Mîkat’ta bir saman çöpü (İranlı sosyalist yazar Celâl Âl-i Ahmed’in Hac güncesi)
Gözünüz bu sayfaya takıldığında, kısmetse Hac ziyareti için Mekke’ye ulaşmış olacağım. Bu büyük buluşmanın getirdiği “heyecanla” “ya hakkını veremezsem”in gerilimi arasında, Celâl Âl-i Ahmed’in Hac Seyahatname’sini okuyorum. Bir aylık Kudüs seyahatimizde de gene Celâl’in Azrail’in Vilayetine Yolculuk adlı seyahatnamesiyle Kudüs sokaklarında kaybolurken kitabı Türkçeye tercüme etmeye başlamıştık. Henüz Türkçeye çevrilmemiş bu Hac seyahatnamesinin de benzer bir sonu olur mu zaman gösterecek.
Sosyalist yazar olarak bilinen İran’ın en önemli yazar ve düşünürlerinden Celâl Âl-i Ahmed oldukça dindar bir ailenin küçük oğlu olarak Tahran’da doğdu. Din âlimi olan babası, amcaları ve abisi Celâl’in de kendi geleneklerini sürdürüp dinî bir eğitim almasını istedilerse de Celâl gizlice devam ettiği Edebiyat fakültesindeki eğitimi sürecinde dinden tamamen koparak, 1944 yılında İran’da gelişen Marksist akımlardan etkilenip Halk Partisi’ne (Hizb-i Tûdeh) katılıp, Halk Partisi’nin içinde hızla yükseldi. Ancak Celâl partinin İran’ın iç meselelerinden uzak, sadece Sovyetler Birliği ve Stalinci görüşler doğrultusunda hareket ettiğini fark ederek arkadaşlarıyla birlikte 1947’de partiden ayrıldı.
- Bu romantik sosyalist grup, sosyalist bir devlet modelinin ukdesiyle sosyalist bir devlet görünümüyle kurulan İsrail’in kuruluşuna sevinerek İsrail’in davetlisi olarak Kudüs’e gitti. İşte bu seyahat Celâl Âl-i Ahmed’in Kudüs’te Müslüman kimliğiyle yeniden barıştığı ve İsrail’in sosyalist makyajı ardındaki Siyonist yüzü görmesini sağladığı bir dönüm noktasına dönüştü.
Celâl akabinde bunca yılın ardından kendiyle yüzleştiği yirmi üç günlük Mekke ve Medine’ye giderek Hac vazifesini gerçekleştirmiş ve gördüğü her şeyi etkileyici bir dille not ettiği ve Yüce Allah’ın katındaki değersizliğinden mülhem Hasî Der Mîkât (Mîkât’ta Bir Saman Çöpü) adını verdiği günlüğüne şöyle başlamıştı:
21 Ferverdin 1346 / 12 Nisan 1964 Cuma, Cidde
“Sabah 05.30’da Tahran Mihrabâd havaalanından ayrıldık ve 8.30’da buradaydık. Uçakta çaysız ve kahvesiz kahvaltı; ekmek, bir parça tavuk ve bir yumurta. Bir Hacı amca tavuğu yemekte tereddüt ediyor
Helal kesim mi diye emin olmadığını sonradan anlıyorum. Genç bir hostes Fransızca ardından da Ermenice konuşuyor. Fransızca ve Ermenice konuşan Lübnanlı Arap hostes Hacı adaylarına Tahran’dan Cidde’ye eşlik ediyor…
(Yazar bu bölümde uçaktaki çok renkliliğe değindikten sonra sabah havaalanında yaşadıklarını anlatıyor)
“Sabah havaalanında resmen namaz kıldım! Hem de bunca yıl sonra… En son ne zaman kılmıştım kim bilir? Üniversite’nin ilk yılı mı? Bazen gece namazı bile kıldığım o yıllar… Ama secdede mühür taşı (Şiilerin secdede üzerine secde ettikleri yuvarlak taş ç.n.) kullanmayı daha o zaman bırakmıştım ve tekfirin de ilk adımı bu oldu benim için. Hoş hâlâ daha da bu konuda değişmedim. Alnına taş koymanın bir tür riya olduğunu hissediyorum. Riya olmasa da cemaatle aynı renk olabilmek için de böyle bir şeye gerek yok.
Hacca gideceksin ama namaz kılmayacaksın olacak iş mi?.. Uğurlamaya gelen birkaç dost, bana baktıklarında yüzlerinde “Kayıp kuzu sürüye geri döndü.” ifadesini görüyorum. Bilmiyorlar ki o kayıp kuzu kendinden de kaybolmak isteyen bir keçi artık. Bekleme salonundaki görevli delikanlılar bizim kafileye, özellikle de bana biraz tuhaf ve küçümser bir şekilde baktı sanki ya da bana öyle geldi. Çünkü kendimi bu topluluğun arasında garip hissediyorum. Ya kendileri? Usturanın, kravatın, diş macunun hakkını en iyi veren tipler…
Hacılar ise köylüler, pazarcılar, teyzeler, anneler ve tek tük de benim gibiler… Herkes usturalarını, tıraşlarını, bakımlarını, gösterişlerini ardında bırakmış. Her biri bir şeyin izinde; kimi seyahatin, kimi Kâbe’nin, kimiyse kendini keşfetmenin… Pazarcı tiplerden biri kıble bulan pusula getirmiş hemen abdesthanenin ardında kıbleyi buluverdi. Seyahatin ilk deneyimleri!”
(Yazar akabinde uzun uzun otellerden, bakımsız ve kirli odalardan, halkın hijyen eksikliğinden, Suudluların şehir planlaması konusundaki başarızlığından, o zaman bile, İsrail’in zulmünden kaçıp artık geri de dönemeyen Gazzeli seyyar kahve satıcılarının çilesinden ve onlar için duyduğu üzüntüden, uzun otobüs yolculuklarından ve ara ara ağrılarından bahserek Cidde bölümünün sonuna geliyor.)
24 Ferverdin / 15 Nisan Salı, Medine
“Sabah Cennetü’l Bakî’ye gittim ve rahmetli abimden bir iz aradım. Ama bırak abimi imamlarımızdan, peygamberin eş ve çocuklarından bile bir eser kalmamışken, abim kim ki ondan bir iz olsun? Vahhabî geleneklerinin güdümünde bir işaret bile bırakılmamış, sadece kara ve yumuşak toprak, ve 40 yıl önce gelenekleri uğruna yıktıkları mezarlardan kalma, üzerinde kufî kaf harfi kalmış minik bir mermer var.
(Yazar bu kısımda daha önce mezar taşı ve kubbeleri bulunan pek çok sahabe kabrinin Suudların yönetime gelmesiyle yıkılışını anlatırken, bu zihniyetin Mekke ve Medine’yi yönetmeyi hak etmediğini söyleyerek, bir an evvel bu iki şehrin uluslararası İslam şehri ilan edilmesini diliyor ve akabinde, arınıp temizlendikten sonra Mescid-i Nebevî’ye geldiğinde, kendini sosyalist / Marksist olarak tanımladığı döneme yönelik şöyle bir pişmanlığıyla yüzleşiyor.)
Bunca yıl namazlarıma, en çok da esenliğiyle, serinliğiyle, rayihasıyla, insanların çevik hareketleriyle eşlik ettiği sabah namazlarını kaçırdığıma üzgünüm. Güneşten önce uyanınca sanki yaratılıştan önce uyanmış gibi hisseder, her gün karanlıktan aydınlığa evrilen bu günlük döngüye tanık olursunuz; uykudan uyanıklığa, durağanlıktan harekete… Ve bu sabah herkese içimden Merhaba demek geldi üstelik ne namaz kılarken ne de abdest alırken riya olduğunu düşünmedim…”
29 Ferverdin /20 Nisan Cumartesi, Mekke
“Otobüste üçüncü sıradaki ikili koltuklarda bir amcayla kucak kucağa oturan üçüncü kişi bendim. Bir Rabiğ’de ve bir de Muharrem ayına girmek üzere olduğumuz için Halfa Camii’nde biraz durup doğruca yola çıktık. Gecenin karanlığında ne su var ne de tuvalet, otobüsteki ışıklarla kendimizi arındırıyoruz. Medine’de ihramlarımızı giymiştik ve camideki törenden sonra tekrar bindik, ilerledik, ilerledik… Gökyüzü bir tavan mesafesinde ve yıldızlar ne kadar da yakın! Muhteşem bir yakınlık!.. Şiddetli rüzgârla (8-100 km) iyice büzüştük. Yaşlı amcanın uyuklarken az daha ön koltuğa çarpacak kafası da sanki benim mesuliyetimdeymiş gibi; hayatımda hiç bu kadar uyanık olmamıştım; bu kadar tetikte…
Gökyüzünün ve o sonsuzluğun çatısı altında, bildiğim tüm şiirleri kendi kendime mırıldandım ve şafak sökünceye kadar kendime olabildiğince yakından baktım ve bir mîad/randevu ya da biri için değil, sadece “Mîkât” için gelmiş bir “Saman çöpü” olduğumu gördüm. Bu ebediyetti, sonu olmayan zamanın okyanusu… “Mîkât” yaşanan her andı, her yerdi ve sadece kendinle... Çünkü mîadda başkasıyla buluşma söz konusuyken “Mîkât” bu buluşma anının ta kendisidir ve bir tek “kendinle”sindir. Ve O zaman, zındık diye bilinen Şeyh Mihneî ve Bestâmî’nin, Nişabur kapısında, Allah’ın evine giden hacılara “Para keselerinizi bırakın ve etrafımda dönüp sonra da gidin” derken neyi kastettiğini anlıyorsun. Ve anladım ki bu seyahat aslında kendi özünü tanımanın, farklı iklimlerin laboratuvarında, farklı olaylar, karşılaşmalar ve kişiler vesilesiyle kendi sınırlarını ölçüp ne kadar aciz, hakir ve boş olduğunu idrak etmenin başka bir yoludur da.
Aynı Gün Merve-Safa Arasında Say
“Safa” ile “Merve” arasındaki say şaşırtıcı derecede afallatıcı bir ibadet, insanı birden 1400 yıl öncesine oradan da on bin yıl öncesine götürüyor. Temposu (ki asla sallana sallana değil) aksine hızlıca ilerliyorsun. Ve istemsizce bir tırmanma, sandaletlerini ve benliğini bırakarak bir anlık gafletle düşüp ezilme tehlikesi, buğulu gözler ve birbirine kenetlenmiş deste deste, neredeyse büyülenmiş bir şekilde koşturanlar, yaşlıları taşıyan tekerlekli sandalye ve iki kişinin önden arkadan omuzladığı taht-ı revânlar… Bireyin bu büyük toplulukta kayboluşu; peki bundaki sır ne? Ve bu yolculuk…Belki on bin kişi belki de yirmi bin; birlik içinde aynı şeyi yapıyorlar. Peki sen de bu fedakarlığın içinde misin? Onlarla mısın? Yarın için bir şey yapacak mısın? Panik halindeki bir kalabalığın ortasında sıkışıp kalmanın, bir şeylerden kaçmanın baskısını hissettin mi? Panik yerine “kendinden geçmeyi” koy, kaçmak yerine de “avareliği” ve arayışa sığın… Böyle bir kalabalığın ortasında iradesizsin, tam olarak iradesiz. Ve peki birey neydi? Ya iki bin kişinin on binden bir farkı var mıydı?”
8-9 Zilhicce, Arafat
“Mekke’den hareket edip Arafat çölüne ulaşmak tam anlamıyla büyük bir cihattı. İnsan dinî terimlerin anlamını ancak burada öğreniyor. Eskiden olduğu gibi bugün de beklemek, beklemek ve beklemek… Hava çok soğuk ve bütün konuşmalarda konu Cebel-i Rahma’ya geliyor. Yol boyu uzaktan siluetini görebildim. Dağın eteğinde ve üzerinde seyyar el lambaları kıvılcım gibi parlıyor. Buraya Arafat deniliyor çünkü cennetten çıkarılan Âdem ile Havva’nın buluşma yeri. Sabah küçük bir kızın sıcak sesiyle “Haccın kabul olsun, Hacı, Allah kabul etsin Hacı” gibi sözleri olan bir nağmeyle uyandım…
(Celâl Âl-i Ahmed devamında özellike Yemenliler’in erkenden kurbanlarını kesip çadırlarının girişine asışına, Mina’da şeytan taşlamaya ve son tavafa yer verdikten ve git gide insanlar ve çevrede gördüklerinden ziyade kendine odaklanmış bir şekilde son tavafını ele alırken şöyle der.)
“Bugün ikindi vakti son ziyaret niyetiyle Allah’ın evine gittim. “Ziyaret mi”? Hayır. Allah’a ısmarladık demeye mi? “Allah’a Allah’ı ısmarlamak mı? Ona evini ısmarlamak mı?..”
- Celâl Âl-i Ahmed bu ziyaretten birkaç sene sonra, Hac görevini yerine getirmiş, yeniden namaza başlamış, zamanında etkisinde kaldığı tüm ideolojilerden geçip Garb-zedeler ve Entelektüellerin İhaneti gibi Batı’nın ikiyüzlü tutumunu eleştirdiği kitaplarını da ardında bırakmış bir şekilde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.