Okyanus hâlâ orada, herkes kovası kadar alabilir!
İkinci Yeni’nin son temsilcisi, diriliş şairi Sezai Karakoç’u geçtiğimiz ay kaybettik. Bizlere ve gelecek nesillere miras bırakmış olduğu eserleri, onun fikir dünyasını ve sanat anlayışını anlamak için yegâne aracımız. Bunlara ek olarak usta şairi yakından tanıyan, gündelik pratiklerini ve alışkanlıklarını bilen biriyle konuşarak üstatla kurduğumuz ilişkiyi güçlendirmek istedik. Sezai Karakoç’un bir günü nasıl geçerdi? Neden parti kurdu? Genç şairlerden severek takip ettiği biri var mıydı? Röportaj vermeyi sevmeyen usta şairin neredeyse 20 yıldır yanında olan, bir dönem Diriliş Partisi’nin Fatih İlçe başkanlığını yapan Çağlayan Ömerustaoğlu’yla umudun şairi Sezai Karakoç’u konuştuk
Öncelikle hepimizin başı sağ olsun. Özellikle de sizler gibi Sezai Karakoç’un yakınında olanların...
Bütün Ümmet-i Muhammed’in. Kendisi, İslam milleti demeyi severdi. Ümmet diyecekseniz Muhammed'in ümmeti demelisiniz derdi. Hata yapmak istemiyorum, çok titizdi, kavramların üstünde çok dururdu.
Eyvallah. Biz aslında sizin nasıl tanıştığınızı merak ediyoruz?
İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Tanışıklığımız 1983-1984 öğretim yıllarına dayanıyor. Önce eserleriyle, şiirleriyle, özellikle Hızırla Kırk Saati ile tanıştık. Daha yakınında bulunduğum süreç 2008 sonrasıdır. Sezai Bey'le ilgili özel bir kitap dergisi için kardeşlerim de yazı yazmıştı. Cihan Aktaş bizi Fatih’teki Eski Kafa’da buluşturdu. Birlikte yazıların üzerinden geçtik. Kendisi bizim düşünce ve ruh dünyamızın mimarlarındandır. O gün Sezai Bey’in en yakınındaki isimlerden Lütfü Yılmaz Bey ve İlker Bey ile tanıştık. Yüce Diriliş Partisi’ne yeni bir boyut kazandırmak istediklerini anlattılar ve kendileriyle yani üstatla çalışır mıyım diye sordular. Ben de hay hay tabii ki dedim. Bir hafta sonra ne yapacağımı konuşmak için üstadın yanına gittim.
Size ilk sorduğu soruyu hatırlıyor musunuz?
Hiç unutmam, enteresandır: “Metropollü müsün, küçük şehirli mi?” Ordu'nun, Görke ilçesindenim. On yaşında İstanbul'la tanıştım ama liseyi dedemin yanında Ordu’da bitirdim. Küçük şehirli olmayı neden önemsediğini çok düşündüm. Ve birlikte çalıştığımız yıllarda şöyle bir sonuç çıkardım. Metropollerin insanları çok hızlı dönüştürdüğünü, küçük yerleşim yerlerinin ise daha doğal bir hayat sunduğunu düşünüyordu. Küçük şehirlerin medeniyeti sürdürdüğü, taşıdığı yazılarının satır aralarında da hissedilir. Biliyorsunuz Mustafa Kutlu da küçük şehirlerin insanlarını, aydınlarını anlatır daha çok. Adımdan önce bunu sorması beni böyle bir sonuca vardırdı.
Yüce Diriliş Partisi'ndeki göreviniz neydi?
Sandım ki kadın kolları kurulacak, beni de oraya düşündüler. Üstat buna çok karşı çıktı, “Kadın, genç, çocuk kolları diye bir şey yoktur. Bu bir aşağılama biçimidir. Siz Fatih İlçe Başkanı olacaksınız” dedi. Kendisi mülkiyeli zaten. Hak, hukuk konusunda son derece dikkatliydi. İki dönem Fatih İlçe Başkanlığı yaptım. Bu, bana bir siyasi parti kariyeri veya aktivitesinden ziyade üstadı her hafta dinleme şansı verdi. Pandemiye kadar her cumartesi akşamı sohbetleri vardı. Kapısı herkese açıktı. O sohbetleri dinlemek bir yana, yakın çevresinde bulunmak yazılarında olmayan şahsına ait bir takım bilgilere ulaşmamı sağladı. Genelde ziyaretine gelenler mübarek bir insan bakışıyla o kitapların, o şiirlerin yazarı diye sessizce seyrederler. Ben mesleğimin ve yaşımın da verdiği avantajla bir de yakınında olduğum için belli soruları yöneltme ve cevap alma şansına ulaştım.
Üstada sorduğunuz soruları ve kendisinin verdiği cevapları anlatır mısınız?
TRT'de kendisiyle ilgili bir program yayınlanmıştı. Bir Boşnak Türkolog şöyle bir açıklama yaptı: “Sezai Karakoç doğu sorununu çözen adamdır!” Bu cümlesini de “Masal” şiirindeki yedi oğul anlatısına dayandırdı.
Ertesi hafta toplantı bitip insanlar dağıldıktan sonra asistanı ve birkaç arkadaşı yanında kalınca kendisine bunu sordum. O Boşnak Türkologla tanışıp, konuştuğunu söyledi. Katılıyor musunuz sizce bu şiirle doğu sorunu çözüldü mü, dedim. Evet ya da hayır demedi. Sadece “O şiir içeriden bir bakış değil, bir dış bakıştır” dedi. Doğuda bir baba vardır ve orada bir baba olduğunu, baba veya babanın oğulları anlatmıyor. Dışarıdan başka bir anlatıcı anlatıyor. Bunun üstüne “Peki bu dış bakış da doğu sorununun bir cevabı mıdır?” diye sordum. “Bu şiirle doğu sorununa bir cevap verdik mi, vermedik mi, bunu zaman göstersin” dedi. Onun tarzı böyleydi. Kestirip attığı şeyler vardır. Temel ilkeler konusunda taviz vermezdi. Ama sanatın yorumlanması konusunda keskin çizgileri yoktu. Ne anladıysan odur anlamında gülümsedi. Benim için özel olan şeyler bunlar. Fikirlerine, medeniyet düşüncesine zaten eserlerine bakan herkes vakıf olur. Biz bu sohbetlerin hiçbirini kayda almadık. Böyle şeylere son derece karşı olduğu için hiç tevessül etmedik.
Eserlerinden tanıdığınız Sezai Karakoç ile tanıştıktan sonra karşılaştığınız Sezai Karakoç hakkında neler söylersiniz?
Çok daha güzel. Sezai Karakoç'un hayatı da şiirdir. Bazen eserine bakıp tanıdığınız yazarlar ve şairlerle karşılaştığınızda keşke tanımasaydım dersiniz. Sezai Karakoç için iyi ki tanıdım, bu ne büyük bir lütuf dedim. Kendisini zor zamanlarda tanıdık.
Siyasi analizleri, hafızası son güne kadar berraktı. Mesela ben eğitimciyim diye eğitimle ilgili bir olay anlatırdı. Bir okul açılıyormuş, onları da çağırmışlar. O okulun açıldığı bölge, açan hanımefendi, o günkü yaşananlar... Arkadaşlarla bahsettiği olayın tarihini bir hesapladık 64 yıl öncesinden bahsediyor. Günü gününe dakikası dakikasına o günkü fikirleriyle anlatırdı. Kendisini tanıdıktan sonra şuna inandım: Çok dil öğren, çok oku, çok düşün ve üret! Sürekli düşündüğünden onun üretimi hiç bitmedi. Her olayda, işin içinden çıkamadığımız kaotik şeyler olunca yanına koşarak gider “Bu durum nedir üstadım, ne olacak?” diye sorardık. Kendisi kimsenin düşündüğü ya da bizim düşündüğümüz gibi sonuçlar çıkarmazdı. Olayları yüz yıl, bin yıl geriden hem bizim hem de diğer toplumların bakışıyla harmanlar öyle anlatırdı. Bizim için büyük bir kutup yıldızıydı. Hâlâ da öyle...
Üstat Arapça'yı okur, oradan yararlanırdı. Fransızcasını biliyorsunuz zaten, çevirileri var. İngilizcesi ve Türkçesini söylememe gerek yok. İnsan dille düşünür. Bütün bu diller birikimle düşünüp bizi bir sonuca götürüyordu. Dolayısıyla artık o ne düşünürdü, nasıl bir yol izlerdi diye geçtiğimiz yıllardaki düşüncelerine göre bir duruş alacağız. Çünkü ne adına ve niye düşündüğünü biliyoruz. Ve sonuçlarının ne olduğunu, olacağını da biliyoruz. Çıkış Yolu (I-II-III) kitapları var. Okumadıysanız okumanızı tavsiye ederim. O siyasi nutukları ellilerde, altmışlarda yazmış. O günden bugünü okumuş. Bunlar onun siyasi öngörülerini, ferasetini, muttali’ni yansıtması açısından önemlidir. Gündelik siyaseti, derinde yüzmeyi bildiği gibi yüzeyi de çok iyi biliyordu. Bazı insanlar ya çok derindedir gündemi kaçırır ya da aşırı gündemdedir kendini kaçırır. Onun bu ikisi arasındaki dengeyi kurmuş olması aslında özellikle gençler ve hepimiz için ne büyük bir ölçüdür.
Gençlerin ve kadınların cenaze merasiminde sayıca çok olması da herkesi şaşırttı. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu kendisini tanımayanlar için şaşırtıcı olabilir. Üstat kadınlar odaya girdiğinde ayağa kalkardı. Diyelim ki konuştuk bir saat geçti, döneceğiz. Bu arada odaya beyefendiler de girip çıkıyor. Hiçbirine ayağa kalkmaz ama bizim için yine kalkardı. Bu davranışıyla örnek olmak, bakın burada hanımefendiler var, dikkatli der gibiydi. Çok sayıda yapıya girdim, çıktım.
Bu bir kadın olarak gördüğüm bir davranış biçimi değildir. Onun tekliği ve biricikliği sadece şiirlerinde, dizelerinde değildi. O dizeleri de bir tek o yazabilirdi. Çünkü o ruh, o aşk onda vardı. Mesela çalıştığım eğitim kurumuyla Afganistan'a gidecektim. Bir akşam, Üstadım böyle böyle bir durum var diye kendisine danıştım. Bana, hemen rutini boz, dedi. Afganistan'la ilgili de şiirleri var biliyorsunuz. O zaman elli dört yaşında iki yetişkin evladı olan bir kadındım. Özellikle muhafazakâr camiada nereye gidiyorsun bu yaşta, derler. Bayramlarda falan kamuya açık herkes geliyor. Biz de arkada bekliyoruz, odası doluyor, boşalıyor. İlk yaptığı şey hanımlar geldi diye ayağa kalkmak oluyordu. Beyefendiler nitelikli şairler, yazarlar gelip otururlar, hürmeten bir şey sormazlar bana hocam sen sor derlerdi. Hanımlara özel bir nezaketi vardı. Bir soruyu sorduğumda onu saatlerce anlatırdı. Mesela, Üstadım Fransızca yazmışsınız biz Fransızca bilmiyoruz falan diye bir soru sormamı istemişlerdi. “Şiirlerimin geneli Türkçedir ama o onlar öyle geldi, öyle yazıldı” deyip bıraktı. Fazla açmadı, ilhamın o şekilde geldiğini söyleyip sustu. Nedeni her şey olabilir. Ben hemen o an şöyle düşünmüştüm: Fransızları da muhatap almak istemiş.
Monna Rosa şiirinin sürekli gündeme getirilmesi, vefatından sonra bile o hanımın fotoğrafıyla haber yapılması üzerine neler söylersiniz?
- O dönemde birisi Türkiye'den gidip Amerika'da akrostişte adı geçen hanımefendiyle bir röportaj yapmış. Sezai Karakoç röportaj vermiyor tabii. Genç bir insanken bir şeyler yaşamış ve yazmış. Ama ondan sonra da biliyoruz ki tasavvufta aşkın zirvesi olan Leyla ile Mecnun’u günümüzün diliyle yeniden söylemiş. Onu okuyup asıl hikâyenin ne olduğunu çözmüyorlar. Üstada büyük bir saygısızlık.
Bu konu açıldığındaki onun yüz ifadesini hatırlıyorum. Bu kadar yazdım çizdim, eğer beni anlamadıysanız ne diyeyim, der gibi baktı. Aşkı sadece cismileştiren, sürekli pişirip gündeme getiren insanlardan soğumuştu. Bunu yapanları da kesinlikle yanına yanaştırmıyordu. O insanların kulağına mı gitmedi, inadına mı yapıyorlar bilemiyorum.
Kendi de göndermemiş. İlk yayını Cemal Süreya sayesinde oluyor.
Cemal Süreya’ya bu konuda hâlâ kızgındı. Bu şiirin hikâyesine takılanlar, o aşkın ilk hâlindeler, diğer evrelerine hiç geçememişler. Leyla ve Mecnun'u, Hızırla Kırk Saati oku...
Ama bunlar hiç okunmamış, bunlar hiç değerlendirilmemiş. Hep popülarite derdindeler. Saygı gereği okumaları gerekirdi. Bu tip duyarsızlıklara karşı üzgündü, çok kızıyordu. Onun medeniyet yönü, şair yönü, medeniyeti taşıyış biçimi. Hiç kimse konuşmazken onu gündeme getirdi.
Büyüklüğü orada, şiirinde. Sen şiirine odaklan, düşüncesine odaklan. Şunu mu sevdi, bunu mu sevdi? Şimdi bir laf var hani sana ne kardeşim derler. Bir de ondan sonraki hayatı zaten ortada. Gerçekten şiir gibi yaşamıştı. Biliyorsunuz devlette görevli olarak da çalışıyor. O dönemlerde devlet erbabının katıldığı yemeklerde alkol servisi var. Hiç ağzına sürmemiş, bu konuda uyarı da alıyormuş. Sonra kendisi bu ortamlardan rahatsız olduğu için istifa ediyor. Kendini düşünceleriyle çelişmeyecek şekilde konumlandırmış ve öyle de yaşamayı başarmış. Bu anlamda da Mithat Cemal Kuntay'ın Mehmet Akif'i anlatırken bir cümlesi var: “Yıllarca bir yanlışını, eksiğini, görmek için bekledim. Sonunda anladım ki sıkıcı denecek kadar doğru ve gerçekti. Hiçbir şeyini bulamadım.” Ben de Sezai Karakoç için bunu söyleyebilirim.
Sizin şahit olduğunuz kadarıyla bir günü nasıl geçerdi?
Gündüz evindeydi, tabii mahrem alanı. Biz oralara gitmedik. Sadece cenazesinde gittik. Akşam yayınevine veya partiye gelirdi. Konuşmalarını akşam yapardı. Sohbetlerden namaz için kalkar, vakitleri asla geçirmezdi. İnsanlık adına, medeniyet adına konuşmalar yapardı. Bazı konularda yorum yapmazdı. Bazen okullardan kalabalık öğrenciler gelir, umut var olalım mı, diye sorarlardı. Karşılarında umudun şairi vardı zaten. Bunu terennüm ettim diyor, çatı katlarında, bodrum katlarında... Sen hâlâ ona gelip umut var mı üstadım falan diye soruyorsan o da sana hiçbir şey demez, öylece bakar. Yanıma geldiniz de iki satır okuyun der gibi... Suskunlukları da mükemmeldi. Onca yazdığından, konuşmasından hiçbir şey anlamayan susuşlarından anlıyor muydu bilemiyorum. Ama uzun uzun susuşları vardı. Yani klasik bir söz var ya işte okyanus oradadır. Herkes kovası kadar alır. Okyanus hâlâ orada, herkes kovası kadar alabilir.
Genç şairlerden takip ettiği, sevdiği, şunu da okuyun diye işaret ettiği isimler var mıydı?
Onu olumlu ya da olumsuz hiç yapmaz, oraya hiç girmezdi. Bir yazarın şair olup olmadığını zaman gösterir. Hani Fuzuli'ye diyorlar ya “İsminizin iki anlamı var biri benzersiz-tek, biri de gereksiz. Hangisi sizsiniz?” O çağda da var magazinciler. “Ona ben değil zaman karar verecek!” diyor. Nitekim de zaman karar veriyor.
Sezai Karakoç ile tanışmadan önce külliyatını okumuş muydunuz? Tanıştıktan sonra geri dönüp yeniden hangi eserlerine baktınız?
Hepsini okumamıştım. Daha çok şiirlerini, Diriliş dergisindeki yazılarını biliyordum. Gençliğimde Diriliş Neslinin Amentüsü, Diriliş Muştusu serisini okumuştum. Tanıştıktan sonra öncelikle okumadıklarımı okudum. Sonra okuduklarıma tekrar baktım.
Edebiyat hocasıydım, özel dersler de veriyordum. Gençlere anlatırken de yeniden okuma imkânı buldum. Arkadaşlarla da siyaset akademisi kurmak için bir çalışma yaptık, orada da toplanıp okuduk. Baş ucu kitabım Gün Doğmadan’dır. Şiirlerini satır satır okurum. Belli şeyleri gençliğimin berrak aklıyla kavramışım, harikaymış. Bazılarını da hızlı geçmişim. Belki de her yaşın ihtiyacı ayrı olduğundan o yıllarda dikkatimi çekmemiş. Bugünden baktığımda yaşımın birikimiyle yeni şeyler görüyorum. Yüz yıl sonra da dirilsem baksam, yeni şeyler görürüm. Dolayısıyla onda bulunacak, öğrenecek çok şey var. Öğrencilerime de hep söylerim. Okuyorsanız üstüne düşünün. Satır aralarındaki boşlukları bulun. Bir kitabı belli aralıklarla okuyun. Okuyup da hiçbir şey anlamadıysanız bir müddet sonra yeniden dönüp bakın. Sezai Karakoç da bu anlamda tekrar tekrar bakılabilecek bir yazardır. Mesela Sütun serisi pek bilinmiyor. Aynı zamanda her konuşmasında daha önce bilmediğim, kitaplarında olmayan bir şey duyardım. Bugün bilmediğim ne öğreneceğim diye giderdim. “Aydınlar toplumların sigortasıdır” buna çok vurgu yapardı. Toplumunuz için düşünün, okuyun, söz söyleyin derdi. Kendisi de bizim toplumumuzun en büyük sigortalarından biriydi. Şahsiyeti ve eserleriyle öyle de olmaya devam edecek.
Neden parti kurduğu üzerine hâlâ soranlar oluyordur. Bu konuyu nasıl açıklardı?
Müslüman temiz adamdır siyasete bulaşmaz inancı bir aldatmacadır, derdi. Siyaset yönetme sanatıdır, yönetme işine her zaman talip olmalıyız derdi. Partiyi de bunu göstermek için kurduğunu söylerdi. Biliyorsunuz partiler kapatıldığında onun partisi de kapatılıyor. Herkes insan hakları mahkemesine Avrupa'ya başvuruyor. O başvurmuyor. Son derece titiz olduğu için de fikir mükemmel ama parti büyümüyor. Çünkü tek tek herkesi kendisi seçiyor. Günümüz mantalitesinde de bu titizlikle parti büyümez.
Kitaplarının ISBN numarasının olmadığını biliyoruz. Böyle hassasiyetleri de vardı değil mi?
Bu sistemi İsviçre'de bir Yahudi topluluğun kurduğunu ve dünyada basılan her şeyi takip ettiklerini söylüyordu. Üstadım ne yapacaklar ki, diye sorduğumuzda “İstanbul'da yılda kaç tane namaz hocası, cevşen basıldığını biliyor, bunların üzerinden insanlığı yönetmek için politika geliştiriyorlar” demişti. O zaman içimden ne kadar ayrıntı düşünüyor demiştim. Ama bugün son olayları görünce ne kadar haklıymış diyorum. Banka hesabı yoktu. Çek, senet sevmez, nakit çalışırdı. Kendini mümkün olduğu kadarıyla böyle şeylerden korumaya çalışırdı.
Partiye yalnız mı gelip geliyordu? En son ne zaman görüştünüz?
Yanında sürekli bir asistanı vardı ama her işini kendi yapıyordu. Maalesef ben pandemiden önceki bayramda yüzyüze görüşebildim. Pandemi sonrası onu korumak için çok dikkatli davrandık. Geleceğim desem elbette gelme demezdi.
Çok kalabalık olur muydu toplantılarınız?
Cumartesi akşamları yaptığı söyleşilere herkes gelirdi. Gençler çok iltifat ediyordu. İyi ki de gelmişler, onlar için seviniyorum. Ama en çok da kendim için... Her hafta yeniden onarıldığımı, arındığımı hissediyordum. O aynalık var ya, oraya bakıp arınmak, olağanüstü bir şey.
Parti ve yayınevi haricinde sürekli gittiği bir kahve vs. var mıydı? Mesela çay içmeyi sever miydi?
Devamlı çay ve kahve içerdi. Hiç kahve ya da kafeye gitmezdi. “Ben kandan elbiseler giydim. Bundan senin haberin var mı?” mısralarının geçtiği şiiri hatırlıyor musunuz? Gençken Eminönü'nde bir kafede otururken büyük bir patlama olmuş. Birçok insan da vefat etmiş. Sanırım ondan sonra böyle alanlara hiç gitmemiş. Gidecekse de spontane seçer, söylemezdi. O patlamanın kendisiyle de ilgili olduğunu düşünüyordu. Birileriyle buluşacaklarmış, onlar gelmemiş. Yaralanmış orada. Sezai Bey'in şahit olduğu Türkiye ile bugünkü Türkiye çok farklı tabii. O hiç kimsenin telaffuz edemediği dönemde İslam medeniyeti tabirini kullanabilmiş. Kavramlar yasak, ümmet diyemiyorsun. İnsanları çok severdi. Siyaset konuşurken mesela bizler yabancı devletlerin politikalarıyla ilgili biz sert eleştiriler yapıyorduk. Şöyle demişti: “Hayır, halklar masumdur. Yönetim biçimlerini ve devletin siyasetini eleştirin. İngiliz halkını, Amerikan halkını eleştirmeyin. Toplum mimarlığını kimler yapıyor, siz onlara odaklanın.”
Dönüp baktığınızda günlük hayat rutininizin içerisinden bir isim olarak Sezai Karakoç’un en çok özleyeceğiniz bir yönü, bir sözü, bir alışkanlığı var mıdır?
Hemen ilk aklıma gelen bir şeyi anlatayım. Yabancı öğrencilere Türkçe öğretiyordum. Dediler ki; hocam bu gençler okullarını bitirdiler ülkelerine dönecekler. Sezai Karakoç ile tanıştırabilir misiniz? Aslında böyle şeyleri de pek kabul etmezdi. Ama onlar için “gelsinler” dedi. Bir akşam gittik. Sohbet bittikten sonra yanına gidip “Üstadım! Gençler ülkelerine, vatanlarına dönüyorlar. Onlara kitaplarınızda olmayan, seksen yıllık hayat düsturunuzdan ne alıp gitsinler?” diye sordum. Dedi ki; “Hayatta önce yaratıcınızla, sonra da kendinizle bağlantınızı koparmayın. Kendinize yabancılaşmayın. Sizi yaratanla ve kendinizle bağınız devam ettiği sürece insanlıkla, dünyayla ve diğer her şeyle bağınız devam eder. Ama bu bağlardan bir tanesi koparsa gerisini siz düşünün!” Bu, en sevdiğim öğütlerinden biridir. Sadece öğrenciler için değil, benim için de bir öğüttür.