Sadece oyun bozuldu!
Pek çok insan, bir başkasıyla değil, kendisiyle oyuna dalar. Lacan, ayna evresinde çocukların bir aynada bedenlerini görünce kendilerini fark ettiklerini söylemişti. Bazıları üstada şöyle karşı çıktılar: Hayır, o aynada gördüğünü oynayacağı bir başka varlık zannediyor. Kendiyle oynayanların aynasında da hep bir başka varlık zannettikleri kendileri vardır…
“Oyun” üzerine konuşurken, kaçınılmaz olarak çocuk üzerine de konuşmuş oluruz. Çocuk oyunsuz edemez, oyunsuz kaldığında can sıkıntısından patlar çünkü. Ona, her bir beceriyi birer oyun olarak öğretmenin yararlarını da biliyoruz. Eğer çocukluk bir meslek olsaydı, rahatlıkla onun işinin oyun olduğunu söyleyebilirdik. Ama insanlar büyüdükten sonra da oyunlar oynamaya devam ederler. Biraz düşününce, büyüklerin oyun sahalarının sanılandan çok daha geniş olduğunu görürüz.
Satranç, iskambil, futbol, tavla, şans oyunları, türlü eğlenceler, piknikte yakar toplar, bilgisayar ve cep telefonu oyunları derken liste uzayıp gider. Askerî oyunlar bile vardır. Nereyse hayat, oyun olan ve oyun olmayan diye ikiye ayrılmıştır. Ve biz büyükler de tıpkı çocuklar gibi oyun olmayandan oyun olana doğru yöneliriz sürekli; yine çocuklar gibi alttan alta oyun olanın bütün bir hayatımızı kaplamasını arzularız. Bir de güçlü sezgiye sahip insanların kimi vakitler hissettikleri hep bir oyunda olma hâli vardır. İçimizden şöyle deriz: Belki de bu durup kalkan otobüsler, bu limanlara yanaşan gemiler, gürültüyle inen kepenkler, şu yapımı hiç bitmeyen evler de birer oyundur. Neden olmasın? Biz büyüdükçe çocukken kullandığımız oyuncakların ebadı da büyümüş, aramızdaki ilişkinin öyle çok da değişmemiştir. Necatigil’in evcilik oynayan çocuk kahramanlarının yerini, onların özendikleri büyükler almıştır sadece. Evcilik, bir başka hacmin içinde, biraz çeşitlenerek devam etmektedir işte…
Yine de şu “ciiiii” yapan çocuk aklımızı karıştırır. Elimizle gözlerimizi kapatıp ansızın açtığımızda, onun birden keyfe gelmesinin asıl sebebini hiçbir zaman çözemeyeceğiz. Ama böyle anlarda, oyun için ille de somut bir gerece ihtiyaç olmadığını anlarız. Dahası, “ciiiii” yapan çocuk, ergenlikte ve hatta daha sonrasında neredeyse aynı ritüel üzerinden aşk oyunları oynama devam eder. Kız bir duvarın köşesine saklanır ve oğlanın tren garında kendisini bekleme anlarını zevkle seyreder.
Ardından da birden ortaya çıkıp, gülerek onu kendisine çeker. İnsanla insan arasında oynanan başka oyunlar da vardır; casuslar birbirlerini atlatmak için akla gelmeyecek yollara başvururlar mesela, katiller de öyle. Bazen oyun, bir kurgunun “var olduğu bilinen ama nereden geçtiği bilinmeyen” kırmızı çizgisi gibidir. Basan, yani “oyuna gelen” yanacaktır, oyuna gelen yanar! Ama daha kötüsü de var: Pek çok insan, bir başkasıyla değil, kendisiyle oyuna dalar. Yıllarca sürebilir bu kendisiyle oynama hali, hatta ölene kadar devam eder. Lacan, ayna evresinde çocukların bir aynada bedenlerini görünce kendilerini fark ettiklerini söylemişti. Bazıları üstada şöyle karşı çıktılar: Hayır, o aynada gördüğünü oynayacağı bir başka varlık zannediyor. Kendiyle oynayanların aynasında da hep bir başka varlık zannettikleri kendileri vardır…
Çocukluğumuzda, koca koca adamların gürültülü kahkahalarla oyunlar oynadığına tanık olmuşuzdur. Bu oyunların pek çoğu da kaba oyunlardır. Eşek şakası denilenleri şimdilik bir kenara koyalım. Uzağa kol taşı atmalar, şaşırtmacalı dayak oyunları, birbirinin sırtına binmeler vs. Birden fazla insanın dâhil olduğu ve içinde yarış bulunan her oyun gibi, o kaba oyunların kaybedeni de daima zayıflardır.
- Bazen de oyun zaten zayıfı ezmek için kurulurdu. Şişman bir adamı bir çelimsizin sırtına bindirip, köpüklü kahkahalar eşliğinde koca bir çayır yerinde gezdirmek, tasarlanmış bir oyundu. Tehlikeli sınır biliniyordu. Önemli olan, bir sakatlığa meydan vermeden, mümkün olduğunca alay edip rahatlayabilmekti. Cervantes, büyük romanı Don Kişot’ta, kahramanını hepimiz alay edip rahatlayalım diye, olmadık devlerin karşısına çıkardı. Cılız şövalyemizin hiç şansı yoktu, her seferinde yere seriliyordu. Maceralarından haberdar olan herkes, bir biçimde kentlerine, kasabalarına uğramalarını, biraz da kendilerini eğlendirmelerini arzulamaktaydılar. Tarihin büyük oyuncusu, kahkaha adamlarının beklentilerini boşa çıkarmadı.
Hâlâ Don Kişot okuyor ve hâlâ kahkaha atmaya devam ediyoruz. Roman eleştirmenleri de soruyor: Cervantes’in yapıtının yüzlerce yıldır tazeliğini korumasının sebebi nedir? Pek çok cevap sıralıyorlar. Oysa oyunun dışına çıkmadıkça, bu sorunun cevabını kimse dürüstlükle veremez. Bir de herkes Don Kişot’un yanında olduğunu sanıyor. Öyle olsa, roman ilk okur kuşağıyla beraber unutulup giderdi. Biz de alaycılardanız…
Baktım, Mezbahanın Mimarisi sanal dükkânda dört tane satmış. Oysa Julio Baquero Cruz’un incecik romanını çok sevmiştim. İşi ve özel hayatı kötüye giden kahramanımız, sürekli bilgisayarında oyun oynayıp duruyordu. Oyun bir telafi değildi, bir eğlence değildi; kendinden kaçmanın, kafasındaki yoğunluğu dağıtmanın, boş zamanının içini bir şey düşünmeden doldurmanın bir aracıydı yalnızca. Şimdi akıllı telefonlar var artık. Toplu taşıma araçlarında, tuhaf bir dikkatle bazı oyunlar oynuyor insanlar. Renkli toplar küçük ekrandan aşağı doğru kayıyorlar, yerini yenileri alıyor. Kırmızı çizgisi özenle saklanmış tehlikeli oyunlar değil bunlar, çocukların oynadığı oyunlardan değil, zayıfla dalga geçilenlerden, satranç gibi birisiyle baş başa verip derin derin düşünülenlerden de değil. Herkes bir başına, tek bir oyuncu var. Tek bir oyuncusu olan oyunlar gittikçe artıyor. Tuhaf bir benzetme olacak biliyorum; ama bu çağrışımı sizden esirgeyemem: Eski zamanlarda delilere post kılı saydırılan akıl hastanelerine benziyor dijital oyunlar. Tıpkı onlar gibi, hep aynı nesneye odaklanıp, onun parçalarını ayrıştırıp duruyoruz. Deli miyiz biz? Muhtemelen değiliz. Sadece oyun bozuldu!
Haklarını yemeyelim, zil çalınca bahçelere koşan çocuklar hâlâ büyüklerin oyunundan kurtarabildikleri kısa aralıklarda hakiki bir aşkla birbirlerine bağrışıp duruyorlar. Onlardan anlıyoruz ki, aslında hepimiz gerçek bir oyundan dışarıya atılmışız…