Rock ve metal müzikte ehvenişer döngüsü

Ne Faust, ne Jung, ne Baudelaire, ne de Freud. Yalnızca ses yükseltme bağlamında, günlük meşgalelerin ve hızlı kapitalizm evreninin içinde insanın coşkun ve aşkın yanını gerek sahih gerek gayri sahih araçlarla yeniden keşfetme çabasıdır belki de tüm mesele.
Ne Faust, ne Jung, ne Baudelaire, ne de Freud. Yalnızca ses yükseltme bağlamında, günlük meşgalelerin ve hızlı kapitalizm evreninin içinde insanın coşkun ve aşkın yanını gerek sahih gerek gayri sahih araçlarla yeniden keşfetme çabasıdır belki de tüm mesele.

1990’ların ortalarından itibaren dünyada, 90’ların sonundan 2000’lerin başına kadar da Türkiye’de dönemin genç jenerasyonlarına yakıştırılan “satanizm” yaftası hem görsel hem yazılı basını bir hayli meşgul ediyordu. Türkiye’de dönemin Galata’sındaki Kemancı’da “takılan” gençler, dünyada ise Woodstock’ın mirasçıları olan “alt gruplar”, bu haberlerin öznesiydi. Bu çocuklar, dünyanın ve rollerin birkaç günlüğüne tersine döndüğü bir festivale katılırcasına konsept partilerine mi gidiyorlardı yoksa hakikaten hayatlarını böyle mi idame ettiriyorlardı? Yani upuzun saçlarla, sert müzikle, “ayin”lerle…

“Kim Bu Uzun Saçlı, Siyah Tişörtlü Gençler?”

Kahraman olabiliriz, sadece bir gün için. David Bowie
Kahraman olabiliriz, sadece bir gün için. David Bowie

O senelerde yaklaşık 9-10 yaşlarındaydım ve bu korku ortamında “Kim Bu Uzun Saçlı, Siyah Tişörtlü Gençler?” minvalinde manşetler atıldığını hatırlıyorum. 2001’de, Antalya’daki evimizin karşısındaki komşu binanın duvarına güzel bir graffiti yapılmıştı. O dönemde İstanbul’da yaşayanlar meşhur “Leo”nun öncülü graffitilere muhtemelen aşinaydılar fakat bu, Antalya’da pek yaygın bir sokak sanatı değildi henüz. “Ne kadar güzel yapmış.” demiştim içimden, tâ ki ya aile büyüklerimden yahut komşularımızdan biri “Bunu muhtemelen satanistler yapmış.” diyene kadar. Kulağıma çalınan bu kelimeyle irkilmiştim, halbuki satanistin ne demek olduğunu tam manasıyla bilmiyordum bile. Yine de sesteki ton, “kötülüğün” habercisiydi. Oysaki duvara yazılan, -şimdi tam hatırlamasam da- aforizmik bir kelimeydi. O duvara en yakın oda benim odam olduğu için aylarca kendi odamda uyuyamamıştım. Eş zamanlı olarak, okula gitmeden önce sabah haberlerinde ve akşam da ana haber bültenlerinde yukarıdaki manşete denk gelmiştim ve bu gençlerin kedilere de bir garezleri vardı anladığım kadarıyla. Bu terk-i diyarın sebebini kimse bilmedi elbette. Nasıl açıklayabilirdim ki? Bir kez gurur vardı ve ikincisi, 6 yaşında Şebnem Ferah’ın “Vazgeçtim Dünyadan” parçasıyla, dönemi için cesur bir yapım olan siyah-beyaz klibiyle1 tanışmış ve artık müzik hususundaki ana akım tarzlarımı belirlemeye başlamıştım. Kaldı ki lisede de el graffitisi yapıyordum! Bu konu, yurt içi ve yurt dışı yansımaları bağlamında iki ayrı yazıyı hak ediyor aslında fakat burada Türkiye bahsini şimdilik kapatıp makro anlamda dünyaya uzanan bir tramvay hattı çekmekle iktifa edelim.

Dünya savaşları, ikame ve tazmin edilemeyen değerler, spiritüalizm akımları

Peki, bu; Faustyen bir iç savaş mıydı, Jungiyen bir gölgeler muharebesi miydi yoksa Baudelaire buraya “da” mı “kötülük çiçekleri”ni ekiyordu?
Peki, bu; Faustyen bir iç savaş mıydı, Jungiyen bir gölgeler muharebesi miydi yoksa Baudelaire buraya “da” mı “kötülük çiçekleri”ni ekiyordu?

Aslında kendilerini “satanist” olarak tanımlayan gruplar, Fransız Devrimi’nin akabine götürülebilecek bir tarihçeye sahipti. Devrimden sonra yıkılan monarşik değerlerin yerine Jakobenlerden beklenen modern kriterlerin koyulamaması, burjuvazinin şekil ve ağız değiştirmesi; o dönemden Dünya Savaşlarına kadar gelişen bir arayış sürecini doğurmuş, bu süreçte Doğu mistisizminin bağlamından koparılarak keşfedilmesiyle ezoterizm, okültizm, spiritüalizm gibi akımlar, Batı dünyasından başlayarak Levant’a uzanan bir coğrafyayı kasıp kavurur olmuştu. Beat Kuşağı ve Hippie “trail”leri, bu arayışın edebiyatta ve ardından müzikte yankısını duyuran kitleleriydi. “Hürriyetler ötesi” bir serencam gibi yüzeysel bir bakışla lanse edilen bu gruplar, aslında bu “bilgelik” ekollerini kompakt bir şekilde Hindistan’da aramaya başladıktan sonra ulus-devlet mücadelesi uyarınca gelen etnisite muhafazakârlığıyla Katolisizmin katı kurallarını, Protestanlığın estetik dışılığını ve Ortodoksluğun aidiyetsizliğini bir kenara bırakarak “eski pagan inançlara” dönüş gibi ulusal din ve inanç arayışlarına girmişti.

  • Tam da bu noktada 1990’lı yıllarda bilhassa İskandinavya’da kilise kundaklamalarıyla, intihar vakalarıyla ve İskandinav ormanlarında çektikleri “tuhaf” kliplerle, hatta bu cangıllarda kaybolmalarıyla seslerini duyurmaya başlayan black metal grupları dünya kamuoyunda duyuldu ve aslında rock ‘n’ roll’un zengin alt janralarıyla birlikte tüm rock müzik ahalisi birer “şer” timsali gibi görülmeye başlandı.

Dönemin “heterodoks” ve hatta “heretik” kitleleri ise kendi hâlinde rock ve metal dinleyen gerek sosyal gerek politik manada belirli gruplara dâhil olmaya ve sözlerini söylemeye çalışan genç kuşak oldu. Oysa black metal, geniş rock kültürünün hem küçük bir alt türünü hem de tarihçeye bakıldığında kısa bir dönemini oluşturuyordu. Rock ve metal müziğin sosyoloji şapkasında ele alınabilecek siyasi ve toplumsal propagandalarına ve 1970’lerin feminist dalgalarıyla gelen toplumsal cinsiyet araştırmalarına dair okumalar ise böylece göz ardı edilmiş oluyordu.

  • Her şeyden öte dinleyenlerini kapsayıcı gitar riff’leriyle, tabiri caizse, cezbeye sevk eden davul dokunuşlarıyla ve uhrevî bas “sound”larıyla içine çeken bu “iyi müzik”, her ne kadar kadın-erkek eşitliği, siyasi mücadele ve kapitalizm bağlamlarında hâlâ birçok benzeşmeyen tartışmayı barındırsa da teorik olarak bu tarzın “kafa yapısı” nı desteklemeyen kitlelerce dahi dinleniyordu.

Zira “iyi müzik”, tamamıyla didaktik ve “mızmız” müzikten çok daha fazla hayal gücü içerdiğinden dinleyenini de kendi alanında üretime sevk ediyordu. Farklı “vizyon”larıyla performatif bir sosyokültürel aktivist de olan avangart rock’ın ve “uzamsal gariplikler”in şahı David Bowie’nin “bir günlük kahramanlık”tan kastı, bu işaret fişeğini ateşlemekti belki de.2 Dolayısıyla başlangıcı ve gelişim süreci hususunda müzik teorisyenleri arasında da bir uzlaşmaya varılamayan rock müziği bağlamından kopararak okuyamayız. Bu bağlam ise tarihten mitolojiye, edebiyattan sanata pek çok üst başlığı içeriyor.

Peki, bu; Faustyen bir iç savaş mıydı, Jungiyen bir gölgeler muharebesi miydi yoksa Baudelaire buraya “da” mı “kötülük çiçekleri” ni ekiyordu?

Gök tanrıların toprak tanrıçalarından olma “oğulları”: rock ve metal (yarı) tanrıları

Yazının hitamına gelmişken “Kötülük bunun neresinde?” sorusu gelebilir akıllara.
Yazının hitamına gelmişken “Kötülük bunun neresinde?” sorusu gelebilir akıllara.

Onurlu ve iyi olan çekseydi seni yalnız

Ve dilin eğimli olmasaydı kötü söze

Kaplamazdı utanç gözlerini böyle

Apaçık derdin diyeceğini (Aristoteles, Rhetorik, 1367a)

1960’larda The Rolling Stones gibi güçlü gruplarla başlayan bir “özgürlük” teması hâkimiyeti rock müziğe tamamıyla dâhil olmuştu. Bu söylemin öncülü olan Woodstock Festivali’ne girmeden konuyu hemen bu serbestlik şapkası altında takınıldığı düşünülen üsttenci -hatta üstenci- ve erkeksi tavra getirelim.

  • Burada, belirli bir dönemi etkileyen “görünür kötülük” söyleminden ve işin black metal ve satanizm kısmından azade, bu müzik türünün propagandik tavrına ve bunun üzerinden sürekli bir döngüsel arayışa giren fayda- zarar ikilemine girmiş, bu soruşturmanın tarihsel çerçevede ilerleyeceğini salık vermiş oluyoruz.

Bu dönemde Janis Joplin ve Joan Baez gibi güçlü kadın besteciler ve icracılar ile oluşmuş bir damar da vardı elbette fakat rock ‘n’ roll’un o malum sloganını devam ettiren cereyan, üyelerinin tamamı erkeklerden oluşan grupların hibrit kitlesi üzerinden ilerliyordu.

Glam ve art rock’un Jack Kérouac’ı Lou Reed, bu senelerde gerek grubu The Velvet Underground’la gerekse solo çalışmalarıyla born-to-run ekolünün The Rolling Stones ile en güçlü temsilcilerindendi. Koşmak için doğanlar, trafiğin tersinden akmak isteyenler, “yolun yanlış tarafını” /olanını tercih edenler; bu özgürlük ateşinin ilk temasıyla günlük ve fizikî sınırlarından kurtuluyorlardı. Bir yandan bu “cesur” seçimler, rock çevrelerinde bir “silah kardeşliği” (brothers-in-arms) ekolüne dönüşüyordu ve bu erkek kardeşler, kendilerini genellikle üretken, hayal gücü kuvvetli, deli ve dâhi “halk düşmanı” kisvesinde çok konforlu buluyorlardı. Dolayısıyla şarkı sözlerinde de sosyal ve siyasî göndermeleri barındırmakla birlikte daha açıkça, diğer “normal” erkekler tarafından beslenen bir bad boy hasedi görülüyor, kadınlar ise “hedef” olmalarına rağmen bu sözlerin büyüsüne kapılıyorlardı. O dönemin “rock band”lerinin kadın hayran kitlelerinin yoğunluğu ise bu illüzyonun en büyük göstergesiydi. AC/ DC dahi “T.N.T.”de “Public enemy number one, understand?” (“Ben bir numaralı halk düşmanıyım, anlarsın ya…”) diyordu. Hatta proto-punk grubu The Stooges’ın “frontman”iyken sonraları daha ziyade solo çalışmalarıyla bilinen ve ikonlaşan Iggy Pop, “Kadınlar istedikleri kadar yakınıma gelmeye çalışsınlar, halıyı çekiveririm ayaklarının altından. Müziğim de işte bu noktada ortaya çıkıyor.” demişti. Anlaşılan, Truva kahramanlarının arasında Amazonlara ancak yine kendi içlerinde bir “kavim” olarak yer vardı.

Eş zamanlı olarak heavy metal dünyası, alt janralarıyla birlikte müthiş kahramanlık anlatılarıyla dinleyicisinin tarihî arka planını güçlendirirken yeni bir mutlak hâkim erkek krallığı kuruyordu. Iron Maiden, Passchendaele Muharebesi’nin yıkımlarını ya da Büyük İskender’in hayatını veyahut da İsa Peygamber’in çarmıha gerilişi anlatısı şemsiyesinde bir idam mahkûmunun itiraflarını on dakikayı aşan ballad- müzikallerle anlatırken bir yandan da “The Rime of the Ancient Mariner” gibi edebî şaheserleri müzikoloji çevrelerine dâhil etmiş oluyordu. Alman metalcileri Accept, “Teutonic Terror” diyerek bir Cermen güzellemesi yaparken bu hiçbir zaman kimseyi rahatsız etmiyordu çünkü grup bunu yaparken bir yanda da Stalingrad Muharebesi’ni hatırlatıp tarihin kirli ve tozlu sayfalarıyla hesaplaşıyordu. Tüm bu isimlerde belli başlı Hristiyanî unsurları görmekle birlikte -ki röportajlarında çoğunun kendi mezheplerine kültürel olarak olsa dahi bağlılığını görürüz- grupların söz yazarlarının pagan tanrılarıyla analoji kurmaktan çekinmediklerine de şahit oluruz. Bu denklemde Toprak Ana’nın öncülü anaç ve görkemli Gaia’ya veya Rhea’ya müthiş bir saygı ve özlem duyulmakla birlikte temeller; genel olarak göksel baba tanrılara, zamanın ve mekânın analojileri oldukları için belki de örneğin Uranüs’e ya da Kronos’a dayandırılıyordu. Halbuki bu karakterler Hesiodos’un Theogonia’sı da uyarınca, bir şekilde ya çocuklarını yerler ya da hapsederler. Yoksa bu bir içsel arayış değildir de Freudyen bir kompleks midir?

Feminist dalgalar -özellikle ikinci feminizm dalgası- tüm bu fenomenlerle birlikte, temellendirme için halihazırda mistik ekollerle gündemde olan ana tanrıça kültlerini “anaerkillik” ve “anasoyluluk” tezleri için tekraren gündeme getirmiş ve toplumsal okumalarla yeniden keşfetmişti. Bu ekol, tarihçilerini ve teorisyen arkeologlarını da çıkarmıştı elbette. Aslında günümüze kadar gelen ve yine son yıllarda popülerleşen “ana tanrıça kültleri”, “Uygarlık eskiden anaerkildi” hipotezi üzerinden bir back to basics önerisi getiriyor fakat araştırmacılar anaerkillikle anasoyluluk farkını ortaya koyalı çok oldu. Bu kültlerden kültürel olarak beslenmek çok zevkli olsa da bu, çoğu antik uygarlığın ataerkil ve atasoylu olduğu gerçeğini değiştirmemekle birlikte tarihi yanlış okumaya sebebiyet veriyor, tabii müzik tarihini de. Örneğin İsviçreli filolog Johann Jakob Bachofen (1815-87) gibi 19. yüzyıl araştırmacıları, özellikle Neolitik dönemin ana tanrıça tapınımından göksel baba tanrılara geçişi, ilkellikten medeniyete bir gelişme olarak görmüşler ve alanlarında çok daha etkili olacak isimleri (William Mitchell Ramsay gibi) gerek bizzat gerek şifahen bu sâiklerle yetiştirmişlerdi. Litvanyalı arkeolog ve antropolog Marija Gimbutas (1921-94) gibi isimler de bu görüşlere panzehir olarak uygarlığın anaerkil mirasını, biraz da dönemlerinin gündemde olan mistisizm ekolleriyle yoğurarak geliştirmişler ve yüzyılın büyük bir döneminde “anaerkil köklere dönüş” savını mukim kılmışlardı. İşte bu rock ve metal “göksel erkek kardeşler” birlikleri de bu arada kalmışlık ile hem hamasi anlatılarını erkekliğe dayandırıyor hem de tanrıçaların büyüsünden bir türlü kurtulamıyorlardı. İtiraf edemeseler de “ne yârdan ne serden” bir döneme girilmişti artık.

Ana rahmine ve ilksel denize dönüş: psikedelik ve progresif rock

Bu gençlerin kedilere de bir garezleri vardı anladığım kadarıyla...
Bu gençlerin kedilere de bir garezleri vardı anladığım kadarıyla...

Sirras’ın kızı Eurydike bunu sundu

Ruhundaki bilgi özlemini doyururken Mousalara.

Başarılı oğullarının mutlu annesi

Harfleri öğrenmek, konuşmayı kaydetmek için emek verdi.

(Plutarkhos, Conjugalia Praecepta, 145b-146a)

1960’ların sonunda ve 1970’lerin başlarında rock tanrıları birer Orpheus’a dönüşmeye başlamışlardı: Müziğin oğul tanrısı Orpheus, ilham perisi ve eşi Eurydike’yi nasıl taparcasına seviyorsa (onu yer altından kurtaracak kadar) bu dönemde de “kadın” imgesinin ilham periliği gibi belirli rollerde görüldüğü bir dönemece girilmişti. Ana tanrıçalar büyülerinden ziyade kimlikleriyle geri gelmişlerdi. Tabii bu sevgi, pragmatik bir tavır da barındırıyordu: Neticede ilham perinizi, ilhamınız için seversiniz. Bu sevgi, bir ana rahmine dönüş cereyanını beraberinde getirdi. Elbette burada bu kez de Soğuk Savaş’ın senelerce devam ettirdiği belirsizlik evreni etkiliydi. Bu sebeple 60’ların sonunda ve 70’lerin başında daha mistik tınılarla, uzun sololarla, klavye ve Güneydoğu Asya çanları gibi enstrümanların da devreye girmesiyle daha aşkın tınlayan bir alt janra olan psikedelik rock3 ve ardından progresif metal, belirli bir uzun ya da kısa dönemde patlama yaşamayıp tıpkı Soğuk Savaş gibi stabil, mütevazı bir ivmeyle 90’ların sonuna kadar kapsama alanını korudu. Pink Floyd, Jefferson Airplane, Cream, Van Morrison, Jethro Tull, Alan Parsons, Status Quo gibi grupların resmî kuruluş ve gerek ayrılarak gerek de ölümlerle dağılanlar için çözülüş tarihlerine baktığımızda 60’ların ortasından 90’ların ortasına uzanan bir hattı görürüz. Buradaki psikedelik tınılarla birlikte sözler, daha kişiseldir artık. Bireysellikten ziyade kişisellikle tanımlanabilecek bu sözler, toplumdan kopuk değildir, aksine algıları daha da açılmıştır fakat makro tarihlere değil de mikro kişisel anlatılara (örneğin kaybedilen arkadaşların ağıtvâri hikâyelerine) ve psikolojik çıkarımlara yönelir. Dünyanın gerginliği, göksel babalarının da artık pek müdahalede bulunamadığı bu karmaşık evrende “asılı kalan” oğulları sıcak bir kucaktan da ziyade başladıkları yere, karanlık ve güvenli rahme yahut Mezopotamya’nın ilksel denizi (baş tanrıçası) Nannu’ya, Mısır’ın ilk doğum adasının palmiyesine ve lotus çiçeğine götürüyordu. Psikedelik sanatla aynı anda ilerleyen ve yer yer belirli nevrozları da içeren bu bir yönüyle psikotik ekol, daimî bir bekleyişti. “Kişi hâlâ anneye bağlıdır. (…) Sonsuza dek dışarıda, ana rahminin eşiğinde oturarak.” der Henry Miller Kendisinin etki alanını ve dönemini göz önünde bulundurduğumuzda bir erkek kardeşler birliğinden mistik bir bütünleşmeye evrilen rock serencamını daha iyi anlayabiliriz.

“Şeytan bunun neresinde?”

Yazının hitamına gelmişken “Kötülük bunun neresinde?” sorusu gelebilir akıllara. “Arayışımız, kötülük yönünde değil ki, Fransız Devrimi’nden bu yana gerek sıcak temas ile gerekse soğuk bir global gerginlikle ve veraset savaşlarıyla uzayıp giden değerler kaybının getirdiği genel bir ‘şer’ ortamında ehvenişer arayışı.” derim ben de. Rock ve metal müziğin -günümüzün dijital müzik evreninde eski popülerliğini yitirmiş olsa da- bu kadar uzun seneler gözde olmasının sebeplerinden biri de aslında dönem temsilinin yanı sıra sürekli bir gelecek projeksiyonunda bulunmasıdır. Her alt janra -ki başka bir müzik türünde bu kadar fazla alt tür yoktur, zannediyorum- birer tiyatro maskı gibidir, kimi sade kimi süslü, girlandlı… Her biri yüklü ve türlü rollere bürünür ve orkestra binasını geride bırakıp sahneyi terk edene kadar rolde kalır; belki sahneyi terk edip dinleyiciye, hayata, agoraya karıştıktan sonra bile.

Ne Faust, ne Jung, ne Baudelaire, ne de Freud. Yalnızca ses yükseltme bağlamında, günlük meşgalelerin ve hızlı kapitalizm evreninin içinde insanın coşkun ve aşkın yanını gerek sahih gerek gayri sahih araçlarla yeniden keşfetme çabasıdır belki de tüm mesele. Zira tekinsizlik hâli, birkaç nesli birden, bitkinliğinden ve bıkmışlığından bir üretim çıkarmaya itmiştir ve rock müzik de bir itiraf, günah çıkarma hücresi temsilidir: Yine Waters’ın “The Final Cut”ta terennüm ettiği gibi: “I never had the nerve to make the final cut.” (“Son kurguyu yapacak cesareti hiç bulamadım kendimde.”)

*Bu hitamla birlikte yasal bir uyarı yapıp “disclaimer” vermeliyim: Bu yazıda tartışmaya açılan konular üzerinden bahsi geçirilen gruplar ya da isimler, tüm toplumsal serencama rağmen yazar tarafından senelerdir sevilerek dinlenmektedir. Dolayısıyla ben de “iyi müzik”in üretime ve hayal gücüne sevki bahsini savunan hipotezi yerinde bulmuş oluyorum. Ayrıca bağlam dâhilinde yalnızca bazı gruplara yer verilebildi, dolayısıyla örneğin, güçlü kadın vokalli, kadın baslı gruplara ya da doğrudan kadın bestecilere veyahut tamamı “female headbanger” lardan oluşan gruplara değinilemedi ve bu, bir başka uzama ve zamana bırakıldı.

Bartolomeo Altomonte - The Four Seasons Paying Homage to Chronos
Bartolomeo Altomonte - The Four Seasons Paying Homage to Chronos

1. Bu klibin yönetmeni, o dönemlerde grotesk unsurlarla bezenmiş siyah-beyaz klip ekolünü Türkiye’ye taşıyan, aynı zamanda Orhan Atasoy’un, bir kült haline gelen “Gemiler” parçasının klibinin de yönetmeni Umur Turagay’dı.

2. Bu mesele için “Sağlıklı ama monoton beslenme mi yoksa yer yer sağlıksız, hızlı fakat çeşitli beslenme mi?” sorusuyla indirgemeci analojiler de kurulmuştur.

3. Bu noktada Pink Floyd’un “Live at Pompeii” kaydına referans vermeliyim, özellikle Roger Waters’ın gong -Asya çanı, diyelimile “dansı”na bakılabilir

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım