Ross Daly: Benim hayatım mozaik gibi
Girit'ten dünyaya yayılan bir ses Ross Daly varlığı ile bugünden çağlar ardına seslenen gittiği her yerden sırtında bir enstrüman ile dönen bir isim. Etno Müzik Festivali kapsamında Türkiye'ye geldiğinde kendisiyle yüzyüze görüştük.
Okurlarımız için kendinizi biraz tanıtabilir misiniz?
İrlandalı bir aileden geliyorum. İngiltere’de doğdum. İki yaşındayken ailemle İngiltere’den ayrılıp Kanada’ya yerleştik, ardından Amerika’ya, Japonya’ya, sonra tekrar Amerika’ya ve İngiltere’ye… Sonra da ben kendi başıma seyahat etmeye, başka ülkeleri gezmeye başladım. Hindistan ve Afganistan’da vakit geçirdim, birçok kereler Türkiye’de ve İran’da bulundum.
1985’ten beri Girit’te ikamet ediyorum. Facebook’taki zaman tünelim bu şekilde, diyebiliriz (gülüyor). Annem müzisyendi. Dolayısıyla çok küçük yaşlarımdan beri musiki daima evimizde olmuştur.
4-5 yaşlarımda müziğe ilgi duymaya başlamıştım, 9-10 yaşlarıma kadar çello öğrenip çalmaya devam ettim. 11 yaşımdan sonra klasik gitar çalışmaya başladım.
14 yaşındaki Ross Daly San Fransisco’da Ali Akbar Khan’ı dinlediğinde kalbine bir şeyler oluyor. O zamanlardan biraz bahsedebilir misiniz? Yolculuğunuz nasıl başladı?
Evet, ilk kez başka musiki çeşitlerini duyduğumda 14 yaşlarımda olmalıyım. San Fracisco’da yaşıyorduk. Babamın bir arkadaşıyla, civardaki bir üniversitede düzenlenen konserlere giderdik. Bu konserler Hindistan ve İran’dan musikişinasları sık sık davet eden biri tarafından organize ediliyordu. Babamın bu arkadaşı da her hafta giderdi.
Bir gün babama dedi ki, “Senin oğlun musikiyi çok seviyor, ben de şimdi konsere gidiyorum, belki o da farklı bir şeyler duymak ister.” Sonra beni aldı ve dinlemem için götürdü. Hint müziğini canlı olarak ilk kez o zaman dinledim. İnanılmaz etkilendim, çok özel bir müzik olduğunu düşündüm. Öyleydi de. Kuzey Hindistan’ın en iyi musikişinası olan Ali Akbar Khan’ı dinlemiştim.
Beni büyüleyen şey şuydu: Uzun süredir hem klasik müzik çalışıyordum hem de Batı müziğinin modern tarzda müziklerini çalıyordum. Klasik müziğin kompleks yapısını ve disiplinini çok seviyordum, yapısal olarak gerçekten ilginçti. Modern müzikte ise yapılan taksimler hoşuma gidiyordu, çok hisliydiler. Gelin görün ki, modern müzik icra ederken kompleks yapıyı, klasik müzik icra ederken de doğaçlamayı ve özgürlüğü kaçırıyordum.
Hint müziğinde duyduğum şey ise bu ikisinin buluşması oldu. Hem kompleks yapı ve disiplin hem de çok tatlı bir doğaçlama vardı. Benim için epeyi hayret vericiydi. Sonra eve döndüm ve elektro gitarımla konserde duyduğum sesleri taklit etmeye çalıştım. Çok geçmeden anladım ki, bu sesleri icra edebilmek için bu müzik tarzına has dizayn edilmiş bir enstrümana ihtiyaç var.
Yolcuğum böylece Hint müziğiyle başlamış oldu. Bu gerçeği keşfedince diğer enstrümanları da keşfetmiş oldum. Londra’daki bir ikinci el mağazasında çok eski bir Afgan rebabı buldum, ne olduğunu bilmiyordum tabii. Beş pounda aldım. O kadar güzel bir enstrüman için hiçbir şey demek. Kötü durumdaydı. Gidip Afgan rebabı hakkında okumalar yaptım, bir yolunu bulup tamir ettim. Sonra da kalktım Afganistan’a gittim (gülüyor). Afganistan’da ve Hindistan’da zaman geçirip bu müziği öğrenmeye çalıştım. Yunanistan’a da gittim, kendi hocamla tanıştım, ismi Kostas Mountakis’ti. Benim için çok kıymetli bir insandı, artık hayatta değil. 16 sene boyunca onun öğrencisi ve çırağıydım.
Bütün bu sürecin dışında, bu enstrümanları ilk öğrenmeye başladığımda biri eğer gelip de bana, “Tüm bu garip enstrümanları çalışıyorsun, peki bunlarla ne yapacaksın?” diye sorsaydı, doğrusu cevabım “Bilmiyorum” olurdu (gülüyor). Ama bazen, bir şeyi o kadar çok seversiniz ki, onu yapmamak elinizden gelmez. O zaman yapmak zorundasınız. Neden bu kadar sevdiğinizi bilmezsiniz bile, ama bunun bir önemi yoktur.
Nihayetinde, müzik bestelemenin öncelikli ilgi alanım olduğunu fark ettim. Dinlediğim çeşitli müzikler bestelerimin temel kaynağını oluşturuyor. Bu müzikler, Afrika’nın kuzeybatısından Çin’in en batısına kadar uzanan bir coğrafyada, modal müzik dediğimiz bir dünyaya aitler. Fazlaca çeşitlilik olmasına rağmen her nasılsa tüm bu müzikler birbirine bağlılar. Bu meseleyi çok çok ilginç buluyorum. Sadece her ülkede değil, her yörede ve hatta her köyde başka bir müzik tarzı var, fakat bunların hepsi birbirine bağlı.
Eğer Fas’tan biri Çin’den bir Uygur müzisyenin icra ettiği müziği dinlerse, kendisine aşina gelen bir melodi duyacaktır. Fakat olur da bir Alman dinlerse, elbette ona aşina gelmeyecektir (gülüyor), çünkü ayrı dünyalara aitler.
Böyle böyle bu müzik tarzına fazlasıyla dâhil oldum. Farklı enstrümanlar yoluyla çeşitli gelenekleri araştırmaya başladım. Çok teorik biri değilimdir, daha çok pratik tarzda çalışmayı severim. Benim için, her bir enstrüman, ait olduğu musiki geleneğine açılan bir geçittir. Benim için işler böyle yürüyor. Türk halk müziği çalışmak istediğimde bağlama benim kapım oluyor; Yunan müziği çalışmak istediğimde ise lyra. Tüm bu farklı gelenek ve tarzlarda çalıştıktan sonra, şimdiki meşguliyetim beste yapmak. Bestelerimin değişik kültürlerin etkisine açık olmalarına izin veriyorum.
Herhangi bir geleneğe has olmak gibi bir çabam hiç olmadı. Müziğimi dinlerken Türk, Hint, Afgan ve Yunan müziklerinin ve başka bir sürü geleneğin etkilerini duyarsınız. Benim için bu çok doğal, çünkü tüm kültürler benim ömrüme iz bırakmıştır.
Efendim, sizi tanımadan evvel de müziğiniz yoluyla sizinle tanış gibiydik. İlhan Berk’in bir mısraı var, “Eğer isterse bir insan size sesiyle de sarılabilir” diyor. Bizim için de müziğinizi dinlemek sanki sizinle buluşmak ve sizi kucaklamak gibiydi. Müzik nasıl oluyor da böyle bir etki bırakıyor insanda?
Müzikte büyülü bir şey var, bu öyle bir şey ki hepimizden daha büyük. Eğer kendimizi müziğe tam anlamıyla verebilirsek, kendi başımıza başarabileceğimizden çok daha fazlasını bizim yerimize yapması için müziğe müsaade etmiş oluyoruz aslında. Yunanistan’da iki senedir görüşemediğim bir arkadaşım vardı, nerede olduğunu bilmiyordum.
İki sene sonra Athena’da buluştuğumuzda çok ağır bir hastalık geçirdiğini söyledi. Üç aydır hastanedeymiş, böbrek nakli olmak zorunda kalmış. Benim yazdığım bir parçayı devamlı dinlediğini söyledi. Dedi ki, “Tüm bu süre boyunca beni canlı tutan şey bu parça oldu.” Çok dokunaklı bir tecrübeydi bunu duymak. Bu aktardığından benim aldığım şu oldu: “Bunu yapan ben değilim. Bunu yapan musiki.” Bana bir şey veriyor, ona bir şeyler veriyor, size bir şeyler veriyor... Eğer kendimizi ona bırakabilirsek, hayal dahi edemeyeceğimiz birçok şeyi yapabilir bizim için. Dolayısı ile müzik yoluyla hiç tanımadığımız insanlarla buluşabilmek, tanış olabilmek bana şaşırtıcı gelmiyor, çünkü müzik bunu bizim için yapabilir.
“Gittiğim her yerden bir enstrümanla dönerim” demişsiniz. Bu cümle kültürlerarası kimliğinizi düşündüğümüzde, belki de en çarpıcı olanı. Neler paylaşmak istersiniz bu konuda bizimle?
Evet, aynen öyle. Musiki geleneğini kavramanın yolu benim için müzik aletinden geçiyor. Dünyanın neresinde olursa olsun her musiki geleneğinin inanılmaz büyük bir derinliği ve güzelliği oluyor. Elbette bu derinlikle kayıtlar aracılığıyla bağlantı kurabilirsiniz, fakat onu canlı olarak tecrübe ettiğinizde çok daha derin bir deneyim oluyor. Hindistan’a gitmeden evvel de ben bu müziği kayıtlardan dinlemiş ve “Ne kadar muhteşem, bayıldım buna!” demiştim. Ama gidip de canlı olarak dinlediğimde, onu yerinde deneyimlemek inanın bambaşka bir tecrübeydi. Dolayısıyla ne zaman bir yere seyahat etsem ve canlı bir müzik dinlesem, onu çalan insanlarla bir arada olsam, benim de içimden onu çalmak geliyor. Dolayısı ile, benim kültürlere yakınlaşmam enstrümanlar aracılığı ile oluyor.
Modal müziği çeşitli benzetmelerle aktarıyorsunuz. Onun bir insanı keşfetmeye yahut dalgalı bir denize benzediğini söylüyorsunuz. Bunu bizim için biraz açabilir misiniz?
Türk müziğinde örneğin, makamlar var. Batı dünyasındaki birçok insan makamların bir tür ölçek olduğunu düşünür. 7 nota gibi. Fakat makam, yahut Hindistan’da raga, İran’da daskha, ya da Girit’te ichos, bunların hepsi aynı şeyi ifade eden farklı isimler; yalnızca bir ölçek olmaktan çok daha fazlasıdır. Bütün bir yöntemi, usulü ifade eder; müzikal bir arketip gibidir bir bakıma. Sadece teorik olarak değil, devamlı pratik yaparak, bir sürü parçayı ve besteyi çalışarak, iyi bestekârların eserlerini çalarak da bunu öğrenmek zorundasınızdır. Makam bilginiz arttıkça, mode’un ne olduğunu anlamaya başladıkça, bir insanı tanımaya başlar gibi olursunuz. Adım adım onu tanırsınız, her seferinde hakkında yeni bir şey keşfedersiniz. Birçok açıdan çok benzer süreçler. Sadece akademik bir şey değil, çok daha tam, bütün bir şey.
Bazen Anadolu’dan bir Bektaşi nefesi çalıyorsunuz, bazen bakıyoruz Hint müziği… Tüm bu insanlar da size, “İşte bizden, aramızdan biri!” gözüyle bakıyorlar. Musikişinas salt bir geleneğe ait olabilir mi, yoksa evrensel midir?
Bazı insanlar var evet, bu dediğiniz durum onlar için geçerli. Yalnızca bir kültüre aitler. Kendisi ile sık sık çalıştığım çok iyi ve ünlü Giritli bir hanende var örneğin. Yolumuzun aşağısındaki küçük bir köyde yaşıyor. Ömrünün tamamını bu köyde geçirmiş, Yunan müziğine o kadar hâkim ki. Ama tüm bildiği de bu. Bugün 65 yaşında ve hayatının tamamını Girit’te yaşadı.
Tek bir mekâna ait olduğu için Yunan müziğini çok iyi biliyor, onu olduğu kişi yapan da budur bir anlamda. Benim hayatım daha farklı, mozaik gibi, birçok şeyin bir araya gelmesiyle oluştu; değişik mekânlarda yaşadım. Hocam Kostas Mountakis de ömrünü Girit’te geçirmişti. Dolayısıyla, sadece bir kültüre ait olarak nitelendirebileceğim bir sürü müzisyen tanıyorum; başka başka kültürlerle çalışan müzisyenler de biliyorum. Bu, tamamen insanların meşrebine bağlı. Bu müzisyen iyidir, bu değildir gibi bir kıyasa gidemem. Her biri kendine hastır, biriciktir.
Bütün parçalarınızın öyküsünü merak ediyoruz, ama birini biraz daha çok. Kin Kin isimli albümünüzün son parçası, “Hatif”. Müziğin kendisi dahi neredeyse ötelere bir çağrı gibi… Ne demektir “Hatif”?
Okuduğum kadarıyla, Hatif birçok anlama gelebilen bir kelime. Fakat temel anlamı, çöllerde yaşayan kadim şairlerin ruhları demek. Öyle ki, bu ruhlar şarkı söyler ve çölde seyahat eden yolcular bu şarkılar yüzünden yollarını şaşırırlarmış. İlk anlamı bu şekilde okuduğum kadarıyla. Kendim Arapça bilmiyorum, fakat birçok kaynağa baktım, bir sürü insana sorup danıştım. İnsanları çağıran ve gitmeye çalıştıkları istikametten onları alıp götüren bir şey Hatif.
Girit Adası’nda Akdeniz’in tam ortasındasınız, doğu ile batının, kuzey ile güneyin buluştuğu bir mekân… Bir de, bu kültürel kesişimin bir sembolü diyebileceğimiz bir yer kurdunuz, Labyrinth Müzik Merkezi. Bu güzel mekândan bize biraz bahsetmek ister misiniz?
Labyrinth çalışmalarına 1982’te başladı, uzun seneler önce. Kuruluşunun ardındaki fikir çok sadeydi, bir çeşit çalışma grubu gibiydi. Çeşitli türden müziklerle ilgilenen müzisyenlerle çalışıyorduk, arada sırada gelip bizlere yeni şeyler öğretmeleri için dışarıdan kıymetli insanları davet ediyorduk. Sonradan gittikçe daha da büyüdü ve bir müzik okulu hâline geldi.
Şimdilerde ise, Kuzey Afrika’dan Çin’e kadar uzanan bu geniş coğrafyaya ait, modal müzik dediğimiz dünyadan gelen müzisyenlerle beraber her sene seminerler düzenliyor ve ustalık sınıfları organize ediyoruz. Hindistan’dan, Afganistan’dan, Türkiye’den, Yunanistan’dan, Fas’tan, İspanya’dan… dünyanın her yerinden bildiklerini öğretmek için geliyorlar. Her hafta farklı konularda iki ya da üç seminerimiz oluyor. Dolayısıyla başka başka ilgi alanları olan müzisyenler de aynı mekânda buluşup birbirleriyle iletişime geçme imkânı buluyorlar.
Aynı hafta içerisinde Hint, İspanyol ve Girit müzikleri seminerleri olabiliyor örneğin. Müzisyenler birbirleriyle tanışıp bir sürü şeyler öğrenme imkânı buluyor. Keşfettim ki, öğrenciler öğretmenlerden çok şeyler öğrenebilir evet; fakat aynı derecede akranlarından da bir sürü şeyler öğrenirler. O yüzden bu ortam benim için çok çok önemli. Öğrenciler ve öğretmenler sabah kahvaltısından akşam yemeğine kadar her ortamda birlikteler.
Akşam yemeğinden sonra beraber meşk ediyorlar. Her gün 15 saat boyunca beraber oluyorlar, haftaları bu şekilde geçiyor. Benim için bu farklı tarzda bir eğitim; çünkü sadece kitabi düzeyde değil, farklı düzeylerde çok şey kazandırıyor insana.
Bu merkezde öğrencilerden hatırınızda kalan bir anınız var mıdır, paylaşmak ister misiniz?
O kadar çok şey var ki oradan hatırımda kalan… Labyrinth aslında birçok ülkede faaliyetlerini sürdüren bir merkez oldu. İspanya’da, kuzey İtalya’da, Kıbrıs’ta ve Kanada Toronto’da alt kolları var. Bu merkezlere ziyarete gittiğimizde Labyrinth’in her ülkede kendi kültürü içerisinde büyüyüp serpildiğini görüyoruz.
Bu farklılaşma benim için sorun değil, çünkü tek tip, kopyala-yapıştır formatında bir kurum olmasını hiç istemezdim doğrusu. Kıbrıs’taki kurumun İspanya’dakine benzemesini kim ister ki? Hepsi kendi tarzında gelişmeli. Bu nedenle, benim için en önemli ve dokunaklı hatıralar insanların belki çok az şeyler bilerek bu merkezlere gelip, 3-4 sene sonra ise muhteşem müzisyenlere dönüşmeleri diyebilirim.
Enstrümanla yahut zihninizden kendinizi devamlı çalarken yakaladığınız bir parça var mı?
Çok var gerçekten… Bu parça zaman içinde değişiyor sanırım, fakat genelde bunlar son zamanlarda bestelediğim parçalar. Çok fazla çaldığım için bu tekrar oluşuyor. Sonra yeni parçalar gelince bu değişiyor. Şu sıralar çok zevk aldığım bir şey var. Benim öğrettiğim temel konu beste yapmak, dolayısıyla öğrencilerimden çok fazla beste çalışması geliyor bana. Bazıları gerçekten harikulade oluyorlar. O yüzden şimdilerde devamlı çaldıklarım ve en çok zevk aldıklarım, öğrencilerimin besteleri.
Hazret-i Mevlâna Mesnevi’sine “Dinle!” diye başlıyor. Bizler gerçekten dinliyor muyuz? Musiki nasıl dinlenmeli?
Musikinin en güzeli canlı olarak dinlenen hâli, her zaman mümkün olmasa da. İçinde bulunduğunuz şartlar canlı müzik dinlemeye elverişli olmayabiliyor. Fakat herkesin kendi evinde yapabileceği bir şey var evet. Her gün sadece on beş dakika yahut yarım saatinizi ayırın, dinlemekten hoşlandığınız bir müziği oynatıcıya koyun. Başka şeylerle uğraşmadan, başka şeyler düşünmeden, boş bir zihinle, tam anlamıyla kendinizi vererek onu dinleyin.
Bu dediğimi her gün yapabilen herkesin çok büyük fayda göreceğini söyleyebilirim. Daha derin bir musiki kavrayışları olacak ve çok daha derin bir zevk alacaklar. Bunu yapmak, müziğin bizim için yapabileceği harikuladeliklere kendimizi açmaktır.
- Hazret-i Mevlana çok çarpıcı bir şey daha söylemiştir. Bir defasında öğrencileri gelmişler, “Musiki nedir?” diye sormuşlar. O da, “Cennetin kapısının çıkardığı sestir” cevabını vermiş. Öğrenciler, “Peki o zaman niçin bazı insanlar müziği sevmiyor?” diye sorduklarında demiş ki, “Çünkü onlar kapıyı kapanırken duyuyorlar, biz ise açılırken duyuyoruz.” Çok latif bir cevap.