Roman yazmak istiyorum!
Alice’in Düşistan yolculuğunun başı karanlık, ortası tatsız,sonu kararsızdır. İlk kitap 1865’te yayımlanmıştı; 1871’deyayımlanan ikinci kitap bir soru ve bir şiirle bitiyor: “BakPisicik, düşü gören ya ben olmalıyım ya da Kızıl Kral. Obenim düşümün bir parçasıydı elbette ama ben de onundüşünün bir parçasıydım! Gerçekten düşü gören Kızıl Kralmıydı Pisicik? Ah Pisicik, çözmeme yardım et!”
Çocuk romanları küçükler için eğlendirici, büyükler için iyileştiricidir! Alındınız mı? İyileşmek için hasta mı olmak lâzım? Değilsek, Nihayet’in o “inleyen nağmeler” sayısı (Aralık 2020 ) neydi öyle? Ahmet Murat, memleketin “büyük bir terapi odasının tribünlerine,” hem de vebalsiz ve sorumluluksuz alındığını söylerken; Ümit Aksoy kısa zamanda ‘fenomenleşen’ Netflix dizisi Bir Başkadır’da masaya yatırılanın “bir bütün hâlinde memleketin kendisi” olduğunu belirtiyordu: “Şöyle sesleniyor dizi bize: Ey memleketim, terapi vakti, hadi çabuk!” Dizide Freud’a karşı Jung öne çıkarılıp, bireysel değil kollektif bilinçaltının önemi vurgulanıyordu. Kemal Sayar alimâne yazısında geleneksel toplumda “kişinin kim olduğu, tarihi, çevresi, akrabaları, vazifeleri gibi dış etkenler tarafından belirlenirken,” modern toplumda iç benliğin öne çıktığını ve kılavuzluğun dinden bilime geçtiğini dile getiriyordu. İnsanın kulağına “evrenin hâkimi olabileceği” fısıldanmaktadır artık. “Kişinin önüne farklı iletişim kanallarından çok farklı yaşam biçimleri konulmakta ve âdeta şöyle denmektedir: Kim olacağını seçebilirsin!”
Birbuçuk asır evvel yedi yaşındaki kurgu kahramanımız Alice, harikalar diyarında işte bu seçebileceği yeni kimliği arıyordu. Yeni bir cennette arıyordu düşlediği hayatı, büyüleyici bir bahçede. Viktorya çağının “yeni insanları” için bahçecilik esasta manevî bir etkinlik sayılıyor, manzarayla beraber ruhu da güzelleştireceği düşünülüyordu. “Viktoryenler, bahçede Tanrı’yı ve biribirlerini bulmak suretiyle kendilerini bulacaklarına inanıyorlardı. Alice’in harikalar diyarındaki serüvenlerinin çoğunun, görülebilecek en sevimli bahçeye kavuşma çabasından doğduğu, bu yüzden şaşırtıcı değildir. Kendi kimliğini aramakla o denli meşgul biri için, bahçe olunması gereken bir yerdi.”1 Okuyanlar bilir, serüvenin temel motifi, daha kitabın ilk cümlesinde boy veren can sıkıntısıdır: “Alice ırmağın kıyısında oturmaktan ve yapacak hiçbir şey olmamasından usanmaya başlamıştı.” Sonrası malûm, bir tavşanın peşinden deliğe girer. Hem de “bir daha dışarı nasıl çıkacağını aklına bile getirmeden!”2 İşte modern yahut Faustiyen bireyin çocuk hâli; bir de bunun büyümüşünü tahayyül edin...
Birbirimizin düşünde yaşıyoruz
Alice’in Düşistan yolculuğunun başı karanlık, ortası tatsız, sonu kararsızdır. İlk kitap 1865’de yayımlanmıştı; 1871’de yayımlanan ikinci kitap bir soru ve bir şiirle bitiyor: “Bak Pisicik, düşü gören ya ben olmalıyım ya da Kızıl Kral. O benim düşümün bir parçasıydı elbette ama ben de onun düşünün bir parçasıydım! Gerçekten düşü gören Kızıl Kral mıydı Pisicik? Ah Pisicik, çözmeme yardım et!” Sinirbozan kedi yavrusu patisini temizlemeye devam edip, soruyu duymazlıktan gelir. Ve kitap şu soruyla noktalanır: “Peki, sizce bu düşü kim gördü?”3 Böylece okuyucu da romanın içine çekilmiş oluyor. Açık bir metindir roman, hayat gibi, düş gibi, bittiği yerden başlar. Kitaptaki son şarkının son dizesi hayatla düşü harmanlar: “Yaşam nedir bir düşten başka?”
Alice yolculuğunun ilk safhasında bize karanlığı alt eden bir şaman (şaman: “karanlıkta gören adam!”) gibi gözükse de , pek zahmetli bir süreçtir bu. O kadar düşer ki, dünyanın öte yanına geçeceğini, kendini baş aşağı yürüyen insanların arasında bulacağını, adını bilmediği ülkelere varacağını.. düşünür. “Afedersiniz hanımefendi, burası Yeni Zelanda mı? Yoksa Avustralya mı?” diye soracaktır. (Merhaba Kolonyalizm!) Düşüşten sonra bir takım kilitli kapılar, üç ayaklı bir masa, altın bir anahtar.. bulur. Açtığı kapı o güne kadar gördüğü “en sevimli bahçeye” açılmaktadır. Fakat kapının girişinden başı bile geçmiyor! Bedenen küçülmesi gerek, bu da imkânsız, demeyin sakın! “Çünkü deminden beri o kadar çok olağanüstü şey olmuştu ki, Alice çok az şeyin gerçekten imkânsız olduğunu düşünmeye başlamıştı.” Bir şişedeki içeceği kafaya diker ve vücudu küçülmeye başlar; sonra da kuş üzümlü kekten yiyince büyümeye başlar, vs. Zaten kendini hep “iki kişi” olarak düşünmekten hoşlanagelmiştir. Fakat çok hızlı değişim de bilincini alt üst ediyor. Yarım yüzyıl sonra Kafka’da en çarpıcı görüntüsüne kavuşacak bir transformasyon yaşıyor: “Acaba dün gece değiştim mi ben? Dur düşüneyim: Bu sabah uyandığımda aynı mıydım? Aynı değilsem, kimim o zaman? Ah, asıl büyük bilmece bu!”4
- Daha sonra karşılaştığı ve herhalde “büyüklerin dünyasını simgeleyen” yaratıklar baskıcı ve cahildirler. Boyuna Alice’e üstünlük taslamaya çalışırlar. Oyunları kuralsız ve anlamsızdır. Hem davacı, hem yargıç, hem jüridirler. Alice çok geçmeden yalnız başına kalır; kendini “yalnız ve mutsuz” hisseder. Eski hayatının sanki daha iyi olduğunu düşünür bir an. “Bir büyüyüp bir küçülmüyor, fare ve tavşanların emirlerini yerine getirmek zorunda kalmıyordum.” Peki pişman mıdır? Hayır! Yeni yaşamının çekiciliği var! “Acaba başıma ne gelmiş olabilir ki? Peri masalları okurken bu tür olayların gerçekleşemeyeceğini düşünürdüm, oysa şimdi bir masalın tam ortasındayım! Benim hakkımda yazılmış bir kitap olmalı, mutlaka olmalı! Büyüyünce kendim bir tane yazacağım... ama şimdiden kocamanım zaten.”5
Karakter oluşum romanının (Bildungsroman) ilk örneklerinden biri olan Goethe’nin Wilhelm Meister’inden daha ileri bir örnek karşısındayız: Kendini bir masalın ortasında hayal eden yedi yaşında bir kız çocuğu, hem şimdiden koskocaman olduğunu varsayıyor, hem de bunun kitabını yazıyor/yazdırıyor. (Merhaba Feminizm!) Sonra, nargile içen tırtılla karşılaşıyor Alice ve onunla diyaloğu değişen kimlik meselesini netleştiriyor. Varlığı peşpeşe değişmelerden oluşan Tırtıl, küçümseyerek soruyor Alice’e:
- • Sen de kimsin?
- • Şu anda bilmiyorum efendim. Bu sabah yataktan kalktığımda kim olduğumu biliyordum, ama o zamandan bu yana sanırım birkaç kere değişmiş olmalıyım.
- • Ne demek istiyorsun? Söylediğini açıkla bakalım!
- • Korkarım, açıklayamam efendim. Çünkü ben kendim değilim ki kendi dediğimi açıklayabileyim, anlarsınız ya!
- • Anlamıyorum.
- • Korkarım bundan daha açık anlatamayacağım, çünkü ben de anlamıyorum zaten. Bir gün içinde o boydan bu boya değişmek insanın aklını karıştırıyor.
- • Karıştırmaz.
- • Evet, şimdilik size öyle gelebilir, ama eninde sonunda bir gün koza bağlayıp ardından kelebeğe dönüşeceksiniz, o zaman size de tuhaf gelecek bu değişimler, değil mi?
- • Hiç de gelmez! ... Demek değiştiğini düşünüyorsun, öyle mi?
- • Korkarım değiştim efendim. Eskiden bildiğim şeyleri hatırlayamıyorum.6
At içine, bir eser olsun!
Evet, yeni insanda meydana gelen hızlı dönüşümleri tuhaf bulmayan bir tek tırtıl vardır; kendisi kısa aralıklarla değiştiği için! Alice ise en azından hatırlayamamaktan biraz şikâyetçi gibidir, biraz da huzursuz. Ama genelde hâlinden memnundur; hani dünyaya bir daha gelse, gene “hiç düşünmeden” o karanlık deliğe dalacaktır. Kitabı yeniden okurken tuhaf bir şekilde, genç yaşta şehid edilen Sedat Yenigün’ün “Ben Roman Yazmak İstemiyorum!” başlıklı yazısını hatırladım. Cemil Meriç’e gittiğim günlerde adını duyardım; fakat hiç karşılaşmadık. MTTB’nin kültürel başkanı gibiydi; kalemi kuvvetli, sistemli düşünebilen bir dindar aydın. Cemil Meriç, şehadeti üzerine şunları yazmıştı: “Şuurdu Sedat, samimiyet idi, imandı. ... Sedat, konuşmasını unutan zavallı çağdaşlarına dillerini öğretmeye çalıştı. Dillerini, yani mukaddeslerini, haysiyetlerini ve insanlıklarını. ... İsa Peygamber zamanında yaşasa havari olurdu, Asr-ı Saadet’te bir sahabe.”7
Sözünü ettiğim yazıda önce hafızasız bırakılmamıza isyan ediyordu Sedat Bey. Harf devrimi tarihle bağımızı koparmış, bizi unutmaya mahkûm etmişti. Her ölen insanla, çocukları tarafından artık okunmayan sayısız kitap dökülüyordu sahaflara. “Babanın ölüsü kalkmadan kitapları sahaf dükkânına yığmak... İşte acı olan bu... Koca bir devlet böyle yağmalanmış... Koca bir medeniyeti satmış bu hayırsız evlatlar. O evlat doğmadan ölmüş... Bir başka dünyaya açmış gözünü... Baba ile oğul aynı ufka bakmamış ki...” Bu psikolojiyle sahaflardan çıkıp Fatih’e doğru yürürken, yolda serseri gençlerin ayartmaya çalıştığı iki genç kıza rastlarlar. Çocuklukla genç kızlık arasında iki bakire. Müdahale edilmezse sonucu tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Sedat Beyin isyan damarı kabarır: “Bunlar benim insanlarım. Müsaade etmeyeceğim! ... Bir uçurum karşısındalar.” Fakat arkadaşları oralı olmaz, işe karışmaları durumunda suçlu bile sayılacaklarını söylerler. Çaresiz kalır kahramanımız, ağzında cemiyete bin lânet. “Lânet okuma, der arkadaşları, at içine, bir eser olsun!”8
- İşte Sedat Bey’i asıl çileden çıkaran bu son ifadedir. Kanayan bir yaraya melhem olamamışken, bir “ıstırap tüccarı” olması istenmektedir. Böylece para kazanacak, meşhur olacaktır. Köşkleri, arabaları olacak, çocukları mesut, müreffeh bir hayat yaşayacaktır. Hayır, bu oyuna gelmeyecektir. “Yerin dibine batsın romanlar, hikâyeler. Romanı, hikâyeyi meziyetmiş gibi takdim edenler! Ben dram satıcısı, hastalık bulaştırıcısı, yara deşicisi olmak istemiyorum.
... Yakın bütün romanları, hikâyeleri, piyesleri! Olmaz olsunlar. Dramsız bir hayatı sürsün benim insanım.” Bu satırları yazdığında (1975) Cemil Meriç’le tanışmış mıydı? Meriç, romanın romanını yazmaya başlamış mıydı? Sedat Beyin hissiyatını paylaşıyorum elbet, ama romancılığı “ıstırap tüccarlığı” diye nitelemesi, düşünce ufkumuzun sınırlarını gösteriyor. Sadece Melville ile Joyce’un o yoksulluk ve ıstırap dolu hayat hikâyelerine baksa, köşkleri, arabaları bir daha ağzına almazdı. Romana karşı zımnen şiir ve destan gibi “klasik” edebî türleri savunuyor gözükmesi sevimli bir anakronizmdi. Meriç şunları yazıyordu: “Destan başka bir medeniyet dönemine aittir. Yunan’ın Altınçağ’ında tanrılarla insanlar arasında ideal bir ahenk vardı. Modern toplumda ise fert, varlığının şuuruna ermiştir, dünyadaki çıkarlarıyla uhrevî selameti çatışmaktadır. Roman, Homer destanlarındaki tutarlılığı ve huzuru aksettiremezdi artık.”9
Modern Türkiye’nin kadîm ayıbı “fail-i meçhul cinayet” kurbanı Sedat Beyi rahmetle anarken, ömrü vefa etseydi benim gibi ellisinden sonra muhakkak roman düşkünü olacağına dair hissiyatımı paylaşmak istiyorum. Popüler romancılar yaraları deşmek suretiyle köşe dönüyor olabilirler. Hakiki romancılar, parayı ellerinin tersiyle iterek, bize yaranın mahiyetini gösteriyorlar. Her büyük romandan sonra Yunus’u hatırlamam bu yüzdendir: “Yûdum yaramı, sildim. / Yaram kimdendir, bildim!”
1. Lynn Voskuil: “The Victorian Novel and Horticulture,” Lisa Rodensky (ed.), The Oxford Handbook of The Victorian Novel, Oxford: Oxford University Press, 2013, s. 551.
2. Lewis carroll: Alice Harikalar Diyarında, İstanbul: Alfa, 2017, s. 7-9.
3. Lewis carroll: Alice Aynanın İçinde, İstanbul: Alfa, 2017, s. 157.
4. Alice Harikalar Diyarında, s. 22.
5. Age, s. 41.
6. Age, s. 50-2.
7. “Cemil Meriç, Sedat Yenigün’ü Anlatıyor,” İslamî Hareket, 29, Temmuz 1980.
8. Mehmet Mengüç (Sedat Yenigün): “Ben Roman Yazmak İstemiyorum,” Millî Gençlik Dergisi, Sayı 5, Nisan 1975.
9. Cemil Meriç: Kırk Ambar I: Rümuz-ül Edeb, İstanbul: İletişim, 2003, s. 130.