Ol'an
Hiçbir ev, sadece bir evden ibaret değildir.İnşa malzemeleriyle belli ölçülerde çevrelenerek kullanıma açılmış bir boşluk olarak ev, içine onlarca hayatın doldurulduğu yerdir.Örneğin, şu evde ilk ağıdı yankılanan çocukların sevincini kaç kişi paylaşmıştır?
Ya da ince hastalıklara tutulup, nefesleri bir göğekin gibi biçilen delikanlıların acılarını...
Kaç gelin, göz incilerini uzak seferlere çıkmış koç yiğitlerinin yollarına dizmiştir şu pencerelerden?
Kaç ihtiyar, ahirete uğurladığı dostlarının siluetlerini devşirmiştir gıcırdayan kapılarının aralığından?
Fotoğraf sadece evi gösterir.
O evin bir evden daha fazlası olduğunu bilmek, görmeyi bilenin işidir.
Hem mimari dediğimiz şey, bir metafordan ibaret değil midir?
Şeylerin metafiziği yarışabilselerdi, beklemenin metafiziği birinci çıkardı herhâlde.
Çünkü, doğumlardan ölümlere kadar süren bir beklemeler toplamıdır hayat!
Doğuran da doğurulan da önce beklemeyi öğrenir bu yüzden.
Oltasını denize atan bile balığı tutmayı değil asıl beklemeyi öğrenir.
Çünkü nasip, el uzatmadan tutulacak kadar yakın, koşmakla kendisine ulaşılamayacak kadar uzaktır.
Bu yakınlık ve uzaklık paradoksunda kalbini paralamadan nasibe ulaşmanın yolu beklemeyi bilmekten geçer.
Güneş bile karanlığı bekler, tıpkı karanlığın onu beklediği gibi.
Umut umanını bekler.
Ufuk, ufka talip olanı!
Yezd!
Nietzsche’nin hiç görmediği hâlde, felsefesinin en has kelimelerini hasat ettiği toprak!
Toprak, evet! Şehirden söz etmiyoruz çünkü, burada toprağa düşen, topraktan evlerde yaşıyor, ölünce yine toprağa serpiliyor parça parça; hangi sır üzere gelmişse, aynen öyle.
Zerdüşt de bu sadelikten devşirebildiği kelimeleri doldurabilmişti zaten Zend Avesta zarfına.
Tepenin üzerinde gördüğünüz, ölü bedenlerin içine bırakıldığı “Sessizlik Kulesi” yüzünden anlaşamıyorum sadece kendisiyle.
Çünkü, o ad bende “Gözyaşı Kulesi” şeklinde yerleşik bulunuyor.
Hem değirmenci hem değirmen olan kuşların gagalarında oradan toprağa serpilen bedenlerin hâline “gözyaşı” kelimesi sanki daha çok yakışıyor.
Nietzsche’nin, saatler boyunca konuştuğu Zerdüşt’ü anlayamayışının nedeni de burada yatıyor sanki.
Nietzsche, insanın öldüğüne inanıyor.
Zerdüşt ise, ölenin çiçeklenmeye hazır bir tomurcuk olduğuna...
Girona.
Merdivenleri, geçitleri ve dehlizleriyle, bakışı perspektif tuzağına karşı uyaran şehir.
Çünkü Yahudi aklı, perspektifi “örgütlenmiş bakış” olarak kurumlaştırmış burada.
Bu yüzden, yükselişin simgesi olan merdivenler kapanışa, geçitler aydınlık ağıdına, dehlizler demon korkusuna bitişiyor.
Dolayısıyla retinal bakışın ve lensin haince iş birliği de, Girona’da açığa çıkıyor en çok.
İşte şu merdiven!
Erwin Panofsky, ona buradakinin tersinden bakmayı fısıldamasa kulağıma, daralışıyla ve her türlü meçhulle flört eden ölgün ışık çizgisiyle daral verecek yüreğime hemen.
Ben de Panofsky’e kulak verip, tersine çeviriyorum perspektifi bu yüzden.
Böylece bitişi başlangıç, başlangıcı bitiş olan merdiven, asli simgesiyle nişanlanıveriyor yeniden.
... Ve bu hâliyle merdiven açıklığa, yükselişe, son basamağında bizi nurun beklediği sır’ı sırla katedişe dönüşüyor.
Perdesi yırtılan perspektif de, yerini sonsuzluk perdesine bırakıyor.