Pelinsu ve Ailesine Kâbe’den selam ve dua ile

Dua, edilen bir şeyden, gösterilen, ispat edilen ve hatta etkileşim getiren bir şey hâlini alıyor.
Dua, edilen bir şeyden, gösterilen, ispat edilen ve hatta etkileşim getiren bir şey hâlini alıyor.

Yalnızca ibadet ve dua etmek için ayrılacak zaman, bütün dua isteyenlerin isimlerini tek tek kağıtlara yazıp, fotoğraflarını çekip bunları paylaşarak ve gelecek etkileşimi takip ederek geçirilen zamana dönüşüyor. Dua, edilen bir şeyden, gösterilen, ispat edilen ve hatta etkileşim getiren bir şey hâlini alıyor. Bununla birlikte dua istemek de artık Kâbe’de ismimi kâğıda yazıp fotoğrafını çek ve beni sosyal medyada etiketle anlamına geliyor. Gösteri, geride hiçbir şey bırakmamacasına her duyguya, her eyleme, her kutsala, her hazza sirayet ediyor…

Annem ve babam 90’ların sonu 2000’lerin başında yaptıkları umre ve hac ziyaretlerinden döndükten sonra “Oradayken insanın aklına buradaki hayatı gelmiyor, evlatları bile…” demişlerdi. Ancak yine de birkaç günde bir ankesörlü telefonla sabit ev hattını arayıp hâlimizi hatırımızı sorarlar, iyi olduklarını haber ederlerdi. Annem, “Sizi ne kadar özlediğimi dönüş yolculuğunda anladım.” demişti. Çocuk kalbimin buna biraz kırıldığını söylemeliyim. Biz onların yokluğunu bu kadar hissederken, onlar sadece uçakta bizi hatırlamışlardı demek… Ve fakat daha sonra “oradaki” zamanlarını anlatırken, “oradan” bahsederken yaşadıkları heyecanda, sonra “orayı” ne kadar özlediklerini söylediklerinde gözleri dolduğunda, “orada” zaman ve mekân, “orada” kimlik ve aidiyet hislerinin ne kadar başka olduğunu idrak ediyordum. Ve fakat bahsettiğim, internete erişimin kolay olmadığı ve dahi akıllı telefonların ve sosyal medyanın henüz hayatımıza girmediği yıllardı. Bugün sosyal medyada paylaşılan hac ve umre fotoğraflarını ve hac ve umre ziyareti yapanların birçoğunun neredeyse her an her dakika online oluşunu, bir turistik gezideymişçesine Kâbe ve Mescid-i Nebevi fonlu paylaşımlarını düşündüğümde artık “orada” da tıpkı “buradaki” gibi zaman ve mekân, kimlik ve aidiyet hislerinin bir tarafa bırakılamadığını her an her yerde ve herkesle olma dürtüsünün galip geldiğini söyleyebilirim. Sosyal medya kullanmasalar bile annemle babam bugün gitseler daha önce olduğu kadar tüm aidiyetlerinden sıyrılıp tüm varlıklarıyla “orada” olamayacaklardı belki de…

Guy Debord Gösteri Toplumu kitabında “Geç kapitalizmde tüm yaşam devasa bir gösteri birikimi olarak görünür.” der. “Gösterinin saltanatında kişinin kendini ‘egemen ihtiyaç imgeleri’ yani en nihayetinde her bir bireyin ruhuna, bilinçdışına, jest ve konuşmalarına sinen imgeler dışında tahayyül etmesi zordur. İşte bu yüzden izleyici hiçbir yerde kendini evinde hissetmez, çünkü gösteri her yerdedir.” Bugünün gösteri toplumu, Debord’u haklı çıkarırcasına sahip olunan, gidilen, yaşanılan, hissedilen, yenilen, içilen, sevilen, nefret edilen her şeyi, herkesi bir malzemeye dönüştürüp sunuma hazır hâle getiriyor. Kutsal topraklar da tüketilen ve sunulan gösterinin bir parçası olmaktan kurtulamıyor.

Hacı hacıyı Mekke’de takipçi takipçiyi dakkada bulur

2014 yılından bu yana hacda “selfie çılgınlığı”, tartışmaların konusu oldu. Gazeteler bu hususta iki farklı görüşü benimseyen din adamlarının düşüncelerine yer verdi. Bir taraf, kutsal topraklarda sosyal medya kullanmanın, Kâbe fonlu fotoğrafların, ibadetin ruhuna uygun olmadığını söylerken diğer taraf, bunun ibadetin ruhuna zarar vermeyeceğini ve hatta bu tarz paylaşımların insanları hac ve umre yapmaya teşvik edeceğini savunuyordu. Ancak bu yazının konusu bu tarz paylaşımların uygun olup olmadığını fıkhi açıdan değerlendirmek değil, gösteri toplumunun ibadetleri ve kutsal mekânları nasıl dönüştürdüğünü ve “şeyleştirdiğini” konuşmak…

Henry Lefebvre Gündelik Hayatın Eleştirisi kitabında şöyle der: “Her tüketim nesnesi, tüketimin göstergesi hâline gelir. Tüketici göstergelerle beslenir: tekniğin, zenginliğin, mutluluğun, aşkın göstergeleri. Göstergeler ve anlamlar, duyumsanabilir olanın yerini alırlar. Dev boyutlarda bir ikame etme, yoğun bir aktarım söz konusudur fakat bu döngülerin sersemleticiliği içinde yapılır bu eylem.” Lefebvre’in işaret ettiği noktada bugün hac ve umre temalı sosyal medya paylaşımlarını düşündüğümüzde, paylaşımların, likelanabilir ve takipçiyle etkileşim kurulabilir hale gelmesiyle bu ziyaretlerin de bir tüketim göstergesine dönüştüğünü ve bu sebeple bu göstergelerin ibadetin ve beraberinde getireceği manevi haz ve duyguların yerini ikame ettiğini söyleyebiliriz.

Erving Goffman, Gündelik Yaşamda Benliğin Sunumu kitabında, bir kimsenin belli bir gözlemci kümesi önünde sürekli bulunduğu bir süre boyunca gerçekleştirdiği ve gözlemciler üzerinde biraz da olsa etkisi olan tüm faaliyetleri anlatmak için “performans” sözcüğünü; normalde kişinin performansının, gözlemcilere durumu tanımlamak için genel ve değişmez bir şekilde işleyen kısmı içinse “vitrin” sözcüğünü kullanıyor. Goffman vitrinin standart ögelerini ise şöyle sıralıyor. “İlk olarak önünde, içinde veya üzerinde sürekli sergilenen insan faaliyetlerine ortam ve sahne sunan mobilya, dekor, fiziksel tasarım ve diğer arka plan düzenlemelerini içeren “set” vardır. Bir “set” genelde olduğu yerde (coğrafi anlamda) durur, dolayısıyla performanslarında doğru yere gelene kadar oyunlarına başlayamazlar ve orayı terk ettiklerinde de performanslarını bitirmek zorundadırlar. Yalnızca bazı istisnai durumlarda set oyuncularla birlikte hareket eder; bunu cenaze kortejlerinde, resmi geçitlerde ve kral ve kraliçeleri var eden o rüya gibi törenlerde görebiliriz.” Bugün, bu istisnai durumlara kutsal mekânları ziyareti de ekleyebiliriz.

  • Kişinin kendisini Kâbe’de tavaf ederken yahut sa’y yaparken videoya çekmesi, Müzdelife’de Arafat’ta çekilen selfieler, Kâbe’de namaz kılarken yahut tespih çekerken verilen pozlar ve bu fotoğraf ve videoların sosyal medyada paylaşılarak alınan etkileşimlerden alınan haz, ibadetlerin verdiği hazzın yerini ikame etmekle birlikte bu ziyaretleri bir vazifeden, turistik bir geziye, yeni jargonla bir “deneyime”, bir “performansa” dönüştürüyor

2010’lu yılların başına dek Kâbe’de kameralı telefon taşımak ve fotoğraf çekmek yasaktı. Ancak daha sonra bu yasak etkisini kaybetti ve Kâbe selfieleri hayatımıza girdi. 2017 yılında Kâbe’de fotoğraf çekmek tekrar yasaklandı ancak bu yasak eskisi kadar etkili olamadı ve geçerliğini kaybetti. Kâbe’de fotoğraf çekmenin yasak olmasını anlamlı bulmamakla birlikte, her anın fotoğraflanmasını, sanki fotoğraf çekmek ve bunu bir “gösteriye”, “ben de buraya geldim ve bu ibadetleri yaptım” gösterişine çevirmenin, Mekke ve Medine’nin, manevi anlamda sahip olduğu mesafesinden kaynaklanan “orada olma arzusuna” da gölge düşürdüğünü düşünüyorum. Zira gizem arzuyu ve bu arzu gerçekleştiğinde alınan manevi hazzı güçlendiriyor.

Benzer şekilde Byung- Chul Han da Zamanın Kokusu kitabında şöyle diyor, “Yeni medya ortamları bizzat mekânı fesheder. Hiperlinkler de yolları ortadan kaldırır. Elektronik postanın alıcısına ulaşmak için dağları ve okyanusları aşmasına gerek yoktur. Tam anlamıyla, ‘el altında bir şey değildir’. ‘Ellere’ değil doğrudan gözlere ulaşır. Yeni medya çağı bir içeri doğru patlama çağıdır. Mekân ve zaman Şimdi ve Burada’ya doğru patlar. Her şeyin mesafesi kaldırılır. Mesafesini kaldırmanın yasak olduğu kutsal mekânlar yoktur artık. Kokusu olan mekânlar, görünüşlerini bir kenara ayırarak saklarlar.” Mekke ve Medine’den yapılan paylaşımların, Kâbe’yi bir fon olarak kullanılarak çekilen selfielerin, Kâbe’de diz çökülerek edilen evlenme tekliflerinin ve bunların yayınlanmasının, kutsal olanın, uzakta olanın, kokusu olanın, egzotik olanın, zamandan aşkın olanın üzerindeki perdeyi kaldırarak onu, Şimdi ve Burada’ya ait bir “şey” bir turistik “yer” bir obje hâline getirdiğini/getirebileceğini de düşünmek gerekiyor.

Duanın, edilen bir şeyden gösterilen bir “şeye” dönüşümü

Artık “senin için de dua ettim” demek yetmiyor, edilen duayı ispat etmek ve bir gösteriye dönüştürmek gerekiyor.
Artık “senin için de dua ettim” demek yetmiyor, edilen duayı ispat etmek ve bir gösteriye dönüştürmek gerekiyor.

Bundan çok değil belki birkaç yıl öncesine kadar kutsal topraklara gidecek eş, dost, akrabadan bizlere de dua etmesini ister ve hatta bazen edeceği özel duaları da belirtirdik. Bu yakınlarımız döndükten sonra bizlere de dua ettiklerini, hatta kimi zaman bizler için özel tavaf yaptıklarını söylerlerdi. Ancak son zamanlarda durum “biraz” değişti. Bir furya hâlinde, sanki hac/umre ziyaretinin bir ritüeli gibi, duasına talip olunanlar dua ettikleri kişilerin isimlerini bir kâğıda yazıp Kâbe fonlu fotoğrafını çekerek ve o kişileri sosyal medyada etiketleyip paylaşarak duanın gerçekleştiğini gerçek zamanlı olarak, yalnız dua edilen kişilere değil tüm takipçilerine ilan ediyorlar. Artık “senin için de dua ettim” demek yetmiyor, edilen duayı ispat etmek ve bir gösteriye dönüştürmek gerekiyor. “Bunda ne beis var?” diye sorabilirsiniz. Şöyle düşünelim, yalnızca ibadet ve dua etmek için ayrılacak zaman, bütün dua isteyenlerin isimlerini tek tek kağıtlara yazıp, fotoğraflarını çekip bunları paylaşarak ve gelecek etkileşimi takip ederek geçirilen zamana dönüşüyor. Dua, edilen bir şeyden, gösterilen, ispat edilen ve hatta etkileşim getiren bir şey hâlini alıyor. Bununla birlikte dua istemek de artık Kâbe’de ismimi kâğıda yazıp fotoğrafını çek ve beni sosyal medyada etiketle anlamına geliyor. Gösteri, geride hiçbir şey bırakmamacasına her duyguya, her eyleme, her kutsala, her hazza sirayet ediyor…

Ne diyorlardı: Pelinsu ve ailesine Kâbe’den selam ve dua ile… Ve aleykümselam…