Salgının biyopolitikasına dair pasajlar

Bugün biyopolitika da, modernlik ve kapitalizm gibi küreselleşmiş görünüyor ve küreselleşen diğer formasyonlarda olduğu gibi, biyopolitik uygulamalar da kuşkusuz uygulandığı yerlerin özelliklerini taşıyor, ya da başka bir ifadeyle onların özelliklerine bürünüyor.
Bugün biyopolitika da, modernlik ve kapitalizm gibi küreselleşmiş görünüyor ve küreselleşen diğer formasyonlarda olduğu gibi, biyopolitik uygulamalar da kuşkusuz uygulandığı yerlerin özelliklerini taşıyor, ya da başka bir ifadeyle onların özelliklerine bürünüyor.

Mart’tan beri “normalimizi askıya alan” bu “küresel istisna hali”nin, daha ne kadar süreceğini bilmiyoruz; ama onun etrafında olup bitenlerin “biyopolitik” bir mecrada seyrettiğini söyleyebiliriz. Kuşkusuz bunu söyleyebilmemizde, Agamben’in başlattığı tartışma güzergâhının etkisi inkâr edilemez. Nitekim Esposito’nun da dediği gibi, “biyoteknolojinin, bir zamanlar doğal kabul edilen doğum ve ölümden tutun biyo-terörizme, göç idaresine ve farklı ciddiyet derecelerinde salgınlara müdahil oluşuna kadar bugün tüm siyasal çatışmaların merkezinde siyaset ve biyolojik yaşam ilişkisi vardır”

Koronavirüs salgınının başlamasının üzerinden yaklaşık altı ay geçti. Onun üzerine entelektüel tartışmalar yapılmaya başlanmasının üzerinden de beş ay. Bu süre zarfında, kuşkusuz çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Kendi adıma, sadece yazılı olanlarıyla ve onların da bir kısmı ile muhatap olabildiğimi söylemeliyim. Dolayısıyla bu gök kubbe altında nelerin söylendiğini ve söylenmemiş daha neler kaldığını bilmiyorum. Söyleyeceklerimin, hasıl olan bu kesreti daha da yoğunlaştırmaktan başka neye yarayacağını da... Kendimce; temasım, nüfuzum ve istidadımca, takip ettiğim bir güzergahı tasvir etmeye/özetlemeye ve onunla nerelerde buluştuğumuza dair üç-beş kelam etmeyi umuyorum.

Egemenlik denilen şey

“Yönetmek/egemenlik” denilen şey, -insanlık tarihinin başlangıcından beri mevcut olduğu varsayılsa da- herhalde hiçbir zaman bugün olduğu kadar “idare etmek” anlamına gelmemiştir. Bunu anlayabilmenin en iyi yolu da, ebeveyn-evlat ilişkisine tarihsel bir perspektiften bakmaktan geçiyor. Malum, eski Roma hukukunda baba, evladını katlettiğinde herhangi bir müeyyideye tabi kılınmaz, ama evladın babayı katli, kralın katli gibi kabul edilir ve en yüksek perdeden cezalandırılırdı.

Virüsün, sınırları aşıp yaygınlaşması, dünyanın elit kompartımanlarında da insanları bitap düşürüp canlar da almaya başlamasıyla, ulusal ve küresel ölçekte tıbbın öncülüğünde belirlenen önlemler hayata geçirildi
Virüsün, sınırları aşıp yaygınlaşması, dünyanın elit kompartımanlarında da insanları bitap düşürüp canlar da almaya başlamasıyla, ulusal ve küresel ölçekte tıbbın öncülüğünde belirlenen önlemler hayata geçirildi

Buradaki illetin, evladın babanın mülkü olduğu ve mülkiyetini istediği gibi kullanabileceği; babanın ise kralın temsili olduğu -ki kral da tanrının temsilidir- ve kralın katlinin karşılığının ancak ölüm olduğu söylenir. En azından Agamben öyle der. Bunun egemenlik teorisindeki karşılığı olan anlayış, neredeyse geçen yüzyıla kadar aralıksız olarak varlığını sürdürür. Bugünün ebeveyn-evlat ilişkisine baktığımızda ise, evladın kendi özerkliği, hakları ve seçimleri vardır ve onunla ancak bu düzeyde ilişki kurulabilir ya da öyle varsayılır. Varsayılır, çünkü her ne kadar teoride hukuk ve etik çocuğu koruyor olsa da, pratikte suistimali her zaman önleyemez. Mezkûr suistimali hesaba katmazsak, baba, evladı “idare etmek” durumundadır.

  • Şiddet uygulamayacak, zorla çalıştırmayacak, onu her türlü tehlikeden koruyacak, hasta ise ya da olduğunda bakacak, okutacak, tüm ihtiyaçlarını karşılayacak ve ona “iyi bir gelecek” bırakmak için elinden geleni yapacaktır.

İşte -neoliberalinden sosyaline farklılıklar dışarıda tutulursa eğer- buyurun size, bugünkü modern liberal yönetim anlayışı. Çokça indirgediğimin veya manipüle ettiğimin farkındayım, ama “iktidar” denilen şeyin, zamanla farklı içerikler kazandığı ve araçlar kullandığını, adı aynı kalmakla, öncesi ve sonrasıyla birbirine benziyor görünmekle birlikte, aslında çok temelden birtakım değişiklikler yaşadığını ifade etmek için böylesi bir basitleştirmenin hoş görüleceğini ümit ediyorum.

Virüsün, sınırları aşıp yaygınlaşması, dünyanın elit kompartımanlarında da insanları bitap düşürüp canlar da almaya başlamasıyla, ulusal ve küresel ölçekte tıbbın öncülüğünde belirlenen önlemler hayata geçirildi ve bütün bunların ne anlama geldiğine dair tartışmalar da birer birer okur piyasasına düştü. Tıbba ve sağlıkçıya duyulan saygı ve itibar; sokağa çıkma yasağı/kısıtlaması; belli yaş gruplarının tehlikeli veya tehlikede görülerek kısıtlamaya ayrıca tabi kılınması; öğrenci yurtlarında, pansiyonlarda toplu karantinalar; mesafeli, maskeli sosyal ilişkiler; işçi/emekçinin, herkes evine çekildikten/kapandıktan/kapatıldıktan sonra da sokaktaki zorunlu varlığı; en çok etkilenenlerin (etnik/sınıfsal açıdan) kimler olduğu; bazı ülkelerdeki huzurevlerinden yayılan korkunç kokular/görüntüler; teste, tedaviye ya da en temel sağlık hizmetlerine erişim fırsatı/eşitsizliği; vatansızların, sığınmacıların, mültecilerin halinin ne olacağı vesaire haller ve pratiklerin, ayrı ayrı ve/ya bütünsel olarak kaleme alındığı metinleri, “kendi olağanüstü halimizi” ilan ettiğimiz evlerimizde okuyarak bu “olay” karşısında sabrettik. Tıbbın öncü rolünden sonra, ki cephe o cenahtan açılmıştı zaten, “biz sosyologlara düşen kutsal görev”, bu durumu anlamlandırmak ve politika yapıcılara veri sağlamaktı.

Mart’ın ortasında başlayan Covid-19 maceramız, daha ayın sonunu bulmadan, bu çağrıya kulak kesilip anket üzerine anketle yoklandı, kayıt altına alındı, istatistiklere dönüştürüldü, normlara bağlandı bile.

Araştırmalar, webinarlar, platformlar, kitap dergi yayın çağrıları, çok hızlı bir biçimde kendi “alan”ını yaratmayı, sınırlarını çizmeyi ve böylece özerkleştirmeyi başardı. Sağlıkçılardan oluşan “Bilim Kurulu”ndan sonra, sosyal bilimcilerden oluşan “Toplum Bilimleri Kurulu”nun da kurulması bu başarıyı tescillenmiş oldu. İşte başından beri, bu sürecin kendisi de dahil olmak üzere, bir “biyopolitika” ile hemhal olduğumuzu düşünmeye meyilli hale gelmiştim ve daha çok bu minvalde yazılıp çizilenler ilgimi cezbetti. Madem ilk patlama anındaki toz duman biraz duruldu, ben de kendi hikâyemi bu tartışmaların içerisinden kurmak istiyorum.

Biyopolitik uygulamalar

Takip edebildiğim kadarıyla, meseleyi biyopolitika/biyoiktidar ile ilişkili olarak ilk ele alan Giorgio Agamben oldu. Agamben’in, “Covid-19: Gerekçesiz Bir Acil Durumun Yarattığı İstisna Hali” başlıklı yazısı, orijinalinden iki gün sonra, 28 Şubat’ta Türkçe olarak yayınlandı. Sonrasında Jean-Luc Nancy , Slavoj Žižek , Roberto Esposito ve daha başkaları tarafından da eleştirildiği gibi, burada Agamben biraz aceleyle, ama bana kalırsa filozofça bir içgörüyle ve fakat kendi politik/teorik pozisyonunu da yeniden üreterek, İtalyan hükümetinin Covid-19 karşısındaki reflekslerini biyopolitik uygulamalar olarak okur.

Giorgio Agamben
Giorgio Agamben

Nitekim hükümetin aldığı bir dizi kararı sıraladıktan sonra, şöyle diyecektir: “Terörizmin istisnai önlemler almaya bahane olarak kullanılma ihtimali tüketildiğinde, bir salgın icat etmenin, her türlü kısıtlamanın ötesinde böylesi önlemleri genişletmeye ideal bir bahane olduğu pekâlâ söylenebilir.” Bu kaygısını, yine Kutsal İnsan kitabından bildiğimiz, “istisna halini normal bir yönetim paradigması olarak kullanma” eğiliminin arttığına ve bunun kalıcı hale gelecek olmasına bağlayacak; medya ve yetkilileri de, “gündelik yaşamın ve iş etkinliklerinin askıya alınmasına neden olacak gerçek bir istisna halini kışkırtmak için ellerinden geleni yapmak”la suçlayacaktır. Agamben, konuyla ilgili sonraki metinlerini daha temkinli bir dille yazacak olsa da, takip ettiği analiz çizgisini sürdürecektir. Mesela “Korku Kötü Bir Yol Göstericidir” yazısında, “salgının etik ve politik sonuçları hakkında sorular sormak” gerektiğini belirtirken, “hayatta kalmaktan başka değere sahip olmayan bir toplum nedir?” diye sorar. Aslında sözü çok uzatmadan cevabını da yine kendisi verir:

İnsanlar sürekli kriz ve olağanüstü hâl koşullarında yaşamaya öylesine alıştırılmışlar ki hayatlarının tamamen biyolojik bir duruma indirgendiğini ve hayatlarının sadece toplumsal ve politik boyutlardan değil, aynı zamanda insani ve duyumsal boyutlardan da mahrum olduğunu fark etmiyor gibi görünüyorlar.

İlk yazısından yaklaşık bir ay sonraki son yazısında, “Salgın Üzerine Düşünceler”de ise, eksik bıraktığı bir noktaya işaret eder. Artık Kilise’de karşılanmadığını düşündüğü din ihtiyacının, zoraki de olsa, bilim tarafından karşılanmaya çalışıldığını ve fakat onun da, tüm diğer dinler gibi, batıl inanç ve korkuya yol açabileceğini belirtir. Fakat “her ne pahasına olursa olsun kurtarılması gereken çıplak biyolojik varoluştan başka, insanın artık hiçbir şeye inanmadığı”nı öne sürerek meseleyi, yine kendi “biyopolitika” anlayışına bağlar.

Salgın dolayımıyla kaleme aldığı metinlerinin tümünde, izlerini gördüğümüz temel hat, Kutsal İnsan’da (ve bir miktar da Olağanüstü Hal’de ) çerçevesi çizilen, salt bir “ölüm-politikası” olarak “biyopolitika”dır. Agamben, Foucault ve Arendt’le girdiği diyalogdan ürettiği, ancak her iki düşünürün ihmal ettiğini düşündüğü bir kavramı, “çıplak hayat” ya da “kutsal hayat”ı merkeze alarak kendi biyopolitik anlayışını şekillendirir. Şu uzun pasaj, bahsi geçen kavrayışın mükemmel bir özeti/temsili olarak da okunabilir: “Biyosiyasetin doğuşuyla birlikte, istisnai durumda egemenliğin dayandığı çıplak hayata hükmetmenin yerinden olduğunu ve tedricen sınırların ötesine yayıldığını gözlemleyebiliyoruz.

  • Eğer modern devletlerin hepsinde, hayata hükmetmenin ölüme hükmetmeye dönüştüğü ve biyosiyasetin ölüm-siyasetine (thanatopolitics) dönüşebildiği noktaya işaret eden bir hat varsa, bu hat, artık bugün, birbirinden kesin olarak iki mıntıkayı bölen sabit bir sınır değildir. Artık bu hat sürekli hareket halindedir ve tedricen, siyasal hayat alanından başka bölgelere doğru, egemenin sadece hukukçularla değil aynı zamanda doktorlarla, bilimcilerle, uzmanlarla ve rahiplerle çok daha yakın biçimde ortak-yaşam ilişkisi içinde olduğu bölgelere doğru kaymaktadır”.

Kuşkusuz bu kavrayış, Foucault’dan epey izler taşır ve oldukça güçlü göndergelere sahiptir; ancak bana kalırsa, son kertede onun çift kanatlı -ölüm ve hayat- biyopolitikasının bir kanadını kırarak temellük eder. Üstelik Foucault’nun daha çok önem atfettiği, daha güçlü olan “hayat” kanadıdır bu. Zira Foucault, biyopolitikayı, Agamben’in kurguladığı şekliyle, salt bir “ölüm-politikası” olarak görmez; aksine onun daha çok pozitifliği üreten bir mekanizma olarak çalıştığını söyler. Ona göre biyopolitikada önemsenen ya da hedeflenen şey, hastalanma oranını düşürmek, doğum oranını artırmak, bir yaşayış biçimini en iyi duruma getirmek, güçleri azamiye vardırmak ve yaşam süresini uzatmaktır. Burada söz konusu olan artık öldürme iktidarı değil, yaşatma iktidarıdır; baskıcı ve disipline edici değil, düzenleme ya da ayarlama iktidarıdır. Bu nedenle de iktidar, “giderek daha az öldürme hakkı olmakta ve giderek daha çok, yaşatmak için mücadele etme ve yaşama biçimine, yaşamın ‘nasıl’ına müdahale etme hakkına dönüşmektedir.” Kronolojik bir farkla yerleştirilmiş ve üst üste binmiş olan iktidar teknolojilerinden “disiplinci beden teknolojisi”, “beden üzerinde yoğunlaşır, bireyselleştirici etkiler yaratır, hem yararlı hem de uysal kılınması gereken güçlerin kaynağı olarak bedeni manipüle ederken”; “düzenleştirici yaşam teknolojisi” ise, bedene değil yaşama odaklanan, bir nüfusa özgü kitle etmenlerini bir araya getiren, canlı bir kitlede meydana gelebilen tehlikeli olaylar dizisini, bunların olabilirliğini denetlemeye, bir olasılıkla da değiştirmeye, her koşulda etkilerini gidermeye çalışan bir teknoloji olarak iş görür. Ancak Foucault’ya göre bu, aynı zamanda bir paradoksun iktidarıdır, ya da başka bir ifadeyle, biyo-iktidar, uygulama düzeyinde paradoksaldır. Çünkü birbirinin ardından gelen, birbiriyle zıt teknolojiler kullanan iktidar biçimlerinin bir aradalığıyla, aynı anda bünyesinde barındırmasıyla, birinden diğerine geçişinin herhangi bir prosedüre uyma mecburiyeti olmaksızın mümkün olmasıyla varlık bulur. Onun için de, o salt bir hükümranın iktidarı değil, herkesin herkesle iktidar ilişkisinin de iktidarıdır; tekil bedenlerden geçtiği gibi, toplumsal bedenlerden de geçer; rahmet yüzünü gösterdiği gibi, şiddet yüzünü de gösterir.

Foucault’un formülasyonu

Mesela, bugünden bakacak olursak, Covid-19 salgını sürecinde Avrupa’nın birçok ülkesinde görüldüğü üzere, üretici olmayan yaşlı nüfusa test uygulamayarak ya da huzurevlerinde ölüme terk ederek, nihayetinde “biyolojik açıdan değerli” olanı “olmayandan” ayırma gibi öjenik bir pratiği üretebileceği gibi, yine biyolojik açıdan kırılganlık derecelerine göre yaş aralıkları belirleyip virüsle karşılaşma ve hasar ihtimallerini hesaba katarak bir hıfzısıhha ilkesini de üretebilir. İlkindeki pratik, sadece “yaşamaya değer” olanla “yaşamaya değmez” olan arasına bir ayrım çizgisi koymakla kalmaz, aynı zamanda bu sayede, “bir başkasının yok olmasıyla doğrudan ilişki içerisindeki birinin sağlığını da konumlandırır.”

Foucault
Foucault

Böylece, “yaşamaya değer olmayan”ın kimliğini temellendirerek, ötekinin ölümünü meşrulaştıracak ideolojiyi de üretir. Gerçi bu öldürme, burada olduğu gibi, bedensel bir ölüm olabileceği gibi, “birini ölüme bırakmak, bazı insanlar için ölüm riskini arttırma ya da daha basit bir biçimde politik ölüm, sınır dışı etme, dışlama” şeklinde, “dolaylı öldürme” olarak da düşünülebilir. İkincisinde ise, biyopolitikayı pratik eden biyoiktidar, Foucault’un diyebileceği gibi, “kayıpları en aza indirgeyerek yaşamı çoğaltmak” ilkesini çalıştırmakla, üretkenliğin artırımını kodlayan pozitif bir pratiği sahnelemiş olur. Ancak her halükârda -ister ölüme terk ederek ister hayatı çoğaltarak olsun- hedeflenen şey, bir “nüfus”u “idare etmek”tir. Agamben’in formülasyonuyla, “ölüm-politikası”na dönüşen bir biyopolitika, elbette ki bahsi geçen bazı iktidar pratiklerini anlamamız ve hatta ona karşı “direniş” odakları belirlememiz mümkün. Fakat mesela salgının büyümesini engellemek suretiyle “hayat”ı korumayı, onu -nitel ve nicel olarak da- çoğaltmayı temin edecek tedbirler ve pratikleri nasıl anlayabiliriz? Bunun motivasyonunun, aslında hayatı korumak veya çoğaltmak değil, kendi egemenliklerini korumak, sağlamlaştırmak ve sürdürmek olduğu söylenebilir.

  • Ama biyoiktidarın, etik bir ilkeyle hareket ettiğini, “insanlığın hayrına” icraatta bulunduğunu iddia eden kimse de zaten yok. Bu iktidar biçiminin öncekilerden temel farkı, “yönetme sanatı”nı, öncekilerin sahip olmadığı incelikli teknolojilerle olabildiğince geliştirmiş olması. Kuşkusuz bu sanat, -giyotin, atom bombası, siha, biyolojik ve kimyasal vesair silahlarla-, ölümü daha ustalıkla çoğaltabildiği gibi, -aşı, kök hücre, hücre/organ nakli, gıda ve diğer imkânlarla- hayatı da çoğaltabiliyor; üstelik her ikisini de çoğaltacak alanlara eşzamanlı olarak yatırım yapabiliyor.

Agamben’in, yine Kutsal İnsan’da, Foucault ile girdiği diyalog üzerinden geliştirdiği ancak onu düzeltmeyi ya da en azından tamamlamayı amaçladığını söylediği hatlardan biri de, Carl Schmitt’e referansla şekillendirdiği “egemen iktidar” anlayışıdır. Agamben, Foucault’nun, mikro iktidar analizine fazla önem vererek makro iktidarı, başka bir ifadeyle “egemen iktidar” meselesini ihmal ettiğini düşünür; ve bu konumunu, Covid-19 ile ilgili yazdığı metinlerde de yeniden üretir. Metinlere hızlıca göz gezdirildiğinde bile, biyoiktidar pratiklerinin “hükümet ve yetkililer”ce, yani “egemen iktidar” tarafından sergilendiği hemen görülebilir. Böylece, Foucault’da eleştirdiği şeyi, o da tersinden yaparak; biyoiktidarın, aynı zamanda “herkesin herkesle iktidar ilişkisi” olduğunu ıskalar. Bu nedenle, onun perspektifinden bakınca, sokakta gördüğü “65 yaş üstü kohortu”nda yer alan kişilerin kafasına kolonya döken, onu azarlayarak evine gönderen, sosyal medyadan linç kampanyaları yürüten “20 yaş üstü kohortu”nda yer alanların uyguladığı biyoiktidarı görmek mümkün olmaz. Ya da Covid-19’a karşı aşı çalışmalarının tartışıldığı bir televizyon programında, testlerin Afrikalılar üzerinde yapılabileceğini söyleyen Fransız hekimlerin uyguladığı iktidar biçimi konusunda herhangi bir fikrimiz olmayabilir ve sadece “ırkçılık/ayrımcılık” yapıldığını düşünerek işin içinden sıyrılabiliriz.

Yaklaşık olarak Mart’tan beri “normalimizi askıya alan” bu “küresel istisna hali”nin, daha ne kadar süreceğini bilmiyoruz; ama onun etrafında olup bitenlerin “biyopolitik” bir mecrada seyrettiğini söyleyebiliriz. Kuşkusuz bunu söyleyebilmemizde, Agamben’in başlattığı tartışma güzergâhının etkisi inkâr edilemez. Nitekim Esposito’nun da dediği gibi, “biyoteknolojinin, bir zamanlar doğal kabul edilen doğum ve ölümden tutun biyo-terörizme, göç idaresine ve farklı ciddiyet derecelerinde salgınlara müdahil oluşuna kadar bugün tüm siyasal çatışmaların merkezinde siyaset ve biyolojik yaşam ilişkisi var”ken, biyopolitikaya sürekli başvurulduğunu kim inkâr edebilir ki? Üstelik politika ve tıbbın üç asrı aşkın zamandır birbirini dönüştürerek, bir taraftan “politikanın medikalize oluşuna”, diğer taraftan da “tıbbın politikleşmesine” yol açarak ikisinin birbirinin içerisine geçmesine şahit olduktan sonra. Tabii Foucault’ya referansın, biyopolitikayla ilgili meselelerin bugüne gelinceye dek değişen karakterini görmemizi engellememesi gerektiğini de ekler, Esposito . Ki, Byung-Chul Han, Çin ve Güney Kore’de uygulanan yüz tanıma sistemi, sosyal ağlarda bırakılan izlerin oluşturulan sosyal kredi sistemi ve bireye ait tüm bilgilere erişilebiliyor oluşu, pandemiye karşı kritik noktalardaki ateş ölçen kameralarla ve İHA’larla verilen mücadeleden hareketle,

Pandemi dosdoğru bir biyopolitik gözetleme rejimine götürüyor. Sadece iletişimlerimizi değil; aynı zamanda bedenlerimizi ve sağlık durumumuzu da dijital gözetlemenin nesneleri haline getiriyor. Dijital gözetleme toplumu biyopolitik bir yaygınlaşmaya geçiyor

derken, aslında tam da bu değişen karakteri serimliyor. El hasılı kelam, bugün biyopolitika da, modernlik ve kapitalizm gibi küreselleşmiş görünüyor ve küreselleşen diğer formasyonlarda olduğu gibi, biyopolitik uygulamalar da kuşkusuz uygulandığı yerlerin özelliklerini taşıyor, ya da başka bir ifadeyle onların özelliklerine bürünüyor, bünyesine kattığı yeni araçlarla kendini her gün yeniden üretiyor ve muhtemelen yerini yeni bir iktidar teknolojisine bırakıncaya dek, bu böyle sürüp devam edecek.