NâzımHikmet’in unutulmuş anket ve mülakatları - 2
Bu yazıda Nâzım Hikmet’in Doğuş mecmuasının gençlikle ilgili anketine verdiği cevap ile Naci Sadullah’ın yaptığı iki mülakata cevapları dikkatlere sunulmaktadır.
[Geçen sayıdan devam…]
Nâzım Hikmet’in kitaplarına girmemiş bir diğer anket cevabı 1936 yılında Doğuş mecmuasında neşredilmiştir. Nâzım Hikmet, bu ankette dönemin gençleri ve gençlik kavramı etrafında kısa bir cevap vermiştir.
Şairin kitaplarına daha önce derlenmemiş diğer iki mülakatı ise aynı zamanda şairin yakın dostu olan Naci Sadullah tarafından 1936 yılında yapılmıştır ve Son Posta gazetesinde neşredilmiştir. Naci Sadullah’la yapılan ilk mülakatta Nâzım Hikmet’in çeşitli edebiyatçılar ile ilgili hayli ilginç fikirler öne sürdüğü görülmektedir. İkinci mülakat ise Nâzım Hikmet’in o dönemde Orhan Selim müstearıyla Son Posta gazetesinde tefrika etmeye başladığı Kan Konuşmaz adlı romanı merkeze alınarak yapılmıştır. Şair, bu mülakatta Kan Konuşmaz romanından hareketle roman sanatı ile ilgili önemli tespitler yapmaktadır.
Doğuş Mecmuası’nın anketine cevap
“Bu günkü gençliğin heyecanlarıyla faaliyet ve hareketleri, kültür, neşriyat sahasında nasıl buluyorsunuz?” diye sorduk. Bize tereddüt ve çekingenlikle cevap verdiler.
Nazım Hikmet:
“Gençlik sözünden bir şey anlamadım. Ne gençliği? Hangi sınıf ne tabakanın gençliği? İşçi gençliği mi? Esnaf, köylü burjuva gençliği mi? Yoksa sadece nüfus kâğıtlarına göre mi gençlik? Üniversite ve mekteplerde okuyan gençlik bile eninde sonunda bir vahdet değildi ki! Buna rağmen gençlik tabii ile serbest mesleklere girecek olan mektep talebelerinin topunu birden mi kastediyorsunuz? Bunların arasında bir heyecan ve faaliyet vahdeti olduğunu sanmıyorum. Ve zaten mevcut sosyal şartlar içinde böyle bir vahdet olamaz.
Yüksek mektep talebelerinin okuyup okumadıklarına gelince. Bu bir tetkik ve istatistik işidir. Okumuyorlarsa, okumayanlar ekseriyeti teşkil ediyorlarsa bunun sebeplerini derin sosyal köklerde aramak lazım gelir.
Ben kendi payıma ‘top yekûn’ yüksek mektep talebeleri için böyle bir araştırma yapmış değilim. Ve böyle herhangi ciddi bir tetkikten haberim yok ki sorunuza cevap verebileyim.”
Doğuş Mecmuası, 1 Mart 1936, S. 2, s. 8.
En Kuvvetli Şair, Romancı ve Hikâyecimiz Kim?
(Nâzım Hikmet’in Cevabı)
Nâzım Hikmet cevap verirken bizim tasnifimizi beğenmiyor ve yeniden kendisi tasnif ediyor: Tereddide, maziye hasret çekmekte, saçmalamakta, methüsenada vs. de en kuvvetli…
Suallerimiz:
1. Meşrutiyet’ten sonra gelmiş şairlerimizin en kuvvetlisi kimdir? En beğendiğiniz şiiri hangisidir?
2. Meşrutiyet’ten sonra gelmiş romancılarımızın en kuvvetlisi kimdir? En beğendiğiniz eseri hangisidir?
3. Meşrutiyet’ten sonra gelmiş hikâyecilerin en kuvvetlisi kimdir? En beğendiğiniz hikâyesi hangisidir?
Nâzım Hikmet, “en kuvvetli tabiri çok umumi,” diyor ve tasnif ediyor:
Meşrutiyet’ten bu güne kadar yazı yazanlar içinde: 1. Tereddide “en kuvvetli” olanlar vardır. 2. Maziye hasret çekmekte “en kuvvetli” olanlar vardır. 3. Bir incir çekirdeği doldurmayacak kadar basit muhtevaları kelime oyunlarıyla şişirmekte ve karanlıklaştırmakta “en kuvvetli” olanlar vardır. 4. Methüsena işlerinde “en kuvvetli” olanlar vardır. 5. Burjuva ve küçük burjuva ideolojisini vermekte en kuvvetli olanlar vardır. 6. Nihayet bir “inkılapçı”, bir “proleter” edebiyatı sahasında -bugünün şartları içinde- en kuvvetli olanlar vardır. Ve bu işin bir tarafıdır. 6. Bir de sırf teknik bakımından vezinleri en kuvvetle kullanan ve Türkçeye en kuvvetli şeklini verebilen şairler vardır:
Şimdi, böyle bir tasnife göre: 1. Necip Fazıl’ı, Ahmet Haşim’i ve genç şair İsmail Safa’yı 2. Mehmet Âkif’i, Yahya Kemal’i, 3. “En genç şair”lerin çoğunu, 4. Behçet Kemal’i, 5. Ziya Gökalp’ı ve yukarıki sıralara girenlerin çoğunu, 6. “Bir Yıldız Aktı” şairi İsmet Hüsnü’yü, İsmail Suphi’yi sayabiliriz.
Sırf vezinlerini ve lisanlarını iyi kullanmak bakımından da Yusuf Ziya’yı, Orhan Seyfi’yi, Necdet Rüştü’yü, İsmet Hulûsi’yi, Faruk Nafiz’i, Yahya Kemal’i, İdris Ahmet’i ve Mehmet Fuat’ı gösterebilirim.
Meçhul dâhilerimizden birini daha tanımak merakıyla bu sonuncuyu soruyorum.
— O da kim?
Nâzım Hikmet gülüyor:
— O, diyor, şiirlerini getirip bana okur hep… İnkâr edemem ki çocukcağızın hem hece veznini kullanmakta, hem “Öz Türkçe” kelimeleri şiire sokmakta büyük hünerleri var!
— Ya romancılarımız ve hikâyecilerimiz?
— Romancılarımız ve hikâyecilerimiz için de aynı tasnifi yapmak lazım: Ben sayayım, sen yine cetvele bak: 1. Dörtte üçü. 2. Dörtte üçü. 3. Dörtte üçü. 4. Dörtte üçü. 5. Dörtte üçü.
Altıncıya geldik değil mi? Burada da “Emine” romanıyla büyük bir atlama yapan Suat Derviş’i, Sabahattin Ali’yi ve Niyazi Remzi’yi sayacağım. Lisan, dil ve teknik bakımından ise Reşat Nuri’yi, Falih Rıfkı’yı, Refik Halid’i, Aka Gündüz’ü ve Nuri Urgun’u gösterebilirim.
Aynı merakla aynı soruyu tekrarladım:
— Bu da kim?
O yine güldü ve hemen aynı cevabı verdi:
— Bu çocuk, yazılarını getirip bana okur hep… İnkâr edemem ki çocukcağızın teknik işinde ve “Öz Türkçe” kelimeleri yazıya doldurmakta büyük hüneri var.
Naci Sadullah, “En Kuvvetli Romancı, Şair”, Son Posta, 31 Mart 1936, s.7.
“Kan Konuşmaz!”
Orhan Selim'in ilk romanı için Nâzım Hikmet'le bir mülâkat
Nâzım Hikmet’in “Portreler” adındaki kitabında “Orhan Selim” başlıklı bir şiir vardır. Bu şiir şöyle başlar:
- Benim sıska,
- benim cılız,
- benim zavallı çocuğum Orhan Selim!
- Sen
- benim
- ne gözüm,
- ne kolum,
- ne kafamsın:
- Sen
- benim,
- bir kurşun balyası gibi sıska sırtına bindiğim
- ve alnımın teriyle geçindiğim
- ilk
- ve son adamsın!”
Böylece epey uzayan bu şiir şöyle biter:
- “Yalnız unutma bir şeyi
- yorulur da
- ayağın kayarsa eğer
- seni herkesten önce ben
- taşlarım.
- Fakat bugün sende ”
Şimdi siz, günlerden beri, Son Posta sayfalarında, Nâzım Hikmet’in bu “cılız ve zavallı evladı”nın adına rastlayıp dururken kendi kendinize soruyorsunuzdur.
— Acaba Nâzım Hikmet’in bir kurşun balyası gibi sıska sırtına bindiği ve alnının teriyle geçindiği bu cılız delikanlı, adını “roman” denilen koca bir hamuleyi, ayağı sürçmeden sonuna kadar taşıyabilecek mi?
Ben dün, sizin aklınızdan geçen bu suali, Nâzım Hikmet’in ta kendisine sordum.
Nazım Hikmet:
— Hakkın var! diyor. Ve ilave ediyor:
— Orhan Selim bu sefer, beni geçindirmekten daha ağır bir yükün altına girdi. Ve zannederim ki kedi olalıdan beri ilk defa bir av tutmaya çalıştı.
İşlemeye kalkıştığı mevzu bence, üzerinde durulmaya değer bir sahadır.
— Romanın adı “Kan Konuşmaz”. Onun bu tezi müdafaaya kalkışmasına bakılırsa,
kanın konuştuğunu iddia edenler de var?
— “Akıbet gürk zade gürk şevet” mi yoksa, bilmiyorum “mi şevet” mi diye bir söz vardır. Yani “Kurdun oğlu mutlaka kurt olur!”muş. Bu zihniyeti çok daha inkişaf ettirirsek, bugünkü rasizme ulaşırsın.
Rasistler, yani ırkçılar için, ırklar, aşılmaz duvarlarla birbirlerinden ayrılmışlardır.
Yine onlarca, her ırkın bütün fizyolojik ve psikolojik vasıfları, damarlarında taşıdıkları kanla tayin olunur. Yine onlarca, her kan ayrı bir medeniyet yaratır.
Onlar yalnız bu kadarla da kalmaz. Ve mesela ırk nazariyecisi Günther der ki:
“— Dünyanın her tarafında, her kavimde, her ırkta, idare eden sınıfların, idare edilen sınıflardan farklı bir bünye teşekkülüne sahip olduklarını kabul eylemek lazımdır...”
Mesela, garp kavimlerinin yüksek sınıflarında, “Vestefalyen”, “Nordik” yahut “Dinarik” kan çoktur. Halbuki aşağı tabakalar, daha ziyade “Alpin” ve “Balt” kanını taşırlar.
- İçtimaî sınıfların teşekkülünü, psikolojisini bile kanla anlatan bu nazariyenin hangi menfaatleri ifade ettiği üstünde duracak değilim. Çünkü “Alman Faşizmi ve Irkçılığı” adıyla çıkardığım kitapta bu mevzu üzerinde kâfi derecede durdum. Bizim Orhan Selim de bu kitabı okumuş, bilhassa şu Günther’den aldığım cümlenin son kısmı üstünde kafa patlatmış.
O biliyor ki, veraset yolu ile geçen vasıflar inkâr edilmez. Fakat yine biliyor ki, veraset yolu ile geçmeyen bir vasıf varsa, o da “beynin muhtevası”, “düşüncenin akışı”dır.
Aynı içtimaî vaziyet, aynı sosyal sınıfı şartlar, muhtelif fertlerin üstünde, -damarlarında ister bir paşazade “kanını”, ister bir köylü “kanını” taşısınlar,- aynı entelektüel aksülamelleri yapar.
Mesela, Afrika’nın göbeğinden gelen zenci bir bebek, Berlin üniversitesi profesörlerinden birinin evinde yetiştirilsin. Zenci bebek büyüdüğü vakit, ne aslan avından, ne büyücülükten, ne kavga danslarından, ne de bunlardan bir şey anlar. Buna mukabil bir Alman çocuğu, bir Afrika kabilesinin içinde büyütülsün. Görülecektir ki o da Göte’den, Şiller’den, riyaziyeden ve Hitler’den hiç bir şey anlamayacaktır.
Paşa zade bir esnaf muhitinde büyütülsün: Damarlarındaki o “asil”(!) paşa “kanına” rağmen düşüncesinin muhtevası içinde büyüdüğü muhitle tayin olunacaktır. Bir esnaf çocuğu, paşa konağında yetiştirilsin: Yine görülecektir ki üvey paşa babasıyla beraber esnafı ve halkı bir “güruhu lâyüflihun”dan başka bir şey addetmeyecektir. Aynı muhitle insan arasındaki münasebet bir değildir. İnsan, kendisini ihata eden tabiatı, muhiti de istihale ettirerek kendi tabiatını da değiştirebilir.
Ve işte Orhan Selim de bu vakıa üzerinde durmak istiyor. Yazmak istediği eser tezli bir romandır. Fakat bir romandır. Ağır bir ilim kitabı değil. O Türkiye’de, meşrutiyetin ilanından, cumhuriyetin ilanına kadar konkre , tarihi ve muayyen bir muhit ve zaman içinde geçmiş bir hadiseyi, tezinin ispatına vasıta etmektedir.
Orhan Selim’e göre “roman”, bütün kederleri, neşeleri, ihtirasları ve tezatlarıyla, bütün bir hayat parçasını ifade eder. Orhan Selime göre “isbat etmek istediği tez” bizzat hayatın içinde yani realitede mevcuttur. Bundan dolayıdır ki, “Kan Konuşmaz” romanı, sadece mücerret bir iddianın edebiyat yolu ile tarifi değildir.
— Roman hayattan alındığına göre, kahramanları hayatta olsalar gerek?
— Orhan Selim, roman kahramanlarının hepsini tanıdı. Bazılarıyla dostluk etti, bazılarıyla kavga. Onlardan kimi bugün ona düşmandır, kimi dost. Ve kimisi sağdır, kimisi öldü. Mamafih, Orhan Selim, bütün bu tanıdığı insanların macerasından Emil Zolakâri kuru ve pasif bir fotoğraf realizmi yaratmak istemiyor.
— Romandaki belli başlı kahramanlar kimlerdir?
— Romanın merkezindeki kahraman, “Nuri Usta”dır. Bazı edebiyatçılarımız “Nuri Usta’yı, -isminin sonundaki sıfata bakarak-, romanda lüzumundan fazla entelektüel bulacaklardır. Çünkü “Nuri Usta”ları hayatlarında benim kadar değil, Orhan Selim kadar bile tanıyamamışlardır.
Bu romandaki “Gâvur Cemal Hoca”yı ise, “Babıâli” de tanır, “Köprü altı” da, eski Seyrüsefain idaresinin ateşçileri de...
Çünkü o, gemi şaftlarına olduğu kadar yüksek makam sandalyalarına da oturmuştur.
Kan Konuşmaz’da adına Ahmet denilen bir delikanlı vardır, onun sosyal babası “Nuri Usta” ve kan babası “Seyfi Beyefendi”dir.
Romanın bütün düğümlerini çözmemek için bırak da geri kalanları da saymayalım.
Yalnız, sizin gazete, Orhan Selim’in romanından bahsederken, onun şiir ve piyes de yazdığını söyledi. Orhan Selim’in benden gizli işler görmediğini bildiğim için, buna şaştım. Benim bildiğim Orhan Selim, şimdiye kadar yalnız fıkralar yazmış bir adamdır. Ve Kan Konuşmaz’la, edebiyata ilk defa burnunu sokuyor.
Temenni eylerim ki delikanlının bu zorlu işte burnu kırılmasın!
Naci Sadullah, Son Posta, 29 Mayıs 1936, s. 1, 20.