Mimar olmayan bir mimar: Nail Çakırhan
Gazeteci , şair , siyasetçi ve son olarak da mimar olmayan bir mimarın hikâyesi.
Bu yazıda hani “hayatı film olur” denilen insanlar vardır ya, işte onlardan birinin, Nail Çakırhan’ın hayatının kısa bir özetini okuyacaksınız. Gazeteci, şair, siyasetçi ve son olarak da mimar olmayan bir mimarın hikâyesi.
Nail Çakırhan’a duyduğum şahsi ilgi elbette onun geleneksel bir yapı ustası gibi çoğunlukla ev olarak ürettiği yapılarını tanımamla başladı ancak hayatını öğrendikçe hem hayretim arttı hem de “bazı şeylerin”, “neden öyle olduğuna” dair düşüncelerim yerine oturdu.
Öyle sanıyorum ki özetin özeti bu yazıyı okuduğunuzda siz de Çakırhan’ı daha yakından tanımak, belki de binalarını gidip yerinde görmek isteyeceksiniz.
Nail Çakırhan 1910 yılında, Muğla’ya bağlı Ula ilçesinde dünyaya gelir. Babası mezar taşları üzerinden ailenin on iki nesil öncesine kadar araştırıp, kökenlerinin Arabistan’a uzandığını bulmuştur.
Nail Çakırhan da atalarının, 1522 yılındaki Kanuni’nin Rodos seferi sırasında Ula’dan geçen Yeniçerilerden bölgede kalanlara dayanabileceğini düşünüyor.
Annesi ile babası 1907 senesinde evlendiklerinde, dedesi Hacı Hasan yeni evlilere iki katlı bir ev yaptırır, Çakırhan da işte bu evde doğar. Çocukluk yıllarının Ula’sını şöyle anlatıyor: “Ula üç bin nüfuslu çok güzel bir yerdi. Çok severdim Ula’yı. Yılan gibi kıvrılan upuzun sokakları, bahçeler içinde tek katlı ahşap evleri, ulu ağaçların gölgelediği çarşısı, çocuk gözüyle çok büyük görünürdü bana. Aşağı yukarı herkesin geçim durumu aynıydı. Her şey evde yapılırdı.
Pestil, pekmez, erişte, bulgur, tarhana, her şey... Meyve ağaçları çok boldu. Tarlası, bahçesi yeterli olmayan aileler kollanırdı. Kimse aç kalmazdı. Geceleri ev gezmelerine gidilirdi. Annem ve babam beni de yanlarına alırdı.
Gece yarılarına kadar sohbet yapılırdı. Özellikle ramazanlarda sahura kadar oturulur, yemekler yenir sohbetler yapılırdı. Bu gezmeler yaz kış sürerdi. Dört beş ev ilerimizde geniş bir bahçe içinde büyük bir odamız ve yanında ahır vardı.
Burada konuklar ağırlanır, onlara en güzel yemekler hazırlanırdı. Otel, han olmadığı için burada konaklardı misafirler. Onlar geldikleri yerden haberler getirir, biz de dikkatle dinlerdik. Odalarda bazen ev yapan ustalar da kalırdı.
Rodos’tan Rum ustalar gelirdi, Ermeni ustalar da vardı. Ev yaptırmak isteyenler odaya gelir, pazarlık yapılır, bu ustalara evlerini yaptırırlardı.” Eğitimi küçük yaşta evde başlayan Çakırhan, dinî eğitimde o kadar başarılı olur ki, hocalar ailesine “Bu çocuğu Mısır Cami-i Ezher’e gönderin” derler. Ancak amcasının etkisiyle hocalardan uzaklaşır.
Ortaokul eğitimini Muğla’da yatılı olarak aldıktan sonra annesinin altınlarının satılması sayesinde de liseye Konya’ya gider. Çakırhan Ula’da lise okuyacak ilk çocuk olur. Bu sebeple törenle uğurlanır. Konya’daki edebiyat hocalarından biri Saadettin N. Ergun, diğeri ise Ahmet H. Tanpınar olur. Konya’da henüz lisedeyken Müntehebat, Halka Doğru ve Kervan isimli üç edebiyat dergisi çıkaran Çakırhan,
Kervan’da yayımlanan ilk şiirinde “kadınlara hakaret” gerekçesiyle mahkemelik olur ve beraat eder. Yine lisenin son yıllarında bir başka şiirinde Atatürk’e diktatör dediği iddia edilerek verildiği mahkemeden, bizzat Atatürk’ün talimatıyla kurtulur.
İstanbul’da Tanpınar ve Peyami Safa gibi isimlerle beraber barlara gidecek derecede sıkı fıkı olan Çakırhan, Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali ile de tanışmış, özellikle Nazım Hikmet ile iyi arkadaş olmuştur.
Anne ve babasının etkisiyle İstanbul’da Tıbbiye’ye girer, ancak pek istekli olmadığı bu bölümü Nazım Hikmet’in, “Üç sene sonra ihtilâl olacak, sen bırak Tıbbiye’yi” demesiyle bırakır ve hukuka yazılır. Ardından da yine Hikmet’in isteğiyle Komünist Parti’ye girer. Nazım Hikmetlerin çıkardığı Resimli Ay dergisinde de çalışır. Yaşı diğer üyelere göre genç olduğundan henüz işlerin iç yüzünü net olarak bilmemektedir, bu sebeple tam olarak bilmediği bir nedenden ötürü yakalanarak Nazım Hikmet ve diğerleri ile birlikte Bursa Cezaevi’ne konur.
Cezaevinde on yedi ay kaldıktan sonra çıkar ve İstanbul’da yayıncılık işleri ile uğraşır. Ardından ise Genç Komünistler Kongresi için Moskova’ya gider. Rusya’da yıllarca kalır, komünizmi daha iyi tanır, ülkenin birçok yerini gezer, fabrikada çalışır, Lenin’in mozolesini bile ziyaret eder, hatta bir Rus hanımla evlenir ve çocukları da olur, ancak bebeğin doğmasına bir ay kala Rusya’dan ayrılmak zorunda kalır.
Kısacası komünizmi yerinde, önemli aktörlerini tanıyarak bir SSCB vatandaşı gibi yaşar ve tecrübe eder. Türkiye’ye döndükten sonra önce askerliğini yapar, ardından da İstanbul’da bir kitapçı işletir. Bu dönemlerde, Mina Urgan, Necip Fazıl, Abidin Dino gibi isimlerle vakit geçiren Çakırhan, Arkeolog Halet Çambel ile evlenir.
İlerleyen yıllarda birçok dergi ve gazete çıkarma işleri ile uğraşır ve 20 Haziran 1946’da “Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi”ni dostlarıyla birlikte kurar. Daha sonra parti devlet tarafından kapatılır ve Çakırhan tekrar hapse alınır. Hapisten çıktıktan sonra hastalığı sebebiyle Almanya’ya tedavi olmaya giden Halet Çambel’in yanına gitmeye çalışır, ancak Almanya’ya alınmadığından Paris’te buluşurlar. Bir süre de orada kaldıktan sonra yeniden Türkiye’ye dönerler.
1957 yılında Halet Çambel’in Adana, Karatepe, Aslantaş’ta yaptığı kazıda çıkan eserleri korumak için saçaklar yapılmasına karar verilir. Turgut Cansever’in uygulamasını hazırladığı projeyi yapacak müteahhit bulunamayınca (“Çünkü kârlı bir iş değildi, dereden su beygirlerle, tenekelerle taşınıyordu” –N.Ç.) Çakırhan işi üstlenir.
Kendi deyimiyle Türkiye’deki ilk çıplak beton denemesi orada yapılır. İnşaat yapılırken yöredeki köyde okuma yazma, matematik, Türkçe gibi kurslar verirler, ayrıca bölgedeki eşkıya yoğunluğundan ötürü karakol yapmak isterler, ancak para bulunamayınca, saçak projesinde çalışan işçilere rica minnet karakol binası da yaptırılır.
Karatepe saçakları çok beğenilince Turgut Cansever’in Ağa Han Ödülü kazandığı Türk Tarih Kurumu binası müteahhitlik işini de Nail Çakırhan üstlenir ve yapı 4,5 yılda tamamlanır. İşleri beğenilince Alman Konsolosluğu’ndan gelenler ona Alman Lisesi ve çocuk yuvası işini vermek isterler. İş çok büyük olduğundan biraz çekingen yaklaşsa da işi yine Çakırhan üstlenir ve kendi deyimiyle “o zamanın parasıyla iki yüz bin lira, büyük para” kazanır.
Sene 1968. Başka yapı işlerinde çalışmaya devam eder, ancak doktorlar sağlığının iyi olmadığını, deniz kenarı bir yerde dinlenmesi gerektiğini tavsiye ederler. Bunun üzerine Halet Çambel ile birlikte Çakırhan’ın doğduğu yer olan Akyaka’da bir arsa alırlar. Evi doğduğu köydeki gibi tek katlı ahşap olarak düşünmüştür. Taş ve ahşap için usta arayışına girer, bulduğu ustalar “Sen deli misin? Biz bunları bırakalı çok oldu, artık elimiz o şekilde keser bile tutmuyor. Biz betona yöneldik, onu da bulamıyoruz, köy köy dolaşıyoruz” deseler de, Çakırhan ısrarcı olunca, bu biri çocuk felçli topal, diğeri zar zor gören iki yaşlı ustayla 70 günde iş bitirilir. Başlarda herkes Çakırhan’a deli muamelesi yapsa da sonradan aynı mimaride evler talep ederler.
Kendi deyişiyle “Ben mimar değilim fakat o vakitlerde burada mimari proje çizmeye ihtiyaç yoktu. Ahşap bina denilen şey, çabuk ürer çünkü direkler dikilir, çatkılar yapılır, ondan sonra bakarsınız bina bitmiş. Mesela orada bir binayı 18 günde bitirdim. Dostlar, akrabalar ‘Bize de yap’ dediler, 1983’e kadar 13 senede 18 bina bitirdim.” Ev yapıldığı zaman o bölgede tek evdir. Bu arada Mina Urgan’ın Bodrum’daki yıkık bir binasını da yeniden inşa eder.
İlerleyen yıllarda Akyaka, Datça, Bodrum gibi yerlerde ev ve otel gibi binalar inşa eder. 1983 yılında eve bir mektup gelir. Mektupta, Ağa Han tespit komitesinin Çakırhan’ın kendi evi, Akyaka’da yaptığı bir başka ev ve bir de Marmaris’te inşa ettiği bir evi, dünyadan 400 proje içinde aday olarak belirlediğine dair bir haber vardır.
- Sonrasında Çakırhan kendi evi ile Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü kazanır. Ancak Türk mimarlar “Bu, Türk mimarlığına hakarettir; Nail Çakırhan da kim oluyor; bu adam Türk mimarların dışarı açılmasına, döviz getirmesine engel oluyor” diye kıyameti koparırlar. Şikâyetler Kenan Evren’in kulağına kadar gider. “Bu adam komünisttir” denerek ödül engellenmeye çalışılır ancak Evren “Ödülü biz vermiyoruz, uluslararası bir ödül” diyerek ödülün verilmesine engel olmaz.
Çakırhan Topkapı Sarayı’nda büyük bir törenle ödülünü alır ve bu ödülün kuralları gereği kazandığı 45 bin doların bir kısmını çalışan işçilere verir, diğer bir kısmı ile ise Muğla’daki Kültür Merkezi’ni restore eder. Çakırhan’ın işleri sayıca artarak devam etmekle birlikte, Akyaka’da başkaları tarafından yapılan binalarda da kendini göstermiştir; belediye, binaların “Çakırhan” tarzında yapılmasını teşvik etmiştir. Nitekim Ağa Han’ın da bulunduğu bir toplantıda “Tek ev olarak güzel, ancak bundan ne köy olur ne de kasaba” eleştirisine içerlenen Çakırhan, “Belki şehir olmadı ama köy oldu” demiştir. Evler için para talebinde bulunmayan Çakırhan, “Yüksek para aldığınız zaman birisine satılırsınız, yani birisi size hâkim oluyor.
Ben ancak kendi istediğimi yaparım diye düşündüm, para almadım ama neyle geçindiniz, diyeceksiniz. Ben üç kuruşla geçinebilen bir insanım, ben hayatımda tek başıma gidip de bir terziye elbise yaptırdığımı hatırlamıyorum. Benim bir masrafım yok, eşimse hayatında yüzük takmış, bilezik takmış insan değil. Biz kendi yağımızla kavruluyoruz. Paraya ihtiyaç yok ki” diyor. Bu felsefeyi az eşyalı, minderli kendi evinin düzenlemesinde de görmek mümkün doğrusu.
Son işlerinden biri sayılabilecek, Fethiye’deki 1500 yatak kapasiteli, bir tatil köyü için koca orman arazisinde tek bir ağaç keserek işi tamamlamış. Oysa iş ona gelmeden önce çizilmiş projeler için çok fazla ağacın kesilmesi gerekiyormuş. Çakırhan kendi inşa biçimiyle tatil köyünü evler biçiminde düşünerek bu evleri ağaçlara zarar vermeyecek şekilde oturtmuş.
2008 yılında hayata gözlerini kapayan Nail Çakırhan’ın ömrüne bakınca insan, “Hangi iş yapılıyorsa yapılsın bunun hakkı verilmeli” diyor. İçi boş söylemlerin, peşine düşülen ideolojilerin, alınan eğitimin hakkı verilmezse hayat de yerini bulmuyor sanki. Şu anlaşılıyor ki, eylemler de, yapılan işler de ve hatta dostluklar da ancak ve ancak bir insanın dalları olabiliyor, önemli olan kök ve gövdenin sağlam bir birey veya fert olarak belirmesi. Öyle olursa dallar da serpilip çiçek açıyor.
Çakırhan’ın güzel bir köyde gözlerini dünyaya açması, o köydeki yaşamı, akrabalıkları, dostlukları güzel bulması ve bunun farkında olması, o yaşantıyı küçük ve önemsiz görmemesi, daha sonra avcunun içine düşen yapıcılığın hakkını vermesi ve edindiği müteahhitlik bilgisini aklında ve duygularında yer etmiş güzelliklerle birleştirme çabası, üstelik çalıştığı dönem geleneksel mimarinin tu kaka edildiği bir dönem olmasına rağmen inandığından vazgeçmemesi çok önemli. Hayatını daha yakından tanıdığınızda göreceksiniz ki, ona verilenle yetinmeyen, hangi kurum veya cemiyetin içinde olursa olsun eleştirel bakışını kaybetmeyen bu sebeple de komplekssiz ve kendi bakışı olan bir insanlık tecrübesi sayesinde ortaya çıkmış bütün bunlar.
Komünizmi halk adına olduğu için seven, kendi çocukluğundaki halkın da zaten sosyal manada bu ideolojiyle ortak yanları olduğunu gören ve hayatını da buna göre organize eden ve yaşayan bir insan olmuş Çakırhan.
Bu sebeple de bana göre bu ülkede yapılması gereken mimariye ve olması gereken mimara dair ipuçları vermiş; üzerine düşünülmeyi, tatbik edilmeyi hak eden işler çıkarmış. Bazen “Belki de “mimar” olmadığı için bunu başarmış” diyorum aslında.
Yararlanılan Kaynaklar:
Anılar, Nail Çakırhan, Söyleşi: Erden Akbulut, Tüstav Yayınları, 2008
Doğumunun 100. Yılında, “Geleneksel Mimarinin Şairi” Nail V. Çakırhan,
TMMOB Mimarlar Odası, İstanbul Büyükkent Şubesi, 2011