Ok ile yayın așkı: Okumak ve yazmak üzerine bir mülahaza

Okumanın böylesi bir serüveni varken yazmanın geçirdiği evrim bundan daha ilginçtir.
Okumanın böylesi bir serüveni varken yazmanın geçirdiği evrim bundan daha ilginçtir.

Okumak ve yazmak aslında birbiriyle çok yakından bağlantılı iki eylemdir. Kelimelerin kökenlerine baktığımızda da bunu görürüz. Okumak fiilinin kökü “ok”tur. Yazmak fiilinin kökü ise “yay”dır. Türkçemizde y harfi ile z harfi arasında ses değişimi bilinen bir durum. “Yay”dan “yaz”a gelmiştir ki bununla iki farklı yol açılmış, anlam zenginliği oluşmuştur. “Yay”dan yaygı, yayın gibi kelimeler; “yaz”dan ise yazı, yazgı gibi kelimeler türemiştir. Yay kökü esas alındığında yazımıza bahis mevzusu olan ve okumak edimi ile sürekli yan yana anılan yazmak, son harfinde olduğu gibi kalan y harfiyle de bu çağrışımı yapar. Az önce örneğini verdiğimiz yayın kelimesi, aslında yazılmış eserlerin neşrini ifade eder ki bu da ses değişimi neticesinde ortaya çıkan yaz-mak fiili ile aynı semantik alandadır. Diyeceğim odur ki, ses değişimi ile farklı anlam alanlarına kaysa da irtibat ve amaç kopmamıştır.

Her bir tekil eylem, o büyük kitabın fasikülleri gibidir.
Her bir tekil eylem, o büyük kitabın fasikülleri gibidir.

Malum olduğu üzere yay ile ok birbirinden asla ayrılmaz. Birbirini tamamlayan iki şeydir bunlar. Ok olmaksızın yayın bir fonksiyonu yoktur. Öyle ki, kullanılmayan yayın kirişi çıkarılır. Aynı şekilde yaysız okun da anlamı yoktur. Zira ok, ancak yay ile atılır. Tabi bu ilişki bize aynı zamanda okun yay ile atılması hasebiyle bir yönelimi, dahası bir isabet biçimini doğurur. Ok için mutlaka bir hedef vardır. Bu hedefe doğru yönelim, iyi nişan almayı ve isabetli bir atışı gerektirir. Aksi takdirde ok hedefine varmaz ya da yanlış yöne gider. Elmayı vuracakken kişiyi vurur. Tüm bu kök ve anlam zenginliği içinde okumak eylemi, doğal olarak bir kitaba, yazılan bir yazıta işaret eder. Kitap varsa okunacaktır. Başka bir ifadeyle yazı yazılmaktadır ki okunsun. Kişi okuduğunu yazmakta, yazdığını okumaktadır yani. Bu hâliyle kitap/yazıt kaçınılmazdır. Lâkin burada maalesef bir indirgeme yapılmaktadır. Kitap/yazıt denilince akla illa ki hemen iki kapak arasında sayfalarla ciltlenmiş, içinde satırlar bulunan salt bir nesneye işaret eder olmuştur. Bu okumayı da yazmayı da daraltmış olur. Bu yüzden de yönelim ve isabet oranı da hayli düşmüştür. Kitap, yazılandır evet ama kâinatta her şey eylemleriyle, sürekli yeniden dirimlerle yazılagelmektedir hep. Bu bağlamda her eylem bir kitaptır/yazıdır, tamamlanmış bir fiil olarak. Eylemle aslında bir çeşit yazımda bulunmuş oluruz. Yazagelmek şeklinde de anlayabiliriz bunu. Ömür devam ettikçe yazma işlemi de beraberinde devam edecektir. Müslüman gelenekte herkesin bildiği sağ ve sol omuzlarımızda bulunan, her eylem ve söylemlerimizi kayda geçiren “Kirâmen-Kâtibîn” adıyla bahsettiğimiz melekler, aslında bizim yapıp etmelerimizin kaydını oluşturan hoş bir nitelemedir. Nitekim ahirette gerektiğinde tüm uzuvlarımızın buna şahitlik edeceğine dair ayetler, bu yazının da yazmadaki sadâkatın da kanıtını oluşturur. O yazımda asla hilaf şüphe yoktur. Bu aynı zamanda okuma biçimidir ve bizim okuma ile yazmayı ikizler olarak görmemizin de nedenidir. Öyle ki, insan bu yaz(dır)dıklarının karşılığını okuyacak, ona göre muamele görecektir. Yapmak edimi, bu meyanda yazmak demektir; yazmak ise bu işin kalıcılığına da belge olarak tanıklığına da işaret eden önemli bir fiildir. Yapılmakta yani yazılmaktadır, o hâlde yazılıyorsa mutlaka okunacaktır. Yazmak, bir okumanın göstergesidir. Bu demektir ki, insan neyi nasıl görüyorsa öyle okur; neyi nasıl okuyorsa onu yapar/yazar. Okuduğunu yazar/yapar, yazdığını/yaptığını da okur.

Borges, Kum Kitabı.
Borges, Kum Kitabı.

Her bir tekil eylem, o büyük kitabın fasikülleri gibidir. Kişi edimleriyle kendini yazar ve kendinden okur; ama aynı şekilde başkasını da yazar ve başkasından da okur. Yazma da okuma da Borges’in Kum Kitabı ya da Arapların meşhur anlatısıyla Kıssatün Lâ Tentehî (bitmeyen hikâye) olur ve insanın kendi ölümüne kadar devam eder. Ölüm vâki olduğunda “defteri kapanır”. Okunanlar keşişse de okuma biçimlerinin farklılığı kişiler arasında hem grupsal hem derece yönüyle farklılıkları içerecektir. O hâlde yazıyı yazan sadece el ve onun tuttuğu kalem değil, tüm azalarımızdır. Hâliyle kişi bu edimleriyle kendi kitabını oluşturur, dahası kendi bir kitap olur. Kıyamet sonrası okuyacağı gerçek kitap da işte budur.

İkra’ emrinin harflerden ve kelimelerden müteşekkil sahifelere nakşedilmiş yazılı bir metnin okunmasından çok daha önemli ve öncelikli olarak, “okuma-yazma bilen ve bilmeyen” herkesi kuşatıcı şekilde, söyleyiş, içindeki duygu ve düşünceleri ifade ediş anlamını taşıması manidardır.
İkra’ emrinin harflerden ve kelimelerden müteşekkil sahifelere nakşedilmiş yazılı bir metnin okunmasından çok daha önemli ve öncelikli olarak, “okuma-yazma bilen ve bilmeyen” herkesi kuşatıcı şekilde, söyleyiş, içindeki duygu ve düşünceleri ifade ediş anlamını taşıması manidardır.

Bu bireysel yazmalar ve okumalar, toplu yazışları ve okumaları beraberinde getirir. Eğer olacaksa toplumsal mutabakat, bilinç bu şekilde olur. Tabi fark edileceği gibi her kitabın değeri birbirinden farklıdır; zira her edim ve edim sahibi de birbirinden farklıdır. Kitabın kitaba üstünlüğü, edimlerin kıymet derecesi ile ölçülür. Bu da zaten toplumsal yapıda doğal olarak kendini gösterir. Hâliyle tedavülden kalkan kitaplar olacak, yeni yazmalara ihtiyaç duyulacaktır. Zira yaratılış devam etmektedir. Yaratılışın bu sürekliliği, devinimin kendisinden kaynaklanmaktadır. Devinim ise değişimi beraberinde getirir kuşkusuz. Bu da sürekli yeniden yazmayı gerektirecektir. Yeni yazmalar yeni okumalara, yeni okumalar yeni yazmalara zemin hazırlayacaktır. Eskiye rağbet eden ve hala onunla iştigal edenler, pek tabi ki bu süreç içinde kendisi de eskiyecek, “parası geçmeyecek”tir. Yeni yazmalar ve okumalar da elbette her an gözlem üzerinde olan kişilerce gerçekleştirilecektir ki, kişinin feraseti de kitabın azameti de buradan neşet edecektir. Allah’ın elçileri olarak kabul edilen Resullerin/Nebilerin seçkin kişiler olması ve Kitaplarının diğer tüm kitapların içinde ayrıcalıklı bir yerde olmasının nedeni, kendilerinin hem basiret/feraset ehli hem de fazilet/ahlak abidesi/timsali olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu ise masumiyetin ve masuniyetin nedeni olduğu kadar da sonucudur. Bu bağlamda rahatlıkla denilebilir ki, diğer tüm insanlar en fazla Allah’ın adıyla konuşurken, yalnız ve yalnız bu kişiler Allah’ın adına konuşur. Bu da onları seçkin kişiler yaptığı gibi okuma ve yazmalarını da hem üstün hem de kalıcı kılar. Başka bir ifadeyle, onların sözleri, Allah tarafından tasdik ve tashih edilir. Diğer tüm insanların tasdik ve tashih mercii ise birbirleri arasında kendi okumaları ve yazmalarıdır. Dolayısıyla değişken bir hâl taşır. Toplumsal bir bilincin oluşması da buna bağlıdır zaten.

İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü.
İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü.

Okumak, kök itibarıyla ok atmaktır ve bu aslında bir davettir. Ok atılarak toplantı, düğün, cenaze duyurulur ve insanlar bu merasimlere çağrılmış olur. Bu yönüyle toplumsal bir edimdir okumak, bir bilgi havzasında toplanılması ve beraberce kut alınması amacına matuf bir paylaşımdır. İsmet Zeki Eyüboğlu Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü’nde Anadolu halk ağzında okunun “çağrı ve davetiye” olduğunu bu meyanda okuylunun “düğün çağrısı” okumanın “düğüne çağırma”, okucunun “bir düğüne çağıran”, okunculukun ise “düğüne çağırmak için gönderilen armağan” için kullanıldığını belirtir. Bir toplantı için gönderilen çağrıyı da okuntu olarak belirtir.

Bu ok nesnesinden okuma fiilinin ortaya çıkması sanırım sadece Türklere has bir özellik olmasa gerek. Bir yönüyle kumar açısından kâr elde etme bir başka yönüyle de kader/kısmeti belirleme konusunda tabir edilen müşrik Arap geleneğindeki “fal okları” da bu işlev içindi diyebiliriz. Ok, bu yönüyle, bir seçim belirleme açısından okumayı imlemiş olur. Çekilen ok ile gerek kazanç gerek kader meselesinin gündeme gelmesi, “onda/orda bir şey görme” vesilesiyledir. Aynı durum Antik Yunan’da da bulunmaktadır. Kehanet, bilicilik, fal anlamlarına gelen “mantikê” aslen "okumak" anlamına gelse de bu işin zar atma, kura veya kart çekme şeklinde olmasını da belirtir. Bu durum seçenin geçmişi ve geleceğiyle ilgili olarak “rahip” tarafından okunup yorumlanmasına dayanan bir okuma sanatıdır ki her tür fal biçimi bunun göstergesidir.

Bireysel yazmalar ve okumalar, toplu yazışları ve okumaları beraberinde getirir.
Bireysel yazmalar ve okumalar, toplu yazışları ve okumaları beraberinde getirir.

Eyüboğlu, “ok” maddesinde, Türk dilinin birçok kelimesinin kökeni olduğunun iddiasının yanında kimi adların ve boyların kaynağını da buna bağlar. Bu vesileyle bir varsayıma göre diye altını çizerek Oğuz kelimesinin kökeninin ok-uz olduğunu da yazar. Ancak asıl ilginç olan yay kelimesindeki y harfi ile z harfi arasındaki ses değişimine benzer bir değişimdir. Ok ile oğ arasından ses değişimi vesilesiyle kök birlikteliği kuran Eyüboğlu’na göre, “oğ” kelimesinin anlamı “olma-doğ(ur)ma-yaratma”dır. Oğul ya da oğlan kelimesi de yaratılan, doğan anlamlarını buradan alır. Eğer durum böyle ise okumak başka bir açıdan olmak ya da doğurmak anlamında hiç de pasif olmayacak biçimde yaratıcı bir edimdir.

Zaten okumak fiilinin çağırmak anlamını taşıması da aslen bu doğurganlığa ya(t)kındır. Zira “çağlama” ile aynı kökten olan “çağırmak”, içten gelen bir seslenişin dışa yansımasıdır. Nitekim Antik Yunanca’da “mitos” kelimesinin içerdiği anlamlardan okumanın mırıldanarak söyleme biçimini kuşatması gibi Türkçe’deki okumak eyleminde de bir kendilik, kendi kendinelik üzerinden söyle(n)mek anlamı saklıdır. Mitosların, bizim de ortak kabulümüzle, bir ayin formunda okunmaya ya da algılanmaya çalışılması boşa değildir. Buradan hemen Kur’an kelimesinin ilk kök anlamı olarak kabul edilen karae fiilini ve ilk emir olan ikra’ emrini hatırlarsak aynı alan üzerinde çakışma sağlandığını fark ederiz. Bu ayrımın farkına varan Arthur J. Arberry, İngilizce mealinde bu kelimeyi, Türkçe’deki “çığırmak” fiilinden hareketle (çağırmak fiili ile olan ses ve anlam birlikteliğini hatırlayalım) recied kelimesini kullanır. Dolayısıyla ikra’ emrinin harflerden ve kelimelerden müteşekkil sahifelere nakşedilmiş yazılı bir metnin okunmasından çok daha önemli ve öncelikli olarak, “okuma-yazma bilen ve bilmeyen” herkesi kuşatıcı şekilde, söyleyiş, içindeki duygu ve düşünceleri ifade ediş anlamını taşıması manidardır. Bu emre bu tür anlam bir yüklenildiğinde hadislerde geçen Cebrail ile diyalogdaki Peygamberimizin “ben okuma bilmem” ifadesi yazılı bir metne de işaret etmez. Bu yazının konusunu aşan ve kanaatimizce hiç de gerekli olmayan biçimde Peygamberimizin okuma-yazma bilip bilmemesini irdelemek için değildir bu satırlar. Buradaki asıl maksat okumanın anlamıdır ki, yıllar sonra Yunus bunu gerçek anlamıyla “okumaktan mana ne/kişi hakkı bilmektir” dizeleriyle ölümsüzleştirmiştir.

Okumanın böylesi bir serüveni varken yazmanın geçirdiği evrim bundan daha ilginçtir. Bu da başka bir yazının konusu olarak beklemeye almış olalım…

İsmail Doğu - Editör

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım