Ruhaniyetli şehrin manevi sahipleri
Moğol baskısı ve iç meselelerden bunalmış Selçuklu, son demlerini yaşarken İslam’ın bayraktarlığını üstlenecek ve ileride bir cihan devleti olacak beyliğin önünü açmayı ihmal etmez. Toprakları küçük ama ufku büyük olan bu beylik, Anadolu’da dar bir coğrafyaya sıkışmış beylikler arasında üstünlük mücadelesi yerine, gaza ve fetih parolası ile küffarla cengi seçmiştir. Bu yüzdendir ki Hoca Ahmet Yesevî ekolünden gelen Horasan Erenleri, Kayı Beyliği’nin yanında toplanır. Allah’ın nurunu, İslam’ın adaletini tüm dünyaya yayma gayesi altında adı konmamış bir ittifak oluşur. Bu kutlu gaye için önce beyliğin sağlam temeller üzerine devletleşmeye başlayacağı huzur ve güven ile tesis edilmiş seçilmiş bir şehre ihtiyaç vardır. O şehir, yüzyıllardır biçarelerin sığınağı olmuş, Allah’ın rızasını gaye edinmiş sahiplerini sükûnet, tevekkül ve sabır ile bekleyen Firdevs cennetinin yeryüzündeki gölgesi Bursa’dır. Ama hepsinden önce “Kün fe yekün” sırrınca “Ol deyince olduran”ın inayetine mazhar olmak için O’nun rızası gerektir. Ve her şey bir edep ve hürmet ile başlar.
Rivayet olunur ki Osmangazi, Şeyh Edebâli’nin dergâhında misafir olarak kaldığı gece duvarda Kuran-ı Kerim’in asılı olduğunu fark eder. Kur’an’ın olduğu odada uzanarak uyumayı abesle iştigal gördüğü için geceyi sabah namazına kadar ibadetle meşgul olarak geçirir. Sabah namazından sonra oturduğu yerde içi geçer ve bir rüya görür. Rüyasında Edebâli’nin göğsünden çıkan bir nur Osmangazi’nin göğsüne girer ve Osmangazi’nin göğsünden bir çınar büyümeye başlar. Öyle bir çınardır ki, gölgesi altında ülkeleri hatta kıtaları barındırır. Rüyasını Edebâli’ye anlattığında Edebâli: “Oğul! Sana müjdeler olsun. Senin soyundan büyük bir devlet vuku bulacaktır!” diyerek rüyayı yorumlar. Göğsünden çıkan nura işaret olarak da kızı Bala Hatun’u Osmangazi’ye eş olarak verir. Bu hadiseye istinaden Osmanlı’nın cihanşümul devlet olarak kıtaları kapsayan bir coğrafyaya hâkim olması Osmangazi’nin Kur’an-ı Kerim’e saygısı ve Şeyh Edebâli’nin hayır duasına bağlanır. Osmanlı sadece kıtaları fetheden bir güç değil, aynı zamanda “Yaratılanı hoş gör Yaratan’dan ötürü.” düsturu ile gönülleri de fetheden bir devlet olarak Orta Çağ'ın karanlık Avrupa’sına güneş gibi doğan insanlığın son adası olur. Şeyh Edebâli’nin Osmangazi’ye: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” öğüdü ile tohumu Söğüt’te atılan hoşgörü, sevgi ve yardımseverliğin filizleri ilk başkent Bursa’da yeşermeye başlar.
Bursa’da yeni bir devlet doğar. İdarecisi adil, halkı edepli olan… İnsaniyet namına ilk işaretler Bursa’nın fethi ile kendini göstermeye başlar. Orhangazi’nin, Bursa tekfuruna şehri teslim edin kimsenin ne malına ne canına zarar gelmeyecek, ahdini harfi harfine yerine getirerek güven inşa etmesi; daha önce görülmemiş seviyede fethedilen bir şehirde yerli halkın kalması (%40) ile sonuçlanır. Rum halkı uzun süredir aradığı bu huzur iklimini farklı bir dine mensup, farklı bir milletin idaresi altında bulur. 6 Nisan 1326’da Ahi Hasan surlara bayrağı dikip Orhangazi Fetih Kapı’dan Bursa’ya girerken, fetih süresince müritleri ile ön saflarda olan Doğlu Baba, Geyikli Baba, Okçu Baba gibi erenler ortalıktan kaybolur. Çünkü onlar savaş zamanı alp, barış zamanı erendir. Keşiş Dağı’nın yamaçlarını mesken tutup şükür niyazları ile inzivaya çekilirler. Her adım, her nefes, her söz, her eylem Allah rızasıdır onlar için. Allah’ın kulundan ihsan beklemezler. Kendisi ile görüşmek ve ihsanda bulunmak isteyen Orhangazi’ye “Ne gelsin ne geleyim, vakt erişince ben kendim gelirim.” cevabı veren Geyikli Baba dünya malına ve makama meyletmeyen teslimiyetin en güzel örneğini sergiler. Bu cevaba Orhangazi sükûnet ve Geyikli Baba’nın müritlerine ihsanla karşılık verir. Orhangazi’den sonra gelen diğer sultanlar da aynı edep ile ulemaya ve Allah dostlarına hürmet eder. Bu edep, halka da sirayet eder. Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker (iyiliği emret kötülükten nehyet) âdeta yazılmamış bir kaide olur halk arasında. Sufilerin kulun İslam ahlakını yaşaması ve dünyevi güzelliklere değil, tüm gönlüyle Allah’a yönelmesi olarak tanımladığı tasavvuf, Osmanlı coğrafyasında başkent Bursa’da vücut bulur. Mürşitler ile köprü olur gönülden gönüle…
Yıldırım Bayezid dönemi âdeta bir kültür rönesansıdır. Bir yandan Orta Asya erenleri bir yandan Orta Doğu ulemaları akın akın gelmeye başlar tevazu ve misafirperverliğin başkentine. Seyyid Emîr Buhârî bir taraftan, Molla Fenârî diğer taraftan… Ulucami’yi inşa ederler elbirliği ile…
- Bursa artık halkın ve devletin teveccühüne nail olmuş mürşitlerin tekkeleri ile donanmış bir şehirdir. İlk dönem Babaiyye ve Kazeruniyye tarikatlarına ev sahipliği yapmış, Celvetiyye ve Zeyniyye gibi iki önemli tarikatın da doğuşuna zemin hazırlamıştır. Bu ilim irfan iklimi ile beslenen Allah dostları tarafından yazılan eserler bir şaheserdir. Ulucami’nin ilk imamı Süleyman Çelebi, Allah Resulüne olan aşkını Vesilet’ün-Necat (kurtuluş vesilesi) ismini verdiği mevlid-i şerif ile anlatır. Öyle güzel anlatır ki, Ulucami’nin kubbelerinde çınlamakla kalmaz, Anadolu’dan Balkanlara geniş bir coğrafyada yankılanır. Önce Hacı Bayram-ı Veli’ye intisap edip Bayramî halifesi olan ve daha sonra Kadiriyye müridi olup Kadiriyye’nin Eşrefiyye kolunu İznik’te kuran Eşrefzâde Rûmî ve Ulucami’nin kıble cephesinde bugünkü postanenin olduğu yerde tekkesi olan Niyâzî Mısrî gibi sufi şairlerin divanları tasavvufi edebiyatın mihenk taşlarıdır. İsmail Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân adlı tasavvufi tefsiri de sadece Osmanlı’da değil, bütün İslam dünyasında tanınan bir eser olmuştur.
Ulucami’nin batı cephesindeki fil ayağının üzerinde yer alan beytinde: “Ey Ulucami! Ey Salihlerin toplandığı Cami! Seni gece gündüz ziyaret edene müjdeler olsun.” diyen Üftâde Mehmed Muhyiddin, Ulucami’nin güzel sesli bir müezzinidir. Daha sonra kurduğu tekkesinde gönlü Allah aşkı ile yanan müritler yetiştirip, Celvetiyye tarikatının temelini atar. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Hiç ölmeyecekmiş gibi bugün, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışın!” hadisini şiar edinen anlayışın en büyük temsilcisi Aziz Mahmud Hüdâyî’dir. Bursa kadısı iken mülkü ve makamı terk edip Üftâde’ye mürit olan, kadı olarak yürüdüğü Bursa sokaklarında ciğer satarak nefsini terbiye eden, seyr-i sülûkunu tamamladıktan sonra şeyhi tarafından İstanbul’a gönderilen Hüdai, orada sultanlara mürşit olmuştur.
Farklı dönemlerde yaşasalar da zamandan münezzeh bir bağ vardır Bursa evliyaları arasında. Mesela Emir Sultan ve Üftâde farklı dönemlerin gönül sultanıdır. Emir Sultan’ın cenaze namazını o sıralar Bursa’da bulunan çağdaşı Hacı Bayram-ı Veli kıldırır. Hacı Bayram-ı Veli’nin halifelerinden Hızır Dede Karacabey’i mesken tutar, gönlü ilim aşkı ile yanan çocuk yaştaki Üftâde, Hızır Dede’ye intisap eder. Emîr Buhârî’den Üftade’ye olan bu bağ, sadece ikisini değil Bursa’da yaşamış Bursa’dan yolu geçmiş tüm derviş, mürit ve mürşitleri aynı daire içinde Hz. Resul-ü Ekrem’e vasıl eder.
Bursa’da bahar bayramının dahi uhrevi bir dayanağı vardı. Bu ruhaniyetli şehirde bahar erguvanları, erguvanlar Emir Sultan’ı çağrıştırır. Emir Sultan’ın yaşadığı dönemde başlayan ve 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam eden bir gelenek olarak her yıl erguvanlar çiçek açtığında Emir Sultan ile aynı tarikata mensup müritler onunla aynı zikir ve dua halkasında buluşmak için Bursa’ya gelir. Bir süre Bursa’da kalır ve geri döner. Emir Sultan vefat ettikten sonra da vazgeçmezler bu kutlu buluşmadan. Bursalılar her defasında kapılarını şevk ile açar bu gönül insanlarına. Ağzı dualı insanlar geldi diye misafirperverliği şeref addederler.
Keçecizâde Mehmet Fuad Paşa’nın tabiri ile “Osmanlı’nın dibacesi” (önsözü) olan Bursa, Türk- İslam tasavvufu adına ilklerin ve enlerin şehridir. Horasan erenleri ile filizlenen, kolonizatör dervişlerle yeşeren, tekke ve tarikatlarla yoğrulmuş Allah dostları ile kök salan Bursa, tasavvufun ulu çınarı; ilim, irfan, edep, hürmet ve tevazünün solmayan renkleridir.