Ramallah'ta bir an

'İsrail hükümeti aldıkları tedbirleri terörle mücadele için almaya mecbur olduklarını ileri sürüyor. Aldatıcı bir iddia bu.'
'İsrail hükümeti aldıkları tedbirleri terörle mücadele için almaya mecbur olduklarını ileri sürüyor. Aldatıcı bir iddia bu.'

Bazı ağaçların -özellikle de dut ve muşmula ağaçlarının- anlatmaya devam ettiği bir öykü vardır; uzun zaman evvel, başka bir hayatta, Nakba’dan önce, Ramallah’ın varlıklı kişiler için bir dinlence ve rahatlama kenti, sıcak yaz vakti yakınlardaki Kudüs’ten gelenlerin inzivaya çekildiği bir yer, bir sayfiye mekânı olduğuna dair bir öyküdür bu. Nakba demek, 1948’de on bin Filistinlinin öldürüldüğü, yedi yüz bin Filistinlinin de ülkesini terk etmek zorunda bırakıldığı “felaket” demektir.

John Berger.
John Berger.

Uzun zaman önce, Ramallah’ta yeni evli çiftler birlikte geçirecekleri geleceğin işareti olarak bahçelerine gül ekermiş. Alüvyonlu toprak da bu güllere uygunmuş.

Bugün artık Filistin Yönetimi’nin başkenti olan Ramallah’ın merkezinde insanların ölmeden önce çekildiği ve küçük posterler hâlinde yeniden basılan fotoğraflarıyla kaplanmamış tek bir duvar bile yok. Fotoğraflar 2000 Eylül’ünde başlayan İkinci İntifada’nın şehitlerine ait. İsrail ordusu ile İsrailli yerleşimciler tarafından öldürülenlerin ve intihar şeklinde düzenlenen karşı saldırılarda canını feda etmeyi seçenlerin hepsi orada. Yüzleri, karmaşık sokak duvarlarına şahsi kağıtlar ve resimlerle dolu bir cüzdan sıcaklığı kazandırmış. O cüzdanın bir gözü, İsrail güvenlik teşkilatları tarafından verilen ve Filistinlilerin o olmadan birkaç kilometre bile öteye gidemediği manyetik bir kimlik kartına ayrılmış, diğer gözü ise ebediyete. Duvarlardaki posterlerin etrafı kurşun ve şarapnel izleri yüzünden yara bere içinde.

Cüzdanların birkaçında yaşlı bir kadının fotoğrafı var, belki de birilerinin büyükannesi. Ergenlik çağının henüz başlarında erkek çocukları, çok sayıda baba da burada. Bu insanların ölümle tanışma öykülerini dinleyince yoksulluğun nasıl bir şey olduğunu yeniden hatırlıyorum. Yoksulluk, sonu neredeyse hiçe varan en zor seçimlere zorlar insanı. Yoksulluk, işte o “neredeyse” ile yaşamaktır.

Yüzleri duvarları kaplayan erkek çocuklarının çoğu, gecekondu semtleri kadar yoksul mülteci kamplarında doğmuş. Okulu, eve para getirmek ya da babalarına işte yardım etmek için bırakmışlar -babalarının bir işi varsa tabii. Birkaçı, yetenekli futbolcu olmanın hayalinde. Hayli fazlası, işgal ordusuna taş fırlatmak için oyulmuş ahşap, burulmuş ip ve kıvrılmış deri parçasından kendisine sapan yapmış. Bu karşılaşmada kullanılan silahlarla ilgili tüm mukayeseler, bizi yeniden yoksulluğun ne demek olduğuna götürüyor. Bir tarafta Apache ve Cobra helikopterleri, F-16’lar, Humvee cipler, elektronik takip sistemleri ve göz yaşartıcı gazlar; diğer tarafta ise sapanlar, cep telefonları, fena kullanılmış Kalaşnikoflar ve en çok da el yapımı patlayıcılar. Aradaki tezadın büyüklüğü, bu kederli duvarlar arasında hissedebildiğim ama adını bir türlü koyamadığım bir şeyi açığa vuruyor. Şayet bir İsrail askeri olsaydım, ne kadar iyi silahlanmış olursam olayım, muhtemelen eninde sonunda, hissettiğim o şeyden korkardım. Kim bilir belki de şair Mürid Barguti’nin söz ettiğidir bu şey:

Yaşayanlar yaşlanır ama şehitler gençleşir.

Duvarlardan üç hikâye. Hüsnü el-Neycer, on dört yaşında. Kaynakçılık yapan babasına yardım3şş etmek için çalışıyormuş. Taş fırlatırken başına isabet eden tek kurşunla ölmüş. Fotoğrafında sakin ve tereddütsüz, orta mesafelerde bir yere bakıyor.

Abdulhamid Harti, otuz dört yaşında. Ressam ve yazar. Gençliğinde hemşirelik eğitimi almış. Yaralıları kurtarmak ve onlarla ilgilenmek için acil sıhhi destek birliğine gönüllü yazılmış. Cesedi hiçbir çatışmanın yaşanmadığı bir gecenin ardından bir kontrol noktasının yakınlarında bulunmuş. Parmaklarını kesmişler. Baş parmaklarından biri gevşek bir şekilde eline asılı kalmış. Bir kolu, bir eli ve çenesi kırıkmış. Vücudunda yirmi mermi varmış.

  • Muhammed ed-Durra, on iki yaşında, Bureyc mülteci kampında yaşıyormuş. Baba oğul arabayla Gazze’deki Netzarim kontrol noktasından evlerine dönmeye çalışırken araçtan inmeleri emredilmiş.

Askerler çoktan ateşe başlamış. Baba oğul hemen beton bir duvarın arkasına saklanmış. Baba orada olduklarını belli etmek için elini sallamış ama onu elinden vurmuşlar. Hemen ardından Muhammed de ayağından vurulmuş.

Baba bu kez oğlu için kendi bedenini siper etmiş. İkisi kurşun üstüne kurşun yemişler ve çocuk ölmüş. Doktorlar babanın vücudundan sekiz mermi çıkarmış ama adam aldığı yaralar yüzünden felçli kalmış, şu an çalışamıyor. Olay filme alındığı için öyküleri dünyanın dört bir yanında tekrar tekrar anlatılıyor.

Abdulhamid Harti için bir resim çizmek istiyorum. Sabahın erken saatlerinde Ayn Kinya köyüne gidiyorum. Köyün ötesinde Bedevilere ait bir kamp var, bir vadinin yakınlarında kurulu. Güneş henüz yakmıyor. Keçiler ve koyunlar aşağı yukarı çadırların arasında otluyor. Kararımı verdim, doğuya bakan tepeleri çizeceğim. Küçük siyahımsı bir çadırın yakınlarında bir kayanın üzerine oturuyorum. Elimde bir not defteri var, bir de bu kalem. Yerde ıskartaya çıkarılmış kulplu plastik bir bardak var, ihtiyaç hâlinde mürekkebime karıştırmak için pınardan birkaç damla su alabileceğim fikrini düşürüyor aklıma.

Bir süre resim çizmekle meşgul olduktan sonra, genç bir adam (elbette, kampın bütün görünmez insanları beni farketmişti.kampta görünmez herkesin varlığımı fark ettiği muhakkak) yaklaşıyor, arkamdaki çadırın girişini çözüp içeri giriyor ve yıpranmış beyaz plastik bir tabureyi kaldırarak çıkıyor; ona göre bu tabure kayadan daha rahat olabilirmiş. Tahminimce genç adam tarafından bulunmadan önce bir pastaneden ya da dondurmacıdan sokağa atılmış olmalı. Teşekkür ediyorum.

Bedevi kampında bu müşteri taburesine oturmuş, güneş havayı daha da ısınmaya ve neredeyse kurumuş nehir yatağındaki kurbağalar vıraklamaya başlarken çizmeye devam ediyorum. Sol tarafımda birkaç kilometre ötedeki bir tepenin başında İsraillilere ait bir yerleşim duruyor. Askeri bir görüntüsü var, sanki her an kullanılmaya hazır biçimde tasarlanmış bir silahın parçası gibi. Ancak küçük ve epey uzakta. Yakınlarda yer alan, bana bakan bir kireçtaşı tepesi, devasa uyuyan bir hayvan kafasını andırıyor, üstündeki kayalıklar hayvanın keçeleşmiş saçındaki çıkıntılar gibi oraya buraya dağılmış. Boyamın yetersizliği aniden canımı sıkınca kupadan ayaklarımın dibindeki toza su döküyorum, parmağımı çamura batırıyor ve rengi hayvan kafasının çizimine sürüyorum. Güneş ortalığı iyice ısıttı. Bir katır anırıyor. Başka bir çizime geçmek için defterimin sayfasını çeviriyorum. Hiçbir şey bitmişe benzemiyor. Genç adam nihayet döndüğünde çizimlerimi görmek istiyor.

Açık duran defterimi kaldırıp gösteriyorum. Gülümsüyor. Bir sayfayı çeviriyorum. İşaret ediyor. “Bizim,” diyor, “bizim tozumuz!” İşaret ettiği benim parmağım, resmim değil.

  • Sonra birlikte tepeye bakıyoruz. Ben fethedilenlerin değil, mağlupların arasındayım, hani şu galiplerin korktuğu mağlupların. Galiplerin ömrü her daim kısa olmuştur, mağluplarınki ise akılalmaz derecede uzun.

Mekânları da farklıdır. Bu sınırlı topraklarda her şey bir mekân meselesidir ve galipler de pekâlâ anlamışlardır bunu. Tutundukları o nefes aldırmayan tahakküm, her şeyden evvel mekânsaldır. Gayrimeşru biçimde ve uluslararası hukuka meydan okurcasına uygulanır, kontrol noktalarıyla, kadim yolların imhasıyla, sadece İsrailli yerleşimcilere ayrılan çevre yollarıyla, civardaki düzlükler için gerçekten gözetleme ve kontrol noktası vazifesi gören kale tepelerdeki yerleşimlerle ve kaldırılana kadar insanları gece gündüz iç mekânlara hapseden sokağa çıkma yasağıyla. Geçen yıl Ramallah’ın işgali sırasında altı hafta süren sokağa çıkma yasağı alışveriş için belirli günlerde birkaç saatliğine “kaldırılmıştı”. Yataklarında ölenleri gömmek için bile yeterince zaman yoktu.

İsrailli muhalif mimar Eyal Weizman, gerçekleştirdiği cesur bir çalışmada, bu toplu karasal hakimiyetin bölge planlamacıları ile mimarların çizimlerinde başladığına dikkati çeker (www.opendemocracy.net’ten bakabilirsiniz). Bu tür çizimlerde “bizim tozumuz”un zerresine bile rastlanmaz. Şiddet, tankların ve ciplerin gelişinden çok önce başlamıştır. Weizman, mağlupların “kendi evlerinde” iken bile gözetlendiği ve altının oyulduğu bir “dikine siyaset”ten söz eder. Bu siyasetin günlük hayat üzerindeki etkisi insafsızlık boyutundadır. İnsan bir sabah kendi kendine “Çıkıp da dışarıyı bir göreyim” diyecek olsa, o an birden durur ve bu “gezinti”nin kim bilir kaç bariyer geçmeye mal olacağını hesaplamaya başlar. Böylece her gün aldığımız en basit karara bir köstek vurulur, ön ayak arka ayağa bağlanır.

Dahası, bu bariyerler günbegün tahmin edilemez şekilde değiştirildiği için zaman deneyimi de bu köstekten nasibini alır. O sabah işe gitmeleri, annelerini ziyaret etmeleri, derse yetişmeleri, doktora görünmeleri ne kadar vakitlerini alır ya da tüm bunları yapıp eve ne zaman dönerler, hiç kimse bilemez. Yolculuk, her iki yönde, otuz dakika da sürebilir dört saat de veya bu güzergâhlar ateşe hazır hafif makineli tüfekler kuşanmış askerler tarafından kati surette kapatılabilir de.

İsrail hükümeti bu tedbirleri terörle mücadele için almaya mecbur olduklarını ileri sürüyor. Aldatıcı bir iddia bu. Nefes aldırmayan tahakkümün gerçek amacı, yerel nüfusun zamansal ve mekânsal süreklilik algısını yok etmektir, ki böylece bu insanlar ya oldukları yeri terk etsinler ya da orada tapulu uşaklara dönsünler. Üstelik burası, ölülerin yaşayanların direnişine yardım ettiği yer. Burası, kadınların ve erkeklerin şehit olma kararını verdiği yer. Bu tahakküm, İsrail hükümetinin mücadele ediyor gibi göründüğü teröre ilham veriyor.

Küçük taşlı bir yol, iri kaya parçalarını geçerek Ramallah’ın güneyindeki bir vadiye iniyor. Bazen kimisi belki de Roma zamanından kalmış eski zeytin bahçelerinin arasından kıvrıla kıvrıla geçiyor. Filistinlilerin civardaki köylerine varmak için tek çaresi bu taşlı yoldan geçmek (hangi araba olsa çok zorlanır). Asıl asfalt yol ise, artık Filistinlilere yasak, yerleşimlerdeki İsraillilere ayrılmış. Önden yürüyorum, çünkü hayatım boyunca yavaş yürümeyi daha yorucu bulmuşumdur. Çalıların arasında kırmızı renkli bir çiçek gözüme ilişiyor, koparmak için duruyorum. Daha sonra öğrendim ki adı Adonis aestivalis imiş. Yoğun bir kırmızısı var; ömrü, botanik kitabına göre, kısaymış.

  • Baha solumdaki yüksek tepeye gitmemem için bağırarak uyarıyor beni. Birilerinin yaklaştığını fark ederlerse, diye sesleniyor, ateş açarlar.

Mesafeyi hesaplamaya çalışıyorum: bir kilometreden az. Tavsiye edilmeyen istikamette, birkaç yüz metre ötede bağlı bir katır ile bir at görüyorum. Onları teminat belleyip o tarafa doğru yürüyorum. Vardığım yerde iki erkek çocuğu -tahminen sekiz ve on bir yaşlarında- bir tarlada kendi başlarına çalışıyorlar. Küçük olan, toprağa gömülü bir varilden sulama kabına su dolduruyor. İşini bu kadar titizlikle, tek bir damlayı bile dökmeden yapması suyun ne kadar kıymetli olduğunun işareti. Büyük olan ise dolan kabı yüklenip bitkileri suladığı sürülmüş bir araziye iniyor dikkatle. İkisi de yalınayak.

Bitkileri sulayan çocuk başıyla beni işaret ediyor ve arazide sıra sıra dikilmiş yüzlerce bitkiyi gösteriyor gururla. İçlerinden bazısını tanıyorum: domates, patlıcan, salatalık. Geçen hafta boyunca dikilmiş olmalılar. Boyları hâlâ küçük, su istiyorlar. Çıkaramadığım bir bitki var, çocuğun dikkatinden kaçmıyor. “Koca ışık,” diyor. “Kavun?” “Şumaam”. Gülüyoruz. İkimiz de -nedenini Allah bilir- aynı anda yaşıyoruz. Ne kadar suladığını göstermek için beni ekin sıralarına götürüyor. Bir an durup etrafımıza bakıyor, savunma duvarları ve kırmızı çatıları olan yerleşim yerine göz atıyoruz. Çenesiyle o tarafı işaret ederken mimiklerinde bir çeşit alay seziliyor, benle paylaşmak istediği bir alay, tıpkı bitkileri sulamadaki övüncü gibi. Yerini sırıtmaya bırakan bir alay, sanki ikimiz de aynı anda, aynı yerde dalga geçmek için anlaşmışız.

Sonra, taşlı yola gerisin geri yürüyoruz. Kısa boylu nanelerden bir demet koparıp veriyor bana. Nanenin keskin tazeliği, soğuk bir suyu yudumlamak gibi, sulama kabındaki sudan bile soğuk suyu. At ve katırın olduğu tarafa gidiyoruz. At eyersiz, dizgini yuları takılı, ama hayvanda ne başlık var ne de gem. Çocuk bana hayali bir alaydan daha etkileyici bir şey göstermek istiyor. Erkek kardeşi katırı sakinleştirirken o da atın üstüne sıçrıyor ve neredeyse hayvanın sırtına atlar atlamaz dörtnala sürmeye başlıyor, at eyersiz, çıktığım yola doğru gidiyorlar. Atın altı bacağı var, dördü kendisinin, ikisi de binicisinin; çocuğun iki eli, altı bacağı kontrol ediyor. Geri geldiğinde yüzünde bir sırıtma, ilk kez utangaç görünüyor.

Bir kilometre ötedeki Baha’nın ve diğerlerinin yanına dönüyorum. Bir adamla konuşuyorlar, çocuğun amcasıymış, kısa süre önce tarha dikilmiş fidanları sulamakla meşgul, yeğeni gibi. Güneş batıyor ve ışık değişiyor. Toprağın kahverengiye çalan sarısı, sulanan yerler daha koyu, şimdi tüm manzaranın ana rengi olmuş. Adam, beş yüz litrelik lacivert plastik varilin dibindeki son suyu da kullanıyor. Lacivert varilin yüzeyindeki on bir yama -delikleri onarmak için kullanılanlar gibi, ama dbiraz daha büyüğü özene bezene yapıştırılmış. Amca, su depolarının bahar suyuyla dolu olduğunu öğrenen, Halamiş yerleşiminden, şu kırmızı çatılı yerleşimden bir çetenin, bir gece kapları bıçaklarla deldiğini ve kendisinin delinen yerleri bu şekilde onardığını anlatıyor. Aşağıdaki taraçada uzanan başka bir varil ise kurtarılamayacak vaziyette. Taraçanın daha da uzak bir köşesinde yaşlı bir zeytin ağacının eğri büğrü kütüğü duruyor, çemberine bakılırsa yüzlerce yıllık, belki de bin yaşında. Amca, bu ağacı birkaç gece önce motorlu testereyle kestiklerini söylüyor.

Mürid Barguti’den bir alıntı daha yapıyorum: “Filistinliler için zeytinyağı yüzyıllardır seyyahın hediyesi, gelinin gönenci, sonbaharın mükafatı, kilerin övüncü ve ailenin servetidir.”

Ardından, Zekeriya Muhammed’in “Gem” adlı şiirini buluyorum. Şiirde, dudaklarından kan damlayan, başlıksız siyah bir attan bahsedilir. Zekeriya’nın atının yanında da bir çocuk vardır, kandan şaşkına dönmüş.

Siyah at ne çiğniyor, diye sorar.

Ne çiğner ki?

Siyah at ısırmaktadır, çelikten dövülmüş bir gem, hatıradan bir gem, dişlemek için, dişlemek için ölene dek.

Bana o kısa boylu naneleri veren çocuk yedi yaş büyük olsaydı, hayatını feda etmeye hazır bir şekilde neden Hamas’a katılabileceğini hayal etmek güç olmasa gerek.

Ramallah’ın merkezinde Arafat’ın enkaza dönen yerleşkesinde paramparça olmuş beton levhaların ve devrilen taş duvarların ağırlığı sembolik bir mahiyet üstleniyor. Tabii ki İsrailli komutanların hayal ettiği şekilde değil. Mukataa’yı içinde Arafat ve ekibi varken kırıp dökmek, İsrailli komutanlara göre Arafat’ın aşağılanmasına dair aleni bir gösteriydi; tıpkı İsrail ordusunun özel konutlara sistematik olarak yaptığı baskın ve aramalarda, domates ketçabını kıyafetlere, mobilyalara ve duvarlara sürüp, daha kötüsünün kapıda olduğuna dair özel bir ihtarda bulunması gibi.

  • Arafat, Filistinlileri belki de diğer dünya liderlerinin kendi halklarına gösterdiğinden bile daha sadık biçimde temsil etmeyi sürdürüyor. Lakin demokratik değil, trajik bir şekilde.

Kırık levhaların ve devrilen duvarların ağırlığı da bundan. Liderliği sırasında FKÖ’nün işlediği çok sayıda kabahat ve civardaki Arap devletlerin kelime oyunları yüzünden elinde hiçbir siyasi manevra kalmadı. Siyasi bir lider olmaktan çıktı. Buna rağmen meydan okurcasına burada. Kimse ona inanmıyor. Dahası, birçok kişi de uğruna canını verebilir. Nasıl oluyor bu? Siyasetçiliği kalmayan Arafat ile Mukataa’nın enkazı, sembolik bir varlığa dönüşmüş, vatanın sembolüne.

Işık gökten tuhaf bir düzenle iniyor ve neyin uzak neyin yakın olduğunu seçilemez kılıyor. Uzak ve yakın arasındaki fark sadece ölçekle ilgilidir asla renk, doku veya kesinlik farkı değil. Bu da insanın kendini konumlandırma şeklini etkiliyor, burada olma algısını etkiliyor. Toprak senle karşı karşıya gelmekten ziyade varlığını senin etrafında tanzim ediyor. Arizona’nın tam tersi. Yanına çağırmak yerine hiç ayrılmamanı öğütlüyor.

İşte ben de buradayım, bir hayali istemeden de olsa gerçekleştiriyorum; Polonya, Galiçya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndaki atalarımdan bazılarının en az iki yüzyıl besleyip büyüttüğü, hakkında konuştuğu o hayali. Ve burada belki de kuzenlerim olan kişilere karşı ve tabii İsrail devletine karşı, Filistin davasının haklılığını savunurken buluyorum kendimi. Kovulanlar ve kovulması planlananlar, bu toprağın atan nabzından ayrılamazlar. Onlar olmadan bu tozun bir ruhu olmaz. Bir mecaz değil bu, bilakis en ağır ikaz.

Riad, marangozluk öğretmeni, çizimlerini almaya gidiyor bir koşu. Babasının evinin bahçesinde oturuyoruz. Baba beyaz atıyla karşıdaki tarlayı tapanlıyor. Riad geri döndüğünde, elindeki çizimleri eskiden kalma metal dosya dolabından almış bir evrak gibi taşıyor. Ağır ağır yürüyor, yolundan çekilmeye çalışan tavuklar ondan daha da ağır. Karşıma geçip oturuyor ve çizimleri tek tek elime bırakıyor. Sert kurşun kalemle çizilmişler, hatıralardan süzülerek, büyük bir sabırla. İşten sonra akşamları, siyahlar istediği kadar siyah olana dek, griler gümüşi kalana dek darbe üstüne darbe vurmuş. Çizimler hayli büyük tabaka kağıtlarda. İçlerinden biri, yerle bir edilen bir evin, yok olan odalara açılan pencerelerin resmi.

Nihayet çizimleri bıraktığımda, köylü yüzlü yaşlı bir adam bana hitap ediyor. “Tavuğun hikâyesini bilir gibisin,” diyor. “Tavuk hastalanınca yumurtlamayı keser. Yapılacak çok az şey vardır. Bununla birlikte, bir gün, gözlerini açar ve ölümün yaklaştığını hisseder. Bir gün, öleceğini fark eder, sonra ne olur? Tekrar yumurtlamaya başlar ve onu ölümden başka hiçbir şey durduramaz. İşte biz de o tavuk gibiyiz.”

Kontrol noktaları İşgal Edilmiş Topraklar’a dayatılmış iç sınırlar gibi bir işleve sahip, normal sınır karakollarını andırmasalar da. Öyle bir şekilde inşa edilmiş ve insan gücüyle donatılmışlar ki geçen herkesi istenmeyen mülteci statüsüne indirgiyorlar. Kimin galip olduğunu ve kimin fethedilen olarak tanınması gerektiğini sürekli hatırlatan bu dekorun tahakkümünün taşıdığı önemi abartmak imkânsız. Filistinliler kendi topraklarında mülteci rolünü oynama aşağılanmasına günde genelde birkaç kez katlanmak zorunda. Karşıya geçmeye niyetlenen herkes, ateşe hazır silahlar kuşanan askerlerin “kontrol etmek” istedikleri kim varsa sataştığı bu kontrol noktalarını yürüyerek aşmak zorunda.

  • Hiçbir araç buradan geçemez. Geleneksel yol yok edilmiş. Yeni mecburi “güzergâh” ise dağılmış kaya parçaları, taşlar ve diğer küçük engellerle dolu.

Sonuç olarak herkes, sıhhatli olanlar bile, karşıya aksaya aksaya geçmek zorunda. Hastalar ve yaşlılar dört tekerlek üzerine yerleştirilen (ve aslında pazarda sebze meyve taşımak için yapılmış olan) tahta arabalara bindiriliyor ve bu işten azıcık bir geçim sağlayan genç adamlar tarafından götürülüyor. Sürücüler çarpmanın etkisini yumuşatmak için yolcularına birer minder veriyor. Yolcularının anlattığı hikâyeleri dinliyorlar. Son havadislerden her zaman haberleri var (bariyerler her gün değişiyor). Tavsiyelerde bulunuyor, ağlayıp sızlıyor ve sundukları ufacık yardımlardan bile gurur duyuyorlar. Bu trajedide koro denen şeye en yakın olanlar belki de onlar. Bazen “işe gidip gelenler” bir baston yardımıyla yürüyor, hatta bazen de koltuk değneğiyle. Normalde arabanın bagajında gitmesi gereken her şeyin, elde veya sırtta taşınabilen yığınlar hâlinde yükseltilmesi lazım. Bir geçiş mesafesi, bir gecede 300 metre ila 1,5 kilometre arasında değişebiliyor.

Filistinli çiftler, bazı modern genç çiftler hariç, genelde toplum içinde belli bir mesafe koyma adabına riayet ediyor. Kontrol noktalarında, her yaştan çift karşıya geçerken el ele tutuşuyor, atacakları her adımda ayaklarını basacakları sağlam bir zemin arıyor ve kendilerine yöneltilen silahların yanından aksayarak yürürken doğru tempoyu hesap etmeye çalışıyorlar, ne çok hızlı -acelecilik şüphe uyandırabilir- ne de çok yavaş: tereddüdün sonu, muhafızların müzmin can sıkıntısını giderdiği bir “oyun”a varabilir.

Bazı İsrailli askerlerin (hepsi değil) gösterdiği bu garezin Euripides’in tanımladığı ve yakındığı zalimlikle pek alakası yok, zira burada eşitler arasında değil, büsbütün güçlü olanlarla ile görünürde güçsüz olanlar arasında bir karşılaşma var. Gelgelim güçlülerin bu gücüne eşlik eden şiddetli bir hüsran da var; yani tüm silahlarına rağmen bu güçlerine açıklanamaz bir hudut çizildiğine dair o keşif.

Biraz euro bozdurup şekel almak istiyorum -Filistinlilerin kendi para birimleri yok. Birçok dükkânın önünden yürüyerek ana caddeye iniyorum ve, zaman zaman, tankların işgalinden önce eskiden kaldırım olan bir yerde sandalyesinde oturan adamın yanından geçiyorum. Adamların ellerinde tomar tomar banknotlar. Genç bir satıcıya yaklaşıp 100 euro bozdurmak istediğimi söylüyorum. (Bu parayla insan kuyumcudan kızına küçük altın bir bilezik alabilir). Satıcı, çocukların kullandığı bir hesap makinesine başvurduktan sonra birkaç yüz şekeli elime tutuşturuyor.

Yürümeye devam ediyorum. Yaş itibarıyla altın bilezikli hayali kızımızın ağabeyi olabilecek bir çocuk, satın almam için sakız uzatıyor. Ramallah’taki iki mülteci kampından birinde yaşıyormuş. Sakızlardan alıyorum. Cüzdanda taşınan manyetik kimlik kartları için plastik kılıf da satıyor. Çatık kaşlarına bakılırsa sakızların hepsini almamdan yana. Öyle yapıyorum.

Yarım saat sonra kendimi bir sebze pazarında buluyorum. Adamın biri elektrik lambası büyüklüğünde sarımsak satıyor. Birbirine yakın pek çok insan var burada. Biri omzuma dokunuyor. Arkama dönüp bakıyorum. Döviz alıp satan adam. Sana 50 şekel az vermişim, işte buyur. Beş tane onluk alıyorum. Seni bulmak zor olmadı, diye ekliyor. Teşekkür ediyorum. Bana bakarken gözlerinde beliren ifade, bir gün önce gördüğümyaşlı kadınının bakışını hatırlatıyor. An dediğimiz şeye verilen muazzam ihtimamın ifadesi. Sakin ve düşünceli, o an muhtemelen son an olabilirmiş gibi. Dövizci daha sonra yanımızdan ayrılıyor ve sandalyesine doğru uzun bir yürüyüşe koyuluyor.

Mervan Bergusi.
Mervan Bergusi.

Yaşlı kadınla Kobar köyünde tanışmıştım. Evi betondan, henüz bitmemiş, yer yer açıklar var. Çıplak salonun duvarlarında yeğeni Mervan Bargusi’nin çerçeveli fotoğrafları asılı. Mervan çocukken, ergenlik çağındayken, kırkında bir adamken. Mervan bugün İsrail cezaevlerinden birinde Eğer hayatta kalırsa, Fetih’in az sayıdaki siyasi liderlerinden biri ve gelecekte sağlam bir barış anlaşması için görüşüne başvurulması gereken bir isim.

Biz limonatalarımızı yudumlarken teyze kahve pişiriyor, torunları bahçeye çıkıyor; tahmini yedi ve sekiz yaşlarında iki erkek çocuğu. Küçük olanın adı Vatan, büyüğününki de Mücadele. Her tarafa koşturuyor, sonra birden durup birbirlerine dikkatle bakıyorlar; sanki bir şeyin arkasına saklanıp ötekinin kendisini fark edip etmediğini anlamak için göz atıyorlar. Sonra yeniden kımıldayıp görünmez başka bir saklanma yerine geçiyorlar.

Üçüncü bir çocuk daha var, dört yaşında. Oğlan çocuğunun yüzünde palyaçolar gibi kızıl ve beyaz lekeler çıkmış; bir palyaço gibi uzak duruyor, hüzünlü, muzip, ne zaman biteceğini bilemez hâlde. Su çiçeği olmuş, misafirlere yaklaşmaması gerektiğinin farkında.

  • Veda vakti geldiğinde teyze elimi tutuyor, an dediğimiz şeye verilen şu özel ihtimam ifadesi onun da gözlerinde. İki kişi masaya örtü sererken örtünün yerini kontrol etmek için birbirlerine bakarlar. O masanın dünya olduğunu düşünün, o örtünün de kurtarmamız gereken hayatlar. İşte öyle bir ifadeydi.

John Berger, 2003 Haziran’ında Ramallah’ı ziyaret etti. Bu yazı, 24 Temmuz 2003 tarihinde London Review of Books’ta yayınlandı.

Çeviren: Elvide Demirkol