Müslüman olarak bir haftam
2017 yılının mayıs ayında Manchester’da bir konserin bitiminde düzenlenen bombalı saldırının akabindeki bir haftalık zaman diliminde Müslümanlara yönelik nefret suçlarında yüzde 464’lük bir artış gözlendi. Müslümanlara yönelik saldırıları ölçmek, mağdurlara yardımcı olmak için kurulan “Tell Mama” grubunun yöneticisi Fiyaz Mughal, Manchester Arena Konser Salonu’ndaki saldırı öncesindeki 15-21 Mayıs haftasında ülke genelinde 25 İslamofobik nefret suçu işlendiğini, saldırıyı takip eden 23-31 Mayıs haftasında ise bu tür saldırıların sayısının 141’e ulaştığını açıkladı.
Tell Mama’nın verilerine göre bu tür saldırılardan en çok etkilenen kesim, başörtülü Müslüman kadınlardı. Her terör eyleminin ardından sözlü veya fiziksel saldırılara maruz kalan Müslüman kadınların seslerini duyurmak, Müslüman olmayanların onlarla empati kurmasını sağlamak, böylece İngiliz toplumunun farklı gruplarla bir arada huzur içinde yaşayabilmesine imkân tanımak niyetiyle belgesel yapımcısı Fozia Khan harekete geçti.
Manchester saldırısının öncesinde, Birmingham’da bir yıl geçiren ve burada Müslümanlara yönelik saldırılara yakından şahit olan Fozia Khan, İngiltere’de farklı toplulukların aslında paralel yaşamlar sürdürdüklerini göstermeyi amaçlıyordu.
Geniş kitlelere ulaşacak, Müslümanlara yönelik ön yargının ulaştığı boyutları gösterecek cesur ve deneysel bir çalışma yapmak isteyen Khan, normalde Müslümanlarla ilgili bir programı izlemeyen insanlara dahi gerçekleri sert bir şekilde izah edecek bir belgesel çekmek için harekete geçti.
Belgeselde yer alacak kişileri ararken “beyaz” İngilizlerin Müslümanlarla karşılaşmadıkları yahut çok az iletişim içinde oldukları hâlde onlara karşı düşmanca bir tutum içinde olduklarını görmek Fozia Khan’ı oldukça şaşırttı. Pek çoğu medyadan duyduklarının etkisi altında kalan bu insanlar Müslümanları tehdit olarak görüyor ve onlardan korkuyorlardı.
Belgeselin başaktörlerinden biri olarak seçilen Katie Freeman da onlardan biriydi... Bir sağlık çalışanı olan Katie, toplu taşımada gördüğü bir Müslüman’ın yanına oturmayacak, peçeli Müslüman kadınları gördüğünde korkacak kadar keskin ön yargılarla doluydu. Ve fakat yine de bu ön yargıları değiştirecek bir şey yapmak istedi. Bu sebeple ailesinin karşı çıkmasına rağmen, Fozia Khan’ın belgesel projesinde yer aldı.
Manchester’da yaşayan beş çocuk annesi Saima Alvi ise Pakistan asıllı bir Müslüman. İnsanların Müslümanlara karşı kalıplaşmış yargılarını değiştirmek için çabalayan, hem kendi topluluğu hem ülkesi adına çalışan biri. Saima, üç kızı ve küçük çocuklarıyla birlikte bu belgeselde ev sahibi konumundaydı.
Katie Freeman’ın Müslüman bir kadın gibi görünerek bir hafta Saima Alvi’nin evinde kaldığı, bir Müslüman’ın gündelik hayatını yakından izlerken, zaman zaman ötekileştirilmelerine de şahit olduğu My Week as a Muslim (Müslüman olarak bir haftam) adlı belgesel 23 Ekim 2017 tarihinde Kanal 4’de yayınlandı ve akabinde pek çok tartışmanın, eleştirinin odağı hâline geldi. Dilerseniz şimdi Katie Freeman’ın “Müslümanmış” gibi davrandığı bir haftasını yakından seyredelim.
“Müslümanlık” etnik bir kimlik midir?
Katie Freeman büyük ön yargılarla gittiği Saima Alvi’nin evinde oldukça hoş karşılanır. Ömründe ilk kez bir Müslüman’ın evindedir ve hatta ilk kez bir Müslüman’la bu kadar yakınlaşmıştır. İki gün boyunca Saima ve kızlarının gündelik hayatlarını, ibadetlerini seyreder.
İki gün sonunda Saima’nın da tıpkı “onlar” gibi “normal” olduğunu keşfeder. Ailesi Pakistan asıllı olan Saima’nın İngiltere’de doğduğunu, en az onun kadar İngiliz olduğunu ve buna rağmen sokakta “Nereden geldiysen oraya dön” minvalinde saldırılara maruz kaldığını öğrenir.
İkinci günün sonunda Katie programın ikinci aşamasına geçecek ve katılımcı gözlemden tam katılımcı gözlemciye geçiş yapacaktır. Bu sebeple, Müslüman kıyafetlerini giyip, Müslüman gibi görünüp, Saima dışında kimsenin haberi olmadan onun sosyal ortamına dâhil olması gerekir.
Saima’nın yardımıyla Müslümanların kullandığı belli kalıp cümleleri ezberler. Fakat o gece Manchester’da konser bitiminde bombalı bir saldırı düzenlenir ve 23 kişi hayatını kaybeder.
Katie, tüm bakışların Müslümanlara çevrileceği böyle bir zamanda belgesele devam etme hususunda çelişkiye düşer. Fakat Saima asıl böyle bir günde Müslümanların durumunu daha iyi idrak edebileceğini söyleyerek onu ikna eder. Böylece Katie, onu bir “Müslüman’a” dönüştürecek ekiple buluşmak üzere yola çıkar.
- Profesyonel bir ekip tarafından ten rengi koyulaştırılır, kahverengi lensleri, protez burnu ve dişleri de takılır. Başörtüsü ve ferace ile… Taa taam! Katie artık bir Müslüman görünüşündedir. Öyle midir sahi? Müslüman görüntüsüne sahip olabilmesi için Katie’nin ten renginin ve gözlerinin kahverengi, burnunun ve dişlerinin protez olması mı gerekmektedir? Her ne kadar belgeselin yapımcısı Khan, bir Müslüman olarak, çocukluğundan beri amellerin niyetlere göre olduğunu söylese ve niyetinin kimseyi gücendirmek değil, onları eğitmek olduğunu, Katie’nin Saima’nın gireceği topluluktan biri gibi görünüp, o şekilde hissetmesi ve hissettirmesi için böyle bir dönüşümün gerektiğini, ırkçılığa karşı böyle savaştığını iddia etse de belgeselin bu ayrıntısı Müslümanları oryantalist yargılarla karikatürize etmekten öteye gitmez. Bu, yıllardır süregelen “Müslümanlar siyahtır/kahverengidir” yargısının bir devamı niteliğindedir. Müslümanlığın etnik bir aidiyeti temsil ettiği yanılgısıdır.
Müslümanlar da insanmış
Katie, yıllardır hep korkup, varlıklarından rahatsız olduğu “insanlara” benzeyen aynadaki görüntüsüyle karşılaştığında şaşkınlığını gizleyemez. İnsanları dış görünüşleriyle yargılamaması gerektiğini artık anlamıştır.
Saima ile buluşurlar ve birlikte İngiliz Müslümanların düzenlediği yardım gecesine katılırlar. Burada Katie, önceki gün terör saldırısında hayatını kaybedenler için dualar okunduğuna, o gün toplanan yardımın saldırıda hayatını kaybedenlerin ailesine gönderileceğine tanık olur.
Ertesi gün, Saima ile birlikte camiye giderler. Saima Katie’yi başka bir şehirde yaşayan bir arkadaşı olarak takdim eder. Katie de cemaate katılır ve onların hareketlerini taklit ederek namaz kılıyormuş gibi yapar. Saima’nın peçeli bir arkadaşıyla tanışır Katie. Saima önceki günkü saldırıdan sonra neler yaşadığını sorar ona.
Arkadaşı, yürüyüş yapmak için dışarı çıkmasına oğlunun izin vermediğini ve yürüyüş bandı getirip orada yürümesini istediğini anlatır. Katie, “peçeli dahi olsa” bu kadınların gündelik hayatlarının aslında kendi gündelik hayatına ne kadar benzediğini düşünür. O hep korktuğu kadınlar aslında tıpkı “onlar” gibi espri dahi yapabilmektedirler.
Katie, Saima ile birlikte saldırının düzenlendiği, anma törenlerinin yapıldığı, polisin güvenlik önlemi almak için beklediği Manchester Arena’nın önünde, polislere ve hayatını kaybedenlerin yakınlarına çorba ikram eden Müslümanlara yardım eder. Burada Saima’nın arkadaşlarıyla tanışır.
Karşılaştıkları nefret saldırılarını onların ağzından dinler. Saldırıyı düzenleyen terörist Müslüman olsa bile tüm Müslümanları aynı kefeye koyup yargılamanın yanlış olduğunu anlar.
Saima’nın kızlarıyla vakit geçiren Katie, onların erkek arkadaşları olmadığını, yalnızca evlenecekleri kişiyle görüşeceklerini öğrenince büyük bir şaşkınlık yaşar. Saima’nın mühtedi “beyaz” arkadaşı Hatice ise evlenmek isteyen gençlere evlilik görüşmesi yaptırmaktadır.
Katie de bu görüşmelerden birine katılır ve bu şekilde görüşmenin hiç de “doğal” olmadığını gözlemlediğini söyler. O akşam Katie’yi evde bir “sürpriz” beklemektedir.
Saima ve kızları kameranın olmadığı bir yerde onu ev hâlleriyle beklemektedirler. Katie Saima ve kızlarının “aslında” ne kadar güzel olduklarını, tesettürlerinin altında tıpkı “onlar” gibi olduklarını dile getirir ve mutlu olur.
“Onlardan” biri gibi…
Belgeselin son bölümünde, Katie yeni imajıyla birlikte evine, ailesinin yanına gider. Yolda her zaman oturup bir şeyler içtiği barda oturanların sözlü saldırılarına maruz kalır. Her zaman yaptığı gibi sessizce, kimseyi rahatsız etmeden yürüyüp geçtiği hâlde karşılaştığı bu saldırı karşısında ne kadar üzüldüğünü ve kızdığını dile getirir.
Nihayet evine vardığında onu bekleyen eşi, kızı ve annesi büyük bir şaşkınlık yaşarlar. Annesi onun bu yeni görüntüsünü hiç “beğenmediğini”, kızının sanki “onlardan” biri gibi olduğunu söyler.
Katie, Müslümanların aslında ne kadar normal olduklarını dile getirir. Üstelik Saima’nın da en az onlar kadar İngiliz olduğunu, karşılaştığı bu yabancılaştırmayı hak etmediğini, kendisinin de sırf böyle göründüğü için nefret saldırısına maruz kaldığını anlatır. Nihayet ailesi onun bu yeni fakat geçici görüntüsünü kabul ederek ona sarılırlar.
Artık Katie’nin yapacağı tek bir şey kalmıştır, o da Saima’nın Müslüman arkadaşlarına kendi kimliğini açıklamaktır. Saima’nın bütün arkadaşları onun gerçek kimliğini büyük iyi niyet gösterileriyle karşılarlar. Katie artık ön yargılarını geride bırakmıştır. Saima ile dostluklarını devam ettirmek üzere oradan ayrılıp evine döner…
“Beyaz adamın” onayı
Guardian gazetesinin yazarı Rebecca Nicholson, belgeseli, “tüm iyi niyetli çabasına karşın gülünç bir konsept” olarak değerlendirdi ve şunları yazdı:
“Gerçekten İngiltere’deki ırkçılık sorununu anlamak için bu kadar güçsüz ve basit bir önermeye kadar düştük mü? Bu programa göre, ırkçılığın utanç verici bir şey olduğunu anlamamız için, ‘kahverengi’ suratlı beyaz birinin, bir barın önünden geçerken sözlü saldırıya uğramasını izlememiz gerekiyor.
Neden Saima’nın tecrübelerini dinlememiz yeterli değil. Neden izleyicinin sonuca varabilmesi için, yaşananları ancak Katie’nin gözünden izlemesi gerektiğini düşünüyoruz? Katie, program sonunda, kendisi ve izleyicinin anlaması için ‘Bundan başka yol yoktu’ diyor. Eğer gerçekten böyleyse daha gitmemiz gereken çok, çok yol var.”
Belgesele dair yapılan eleştirilerin büyük bir kısmı, benzer bir şekilde Müslüman olmayan “beyaz” bir kadının “kahverengileştirilerek” Müslüman bir ailenin neler yaşadığını göstermesi yerine neden Müslüman bir kadına gizli kamera verilip kendi yaşadıklarını kendi gözünden aktarmadığı üzerineydi.
Fakat belgeselin sonunda görülüyor ki, esas olan, Müslümanlar hakkında keskin ön yargılara sahip Katie’nin yaşadığı değişimin yansıtılması, onun onayıyla Müslümanların da aslında “normal” insanlar olduğunun gösterilmesi ve bunun Müslümanlara yönelik nefret suçlarını azaltacağı düşüncesiydi.
Bu düşüncenin gerekçesinin bir yere kadar haklı olduğuna inanıyorum. Zira tarih boyunca beyaz adamın “ötekilere” “içeriden” bakışı Batı’nın nezdinde daha kıymetliydi.
Lady Montagu’nün Türkiye Mektupları, Demetra Vaka’nın Haremlik kitabı bu içeriden bakışın, beyaz adamın birinci ağızdan “onayının” yankılarının daha büyük olduğunu göstermişti. Bugün Avrupa’da ve Amerika’da yaşayan pek çok Müslüman kadın, pek çok mecrada karşılaştıkları nefret suçlarını haykırmakta.
Fakat onların bu çığlıkları hiçbir zaman My Week as a Muslim belgeseli kadar dikkat çekmediği gibi Müslümanlara yönelik nefret suçlarında da bir değişikliğe sebep olmuyor. Bu sebeple eleştirilerin büyük bir kısmının ikiyüzlülük olduğunu düşünüyorum. O hâlde Rebecca Nicholson’a katılmamak mümkün değil. Daha gidilecek çok, çok uzun bir yol var.