanı, kâfirlerin cennetidir" hadis-i şerifini anımsayacak denli güzel bulduğunu belirttiği Sefaretname, III. Ahmet başta olmak üzere devletin üst yönetim katında etkisini kısa sürede gösterince, 1720 senesi itibarıyla Osmanlı'nın, Avrupa mimarisine, sanatına ve yaşam tarzına öykünme macerası başlar.
Sultan III. Ahmet’in buyruğu ile ‘Yeni Üslup'ta hazırlanan Rokoko tarzındaki çeşmeler, fıskiyeli havuzlar, su cedvelleri, köprüler, fıskiyeler, şelalelerle dolu bahçe içerisindeki Sa'd-âbâd Kasrı hızla tamamlanır ve devlet seçkinlerinin imrendiği örnek haline gelir. III. Ahmet’in ardından tahta çıkan hükümdarların tümü İstanbul'u çağdaşlaştırmak için Avrupa’nın yapı ve mekânlarını taklit etmeyi adeta bir zorunluluk olarak görürler. Sultan I. Mahmut'un yaptırdığı Nuruosmaniye Camii'nin, kilise apsitini andıran yarım kubbeli ve köşeli mihrabı, şadırvansız dairesel avlusu, kesintisiz hareketi dayatan iç süslemesi sayesinde İstanbullular Rokoko’dan sonra Avrupalı Barok “zarafeti” ile de tanışma fırsatı bulur. III. Selim’in, II. Mahmut'un ve daha sonra tahta geçen Abdülmecit'in yaptırdığı Eyüp, Selimiye, Nusretiye, Ortaköy Büyük Mecidiye, Dolmabahçe, Teşvikiye camilerinin tasarımında belirleyici olan Barok'u, Neoklasik-Ampir-Art Nouveau gibi eklektik ve canlandırmacı üsluplarla inşa edilen yapılar izler. İstanbullu seçkinlerin gözdesi artık Avrupa’dan ithal mimarlık ve süsleme üsluplarıdır.
İslami varlık kavrayışının her şeyi doğru yerine koymak ve birlik içerisinde çeşitlilik gibi köklerinden doğan Osmanlı sanatını özümsemiş padişahların yerini, bağımsız tektoniklerin dengeli bütünlüğünden doğan sade güzellikler yerine, Titus Burckhardt'ın deyişiyle “muzır yabancı etkili Barok” un, dekoratif profillerin şaşırtıcı gölge oyunlarıyla “duvarları titreşen, hacmi bütün köşelerinden sarsılan” yapılarını tercih eden yöneticiler almış; İstanbul’u çağdaşlaştırmanın ancak Avrupa yapılarını ve mekânların taklit ederek mümkün olabileceği düşüncesi, azalmak bir yana, gün geçtikçe daha da önemsenen bir yarış haline gelmiştir.
Yaklaşık iki asır süren Batı’dan ‘üslup ithali’ karmaşasına tepki, Jön Türkler ve İttihat-Terakki döneminde, milletin kendine has vakarını temsil eden, milli kimliği taşıyacak yerli bir mimariyi var etmek iddiasındaki ‘Milli Mimari Rönesansı’ hareketi ile gelse de, Batılı kamusal bina tipolojisine uygun tasarlanan bazı hizmet binalarının cephelerinin, Osmanlı Mimarisi’nin klasik dönemine ait, toplumun aşina olduğu sütun başlığı, sivri kemer, çini tezyinat, kubbe gibi ‘milli’ unsurlarla yapılan bezemeleri, tutarlı ve sağlam temellere oturan gerçek ve yerli bir mimariyi var etmeye yetmez. Cumhuriyet Halk Partisi’nin kültür politikalarında laiklik ve modernlik kavramları ağırlık kazanana dek, genç Cumhuriyet yönetimi de aynı yaklaşımı sürdürür.
Yarımadanın ulaşım projeleri nedeniyle uğradığı ilk tahribat, İstanbul'u Avrupa'ya bağlamak üzere inşa edilen Rumeli demiryolu hattının, Sultan Abdülaziz’ın “Memleketime demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin, razıyım” sözüyle onay vermesi üzerine Sirkeci’ye uzatılmasıyla gerçekleşmiştir. 1935 yılı Aralık ayının son günlerinden birinde Paris-İstanbul seferini yapan tren, Topkapı Sarayı’nın surları ve sahil köşkleri yıkılarak saray bahçesinden geçen bu hattı izleyerek, son durağı olan Sirkeci Garı'na ulaştığında, Orient Express vagonlarından inmekte olan yolcular arasında “bir cerrah gibi üzerinde çalışacağı, kesip biçeceği kentin havasını huzurla içine sindirmeye” kararlı bir yabancı da bulunmaktadır. Haber vermeden geldiği şehirde tek başına, özgürce dolaşarak bu ilginç, gizemli şehri yakından tanımaya başlamak için sabırsızlanmaktadır.
Vali ve karşılama heyeti aniden karşısında belirdiğinde; şaşırmaya bile fırsat bulamayan yabancı misafir kendini kalabalığı hızla yararak ilerleyen makam arabasının koltuğunda bulur. Yaklaşık bir saat sonra Cumhurbaşkanı'nın huzurunda, onun İstanbul ile ilgili sorularını yanıtlamaya çalışmakta, heyecan içerisinde şehre dair müstakbel projelerini anlatmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk'ün “hemen işe başlayınız” sözüyle sona eren toplantıdan çıktığında, ünlü Fransız şehir plancısı Henri Prost'un yeni ünvanı “kariyerinin doruk noktası” olarak gördüğü İstanbul Nazım Plan Dairesi'nin başkanlığıdır. Kendisine verilen görev “köhnemiş” eski İstanbul'u, Batı normlarında medeni bir şehir haline dönüştürecek şehir planlarını yapmak, uygulamaları denetlemektir.
Cumhuriyet'in ilk kapsamlı, bütüncül modernleşme projesinde böylesi geniş bir yetki ve sorumluluğu tek başına üstlenen Henri Prost kimdir?
Batılı şehir plancıları arasından Mustafa Kemal Atatürk tarafından bizzat seçilen Henri Prost, 1874 Paris doğumlu, Güzel Sanatlar Okulu mezunu, Roma Fransız Akademisi'nde çalışmış, Paris ÜniversitesiŞehircilik Enstitüsü'nde ders vermiş, Kazablanka, Rabat, Meknes, Fez şehirlerinin planlamasını yapmış, Cezayir Limanı'nı tasarlamış bir plancıdır. İstanbul Nazım Plan Dairesi'nin başına getirilmesinde, Fransız şehir planlamasına yönelik birikimi yanında, İslam coğrafyasındaki tarihi şehirlerle ilgili planlama deneyiminin etkisi olduğu söylenebilir; üstelik, 1905 ile 1913 yılları arasında Ayasofya'nın röleve ve restorasyon projesi için defalarca İstanbul'a gelmişliği de vardır.
Prost'un, Bizans imparatorluk sarayını merkeze aldığı “Hipodrom Bölgesi”nin rekonstrüksiyon ve restitüsyonuna yönelik denemeleri ile Ayasofya'nın iç mekânını betimleyen perspektifi, onun Bizans dönemine ve Osmanlı-Türk İstanbul'a bakışıyla ilgili bazı ipuçları verir niteliktedir.
Ayasofya ve Hipodrom’un genel yapısı dışında Bizans dönemi şehir dokusu ile ilgili somut arkeolojik bilgiler henüz elde yok iken, Prost'un sübjektif Bizans tahayyüllerinin ürünü olarak vücud bulan ve daha sonra Nazım Plan içerisinde “Arkeoloji Parkı” olarak adlandırılacak çalışması ağırlıklı olarak antik Roma'nın yeniden canlandırılmasını hedefler. Ayasofya'ya ait perspektifteyse, kubbeden sarkarak mihrabı görünmez kılan kandiller dikkat çekicidir. Hattat Mustafa İzzet Efendi'ye ait Allah, Hz. Muhammed (s.a.v), Dört Halife ile Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin isimlerini taşıyan 7,5 metre çapındaki sekiz adet dairesel hat levhasından hiçbirine kadrajda yer vermemiş olması, Prost'un öncelikli amacının Ayasofya Camii'ni bir Bizans kilisesi olarak orijinal haliyle görünür kılmak olduğunu açıkça ortaya koyar.
- Rabat, Kazablanka, Fez gibi şehirler için yaptığı tasarımlarda, düz hatlı, geniş arterleri, geometrik biçimlerdeki bulvar ve parselleri yeni şehir bölgeleri içerisinde önererek, eski mahalle dokularının açılacak yollarla tahribini önlemiş olması; tarihi şehir bölümlerini koruyarak, yeni ile yerlinin birlikteliğine imkân vermesi, yürüteceği İstanbul planlamasına yönelik olumlu işaretler olarak görülse de, Prost'un İstanbul planlama stratejisi tarihi şehir dokusunu tümüyle dönüştürmeye, modernleştirmeye yöneliktir; Kuzey Afrika deneyimi ile kesinlikle örtüşmez.
Tarihi doku ile yeni tasarımın saygılı birlikteliği prensibinin yerini, değersiz, asalak olarak görülen kent dokularına karşı açılan acımasız bir savaş almış; anıtları görünmez kılan, onlara hayat hakkı tanımayan, üstelik motorlu araç hareketini de engelleyen bir işgalci olarak algıladığı, zaman içerisinde vücut bulmuş mevcut dokunun kentten sökülüp atılması, Prost’un birincil önceliği olmuştur.
Prost'un İstanbul Nazım Plan kararlarının tipik bir "Haussmannlaştırma" yaklaşımı ürünü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hatırlanacağı üzere, Napoleon tarafından 1853'te göreve getirilerek, Paris'i, bir turizm ve keyif merkezi haline getiren şehirsel düzenlemeleri yapan Baron Georges-Eugene Haussmann, geniş bulvarlar, yollar yapmak, meydan ve parklara alan açmak için mevcut şehir dokusunu acımasızca yıkmasıyla üne kavuşmuş bir yöneticidir.
Kendini bir cerrah ile özdeşleştirerek, mesleki eylemlerini "kesip biçme" olarak tanımlayan Prost'un, “hasta” İstanbul'u ayağa kaldırmak için önerdiği Haussmann vari operasyonların neticesi hiç de hastanın yararına olmamış; Bizans dönemine duyduğu özlemin ve takipçisi olduğu Fransız şehir planlama yaklaşımının etkisi altındaki önyargılı planlarını taviz vermeden İstanbul’a dayatmıştır. Trafik akışını hızlandırmak için İstanbul'un birer şaheser niteliğindeki ahşap konaklarını, evlerini, mezarlıklarını yıkıp, atarak yeni yollar açmaktan, dar yolları genişletmekten kaçınmamıştır. Antik Valens Su Kemeri'nin altından geçip Fatih Meydanı'na oradan Yenikapı’ya varacak yeni bulvar için Zeyrek konut bölgesini yerle bir ederek, yarımadayı ikiye bölmüş, tarihi dokunun iç ilişkisini sonlandırmıştır. İki önemli abide, Şehzadebaşı Camii ile Fatih Camii arasında küçük ölçekli konut dokusuyla sağlanan kuvvetli bağ, Prost’un antik Bizans su kemerini silüete hâkim kılmaya yönelik hevesinin kurbanı olmuştur. İstanbullular, beş asır boyunca kucakladıkları su kemeri yüzünden evlerinden olmuştur.
Valens Kemeri, günümüzde altından geçen araç trafiğinin saçtığı egzoz gazına maruz kalsa da, varlığıyla, yoğun trafikte araçların içine hapsolmuş şehirlinin günlük hayatını 'zenginleştiren' muhteşem abide (!) sıfatını koruyor.
Bir yabancının nasıl işlediğini yakından bilmediği, gerçekten tanımadığı, hem hal olmadığı bir şehrin neye ihtiyacı olduğunu, önceliklerini saptaması kolay değildir. Şehir söz konusu olduğunda neyin patolojik anomali kapsamına gireceği, hastalığın tanımlanması ve tedavisi topluma, zamana, çağa göre değişkenlik gösterir; bir bakış açısıyla şehirsel hastalık olarak görünen olgu, başka bir göz tarafından normal kabul edebilir, hatta zenginlik olarak da nitelenebilir. Şehirle kurulan ilişkinin biçimi, onda ne tür olanaklar, zorluklar görüldüğüne bağlı olarak değişkendir.
Örneğin yoğun taşıt trafiğini şehrin yollarının yetersizliğinin sonucu olarak değil de, motorlu araç istilasına karşı verdiği bir tepki olarak algılandığında, yapıları yıkarak taşıt yollarını genişletmek, yeni arterler açarak şehir dokusunu tahrip etmek yerine, çözüm daha farklı yerlerde aranır; farklı yerleşim-ulaşım alternatiflerine yoğunlaşılır.
İstanbul, varlığını denize borçlu bir şehirdir. Eminönü, Bizans’ta ve daha sonra Osmanlı döneminde, ana ulaşım yolu olan denizden şehre geleni karşılayan, gideni uğurlayan liman bölgesi olma özelliğini hep korumuştur. Buhardan güç alan gemilerin, trenlerin ortaya çıkması hız ve taşıma kapasitesini yükseltince, rıhtımın genişlemesi bir zorunluluk olmuştur. Sirkeci Tren Garı’nın Eminönü’ndeki liman faaliyetleriyle entegrasyonu neticesinde artan yolcu ve yük taşımacılığı yoğunluğu, yeni antrepoların inşası, köprü ile bölgenin Galata’ya bağlanması, tünel ve tramvayın işletmeye alınması, limanın görüntüsünü de değiştirmiş, konut bölgeleri yerini ticarete bırakırken, bina yükseklikleri iş yeri talebini karşılamak amacıyla artmıştır. Neticede, kapasitesi sınırlı Sirkeci-Eminönü bölgesi, liman-ticaret-ulaşım hengamesinin içerisinde nefessiz kalmıştır.
- Tarihi eser statüsünde gördüğü yapılar sadece anıtlar, camiler, medreseler ve hamamlardan ibaret olan Prost’un meydan-anıt saplantısı, İstanbul’da meydanlar açarak yeni anıtlar ihya etmeyi zorunlu kıldığından, anıt sınıflandırmasına giren mevcut yapıların ortaya çıkarılması amacıyla gerçekleştirilen meydan açma faaliyetinden tarihi şehrin çekirdeğini, şehre denizden giriş kapısını oluşturan Eminönü bölgesi de payına düşeni fazlasıyla alır.
Prost’un Eminönü önerisi mevcut yapıların kaldırılarak, caminin ferahlatılması ve ulaşımın kolaylaştırılmasına yöneliktir. Yıkımlar neticesinde, tarihi hiçe sayarak açtırdığı anlamsız boşlukta “yer” ile özgün ilişkisini kaybeden Yenicamii, açılan geniş yollarla kuşatılır; yalnız başına kalır. Meydan ağırlıklı olarak motorlu araçlara tahsis edilince, kıyı ile Yenicamii ve Mısır Çarşısı arasındaki yaya hareketi neredeyse imkânsız hale gelir.
Eminönü Meydanı günümüzde motorlu araç yoğunluğu ve artan nüfus nedeniyle bir düğüm noktasına dönüşmüş bulunmakta; gün boyu kitlenen trafik ve kontrolsüzce akan yaya hareketi, geceleri yerini boş yollara ve yalnız binalara bırakıyor. Motorlu araç ve tramvay yollarının kuşattığı sözde meydanda sıkışan insanlar, havasız dar alt geçitlerden geçerek yollarını bulmaya çalışıyorlar. Topkapı Sarayı, birbirinden güzel camiler, tarihi hanlar, hamamlarla dolu, üç tarafından deniz ile çevrelenmiş tabiat ve tarih zengini bölgenin bu durumu hak etmiyor.
Eminönü-Sirkeci Bölgesi’nin kaderi tarihi yarımada için alınacak bütünlüklü, radikal kararlara bağlıdır. Prost planlamasının aksine tarihi yarımadanın her türden transit motorlu araç geçişi ile yoğun bir biçimde çiğnenmesinin önüne geçilmeli, ona, ulaşılan ayrıcalıklı yer olma özelliği yeniden kazandırılmalıdır.
Tarihi yarımadanın barındırdığı manevi ve kültürel değerlerden yeniden hakkıyla yararlanabilmek için alınacak ilk önemli karar Sirkeci Garı’nın müze, kültür ve sanat etkinliklerine tahsis edilmesi olacaktır. Tren hattı kaldırılarak, gar işlevi şehir dışında uygun bir noktaya taşınmalı, Topkapı Sarayı’nın bahçesini çevreleyen açılmış surların ve yıkılmış tarihi sahil köşklerinin restitüsyonu yapılarak, sarayın bahçesi aslına uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. Sahil yolunun Aksaray’dan sonraki bölümü trafiğe kapatılarak, kıyının bu bölümü rekreasyon amaçlı düzenlemelerle, yaya kullanımına açılmalıdır. Bu sayede saray bahçesi yeniden denize kavuşacaktır. Yenicamii ile deniz arasında kalan alan gerçek bir yaya bölgesi olarak ele alınmalı, Yenicamii’yi çevreleyen yapı dokusu uygun ölçekte yeniden ihya edilmelidir.
Sur içi bölgesinde günlük yaşantıdaki gece-gündüz ayrışmasını dengelemek amacıyla Kadırga, Süleymaniye, Beyazıt, Zeyrek bölgeleri başta olmak üzere, konut işlevini özendirecek, tarihi konut dokusunu yeniden ihya edecek her türlü hukuki, mali ve inşai tedbirler hızla alınmalıdır. Yarımadanın gündüz nüfusunu ve araç trafiğini yoğunlaştıran idari binalar, hastaneler, yüksek okullar gibi fonksiyonların, sur dışında uygun yerlere taşınmasına yönelik kararlar hayata geçirilmelidir.