Mesnevi ve Sylvia ve intihar: İranlı kadın yazarGazâle-i Alizâde
Gazâle-i Alizâde, 1969 yılında İranlı ünlü şair ve ressam Bijan Elahi ile evlenir. Kısa süren bu evlilikten, şimdilerde müzisyen olan kızı Selma dünyaya gelir. Yazar, mistik ve sislerin ardındaki hikâyelerinin dışında, yakından tanıdığı sanat ve edebiyat ortamlarındaki samimiyetsizlikleri, içerden bir gözle okuyucuya aktarır.
- “Gazâle, hepimize birer tokat atarak çekip gitti…”
- (Huşeng Golşiri)
Takvimler 11 Mayıs 1996 yılı cuma gününü gösterirken, İran’ın kuzeyindeki yemyeşil Cevahir köyünün sakinleri, ağaca asılmış bir kadın cesedi buldu. Bu kadın, iki ciltlik ödüllü roman İdrisî’lerin Evi’nin de müellifi olan ünlü yazar Gazâle-i Alizâde’den başkası değildi.
Henüz dilimize çevrilmiş bir eseri bulunmayan Alizâde, 1947 yılında, şair ve yazar bir anne ile zengin tüccar bir babanın tek çocuğu olarak Meşhed’de dünyaya geldi. İçe dönük, derin ve oldukça zeki bir çocuk olan Alizâde, annesinin ifadesiyle çocukluğunu “salkım söğüt ağaçlarının arasında, çiçeklerin, çimenlerin ortasındaki havuzlu bir ev”de geçirmişti. Ancak Gazâle’nin gözünde durum bir hayli farklıydı. Kavgalarla dolu ve sürekli boşanma eşiğinde gezinen bir çiftin çocuğu olmak, “hikâyelerinde neden ‘ev yoksunluğu’ vurgusu bu kadar güçlüdür” sorusunun da yanıtıydı. Eve olan özlemini bir söyleşisinde: “Uyurken hep bir ev düşlerim…” diyerek de dile getirmişti.
Annesi, Gazâle’nin depresyona yatkın olduğunu, daha küçük yaşlarda vejetaryen olmayı tercih ettiğini belirtmişti. Ayrıca Gazâle’nin, hayali arkadaşı Hüseyin’in hikâyelerini gözleri kapalı dinlerken, bir yandan da onları evdeki sekretere yazdırdığını da. Ömrü boyunca Hüseyin’le arkadaşlığını sürdüren Gazâle ise bu tuhaf ilişkiyi “Gerçek hayat o kadar acımasızdı ki, müşfik hikâyelere sığınıyordum” diye yorumlardı.
Tahran Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra, kendisine daha uygun gördüğü felsefe ve sinema alanlarında eğitim almak üzere Paris Sorbonne Üniversitesi’nde eğitime başladı. Mistisizme olan ilgisi onu İşraki felsefe çalışmaya ve böylece tezini Mevlânâ ve eserleri üzerine yapmaya yönlendirdi. Ancak babasının ani ölümü üzerine tezini tam bitiremeden İran’a döndü.
Edebiyat mahfillerindeki çocuk
Kendisi gibi yazar olan annesi Munir Seyyide, iki ayda bir düzenlediği edebiyat mahfillerine ev sahipliği yapıyordu. Böylece daha küçük yaşlardan itibaren Gazâle, edebiyat ve sanat dünyasının ileri gelen simalarıyla yakın temasta bulunmuş, her buluşmadan önce konukların eserlerini okuyarak, üzerine bir şeyler yazmayı da âdet edinmişti. Kendi gibi kentsel yaşamı ve sanayileşmiş toplumu eleştiren ünlü yazar Celâl Âl-î Ahmed’in teşvikiyle, öykülerini dönemin ünlü edebiyat dergisi Aras’ta yayımlamaya başladı.
Bir arayış öyküsü
Sartre’a göre 'modernist yazar hayattan uzaklaştığı ölçüde kutsallıkta yol alır.' Gazâle Alizâde de, özellikle ilk öykülerinde mistik ve işraki bir arayıştan beslenir.
İlk hikâye kitabı olan Sefer-i Nagozeştenî’de (Vazeçilmez Yolculuk), kutsal şehirlerini, kaybettikleri kimlik ve mutluluklarını, ilkel bir dünyada aramak için sürrealist bir yolculuğa çıkan sâliklerin hikâyesi anlatılır. İsmiyle, Hz. Peygamber’in silsilesine atıf yapan “Şecere-i Tayyibe” isimli öyküsündeyse, betondan ve demirden usanmış bir adamın, eve geldiğinde karısının aldığı perdenin üzerindeki ağaç resminden yayılan bir ışıkla nasıl bitmek bilmeyen bir yolculuğa çıktığından bahseder.
Gazâle ve Sylvia
Gazâle-i Alizâde, 1969 yılında İranlı ünlü şair ve ressam Bijan Elahi ile evlenir. Kısa süren bu evlilikten, şimdilerde müzisyen olan kızı Selma dünyaya gelir. Yazar, mistik ve sislerin ardındaki hikâyelerinin dışında, yakından tanıdığı sanat ve edebiyat ortamlarındaki samimiyetsizlikleri, içerden bir gözle okuyucuya aktarır.
Talarha (Salonlar) isimli uzun soluklu hikâyesinde, hikâyenin kahramanı şair ve sanat eleştirmeni Perviz İttihad üzerinden, sanatçı kibrini şöyle betimlemektedir:
“60’lı 70’li yıllarda, Perviz İttihad’ı aydınlar iyi tanırdı. Şairdi. Sinema, tiyatro, resim hatta müzik gibi alanlarda eleştiriler yazıyor, ağzında eğik bir sigara, büklüm büklüm saçları geniş alnına dökülmüş pozlarıyla, dergilere sık sık kapak oluyordu. Bazen eli çenesine dayalı bir şekilde uzaklara dalmış, gelecek nesilleri düşünüyor ifadesi takınıyordu. Son zamanlarda hele de kafası attıysa, dostlarına şöyle diyordu:
‘Sadece bir kişi (bir derken, r’yi uzatıp, küçük dilinin altından geçirerek, şakıyormuşçasına vurgulayarak) beni anlasa ve bu, yüz sene sonra dahi olsa, bana yeter.’
Ardından yumruğunu ıslak alnına yapıştırıp, duraksamadan diğer bir fikri zihninden geçirmeye başlıyordu. Açıkçası böyle zamanlarda, pürdikkat onu izleyen izleyicileri için rol kesiyordu. Ortamda kızlar varsa hele, gözleri bir noktaya sabitlenip, kirpikleri kenetleniyordu.
Parmak şıklatarak hayatın ne kadar kısa ve sıkıcı olduğundan dem vuruyor, bir sigara yakıp, bardağını dolduruyordu…”
- Hikâyenin devamında, kibirli şair Perviz İttihad, naif ve sanatçı ruhlu bir kız olan Efsane ile evlenir. Efsane her şeyi bırakarak evinin kadını olur. Ancak Perviz, tıpkı Amerikalı şair-yazar Sylvia Plath’in kocası, ünlü şair Ted Hughes gibi mahfillerde boy göstermeye devam etmektedir. (Sylvia Plath, eşinin çapkınlıklarına daha fazla dayanamayarak ondan ayrılmış, ardından da çektiği maddi sıkıntıların da etkisiyle, iki çocuğunun baş ucuna biraz kurabiye ve süt bıraktıktan sonra, en çok vakit geçirdiği yer olan mutfakta, fırının gazını açarak intihar etmişti.) “Salonlar” isimli hikâyenin kahramanı ve yaşadıklarıyla Sylvia’yı çağrıştıran Efsane ise, eşinin kibri ve ihmalleri karşısındaki kırgınlığını şöyle dile getirmektedir:
“‘Yavaş yavaş anladım ki sen bu dünyada kendinden başka kimseyi sevmiyorsun.’
Perviz, yanına oturduğu karısının saçlarını okşarken kulağına fısıldayarak:
‘Kendini seven, başkalarını da sevebilir.’
Efsane gülümsedi ve başını umutsuzca salladı. Gençliğinin canlılığı ve diriliği, ikindi güneşinin son ışıkları gibi usul usul çehresini terk ediyordu.”
İncinmiş bir deha
Gazâle Alizâde, ilk evliliğinin ardından bir kez daha evlendi ama bu evlilikte de hayalini kurduğu “evine” kavuşamadı. Gündelik yaşantı ve evliliklerindeki incinmişliğini, kadın karakterlerinin iç sesiyle, otobiyografik bir şekilde dile getirdi. Çocukluğundan itibaren, İran petrolünü millileştirdiği için CIA tarafından darbeyle indirilen başbakan Musaddık’ın hayranı olan yazar, Musaddık’ın ardından geri gelen Şah ve nihayetinde 1979 İnkılabı’yla İran’da bir anda her şeyin değişmesiyle derinden sarsıldı.
Ödüllü romanı İdrisî’lerin Evi’nde, ütopik bir coğrafya üzerinden ülkesindeki baskıyı betimler. Defalarca SAVAK tarafından izlenen ve tehdit edilen Alizâde, kimilerine göre bu baskıya dayanamayarak, kimilerine göre de yakalandığı kanser hastalığına bağlı derin ıstırapları sebebiyle, iki başarısız intihar girişiminde bulunur. Bir hikâyesinde Paris’teyken Sadık Hidayet’in mezarını nasıl bulduğunu ve taşına nasıl dokuduğunu anlatan Alizâde, kendisi gibi vejetaryen olan ve farklı arayışlarıyla ünlü, yazar Sâdık Hidayet gibi hep ölümün eşiğinde yaşamış ve mistik kişiliğine rağmen, belki de depresyona yatkın bünyesinin geçirdiği bir atak sonucu, “Bazgeşt” (Dönüş) isimli öyküsündeki aydın kişi gibi tabiata geri dönmek üzere kendini öldürmüştür…