Meslek sahipleri yapay zekâya entegre olacak
Mesleklerin değiştiğinden söz ederken gelişen teknolojinin konuyla kaçınılmaz bir bağı olduğu da ortaya çıkıyor. Peki son 40 yılda çok hızlı gelişen teknoloji bugüne nasıl geldi? Kendi içinde nasıl dönüşümler yaşadı? Bu alanda eğitim alanlar kendi mesleklerinde nasıl bir dönüşüme şahitlik etti? İşte bu soruları sorabileceğimiz ve en dikkat çekici cevapları alabileceğimiz isimlerden biri Prof. Dr. Çetin Kaya Koç. Kendisi, Ağrı Lisesi’nden mezun olduktan sonra İTÜ’de eğitim alan, ardından Kaliforniya Üniversitesi’nde bilgisayar mühendisliği alanında doktora eğitimi alıp akademik hayata giren, geliştirdiği yazılımlar sayesinde bugün çok önemli firmalarla çalışan, dünyanın en önemli üniversitelerinde eğitim veren ve disiplinlerarası projelerle adından söz ettiren biri. İki yılı aşkın süredir Türkiye’de olan Prof. Dr. Koç’la kendi alanının nasıl bir süreç içinde tüm meslekleri dönüştürmeye başladığını ve tabii ki kendi hayatını konuştuk. İlham verici bu hikâye, geçmişi olduğu gibi geleceği de anlamımızı sağlayarak bize ışık tutabilir.
Bugün dijitalleşme ve küreselleşme gibi kavramların ekseninde mesleklerin değiştiğine şahit oluyoruz. Siz bu dönüşümün merkezindeki bir alanda çalışmalar yapıyorsunuz. Peki bu dönüşüme nasıl bakıyorsunuz?
Mesleklerin evrimini kırk yıllık bir serüven olarak görebiliriz. Eskiden bilgisayar çok sınırlı kullanılıyordu. Bir oda büyüklüğündeydiler. 1980’lerde ise “personal computer”la, yani adından da anlaşılacağı üzere, kişisel bilgisayarla tanıştık. Bu değişimden, önce iş yerleri faydalandı. Örneğin Excel ve Word gibi programlar hesap ve yazı işlerini kolaylaştırdı. Ardından masamızın üstündeki tüm aksesuarlar kalktı. Not tutma, takvim, hesap makinesi âdeta kayboldu ve hepsi bilgisayarın içindeki yerini aldı. Aslında bu konuştuğumuz konunun genel adı bilgisayar bilimleri teknolojisi.
Öğrenciliğinizde bugünler için bir öngörüleriniz var mıydı? Kendi mesleğinize nasıl yöneldiniz?
Benim de serüvenim İstanbul Teknik Üniversitesi’nde başlayıp ABD’de bilgisayar mühendisliği doktorasıyla devam etti. İTÜ’de 1975-1980 yılları arasında okudum. O dönemde de İTÜ iyi bir okuldu. Ancak öğrettikleri teknoloji yirmi sene öncesine aitti. Bu süre zarfında bazı hocalar emekli olurken Amerika’dan, Avrupa’dan gelen hocalarımız oluyordu. Bu hareketlilik esnasında ilk bilgisayar dersleri çıktı. Benim bilgisayara olan ilgim de İTÜ’de kamçılandı. Ben elektronik ve haberleşme mühendisi olmaya gelmiştim, belki de televizyon, anten yapmayı hayal ediyordum. Ama bir anda her şey değişti.
Hayatımın yönünü değiştiren firmaya danışmanlık veriyorum
Bu dönüşümü nasıl fark ettiniz?
Size şöyle bir örnek vereyim: Smith Abağı denilen özel bir fonksiyonel hesaplama taktiği vardı. Bir A4 kâğıdın üzerinde birtakım çemberler ve teğetler çizerek, geometrik çıkarımlarda bulunuyorduk. 1977 yılında dayım Almanya’dan gelirken bana Amerika’dan ithal edilmiş, Texas Instruments firmasının bir hesap makinesini getirdi. Bu makine bin farklı Smith Abağı türünden hesaplama tekniğinin işini görüyordu. Hesaplama metotlarının çok değişeceği belliydi. Benim yönüm bu hesap makinesini görene kadar aslında Almanya’ydı. Üstelik Almanya için neredeyse hazırdım. Lisede Almanca öğrenmiştim. Berlin Üniversitesi’nden kabul almıştım. Ama dünyanın yönü farklılaşıyordu ve ben oraya gitseydim muhtemelen bilgisayar mühendisi olamazdım ki orada hâlâ (yetkin) bilgisayar mühendisleri yetişmiyor. Yönümü Amerika’ya çevirmem gerekiyordu. Bunun için de İngilizce öğrenmem gerektiğini fark ettim. Doğrusu İngilizce öğrenmek zahmetli bir iş fakat devlet bana üniversiteyi birincilikle bitirdiğim için burs verdi. San Fransisco’ya gittim, İngilizceyi öğrendim, ardından okula başladım. Bu benim için rüyaların gerçekleşmesi demekti. Bu evrimi izledim, öğrendim ve dâhil olup ona katkıda bulunmaya başladım. Bugün hayatımı değiştiren o hesap makinesinin markası olan Texas Instruments danışmanlık yaptığım firmalardan sadece biri.
Kriptoloji alanını seçerken geleceği de öngörüyor muydunuz?
Doktora öğrencisiyken yapay zekâ konusu popülerdi, benim de bu konuyla alakam vardı. Oradan bir kapı açıldığını, açılacağını anlamıştım ama içerisinde çok matematik olmadığını düşündüğüm ve matematiği çok sevdiğim için şifrelemeye yöneldim. Ardından gelen yıllarda Amerika’nın üç büyük üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalıştım. 80’li yıllardan başlamak üzere otuz sene bu mesleği akademik olarak da sürdürdüm. Üniversitedeki görevlerimden biri lisans dersleri tasarlayıp içeriğini oluşturmaktı. Yani bilgisayar endüstrisinin gerekliliklerine, gelişmesine göre dersleri güncelliyorduk. Ancak yine de bu kadar keskin biçimde olacakları tahmin edemezdim. Amerika’da bize farklı üniversitelerden hocalar video konferansla dersler verirdi. Ben de University of Houston’da NASA’daki mühendislere yine video konferansla dersler anlattım. Teknoloji, bilginin daha çok insana ulaşmasını sağladı. NASA bu teknolojiye milyon dolarlar harcamıştı. Ancak bugün küçük yatırımlarla bilgiye ulaşabiliyoruz ve eğitim alabiliyoruz. Bu akışı o günlerde görmek çok zordu. Doğrusu fütüristlik yapmak da çok anlamlı değil. Aslında hiçbirimiz üç beş sene sonrasını tam olarak göremiyoruz, göremeyiz. Benim gibi laboratuvarı görenler de ancak “Üç beş sene sonra bunlardan biri olacak” diyebilir. Ama hangisi olacak? Daha da önemlisi biri olsa bile nasıl bir değişimle kabul edilebilir teknolojiye, kullanılabilir bir ürüne dönüşecek? Bunu öngörmek çok zor. Çünkü burası insan davranışlarına bağlıdır. Eğer bir şeyi pratik olarak hayatınıza dâhil edemezseniz o nokta geliştirilemez, geliştirilse de işe yaramaz.
Hutbeler bile tabletten okunuyor
Bugün “yapay zekânın hepimizi işinden edeceği” fikrinin tartışıldığı noktaya nasıl geldik?
Size şöyle anlatayım: 80’li-90’lı yıllarda yapay zekâ üzerine yapılan çalışmalar gerçekten çok iyiydi. Fakat teknolojinin başka noktalarda gelişimi sürdüğü için hantallık vardı. Bugün telefonlarımızın hafızası 512 GB ve belki daha fazlası. O yıllarda bunun 10’da 1’i bellekler için odalar dolusu makinalar kullanılıyordu. Dolayısıyla çalışmalar çok iyi olsa da yapay zekânın gelişmesi ve pratiğe dönmesi zordu. Bu çalışmalar bir nevi o dönemde rafa kaldırıldı. Bir süre de yeniden çalışmak için beklendi.
2005 yılına geldiğimizde bunlar raftan indirildi. Amerika’nın millî laboratuvarlarında yapay zekâyla alakalı daha ciddi çalışmalar yapılmaya başlandı. Bütçeleri de olduğu için bu konuda çok iyi ilerlediler. Tabii yapay zekânın Amerika’nın ve bizim akademik dünyamıza akması 2015 yılını buldu. Zaman içinde bu konu çok popülerleşti. Bugün her şeyin adı yapay zekâ oldu. Evet, yapay zekâ tüm sektörlerde insanları işsiz bırakacak, şeklinde bir tehdit var. Ama aslında gerçek bu değil. Yapay zekâyı işimize adapte etmezsek işsiz kalırız. 1980’lerden 2000’lere teknoloji çok hızlı bir gelişim, akış gösterdi. 2000’lerden 2020’lere gelene kadar da bu akışı görebildik. Şimdi yeni bir yirmi yıl söz konusu. Sosyal medya ve zararlarını göz ardı edersek ayakları yere basan bir süreç var önümüzde. Bunun izlerini bugün de görebiliriz. Çünkü fırıncının hayatını da arkeoloğun hayatını da etkiliyor... Hutbelerin tabletlerden okunduğunu bile görüyoruz. Amerikan kiliselerinde de durum aynı. Yani bence yapay zekâ işsiz bırakmayacak, meslek sahipleri yapay zekâya entegre olacak.
Üniversiteler yani akademik hayat bu durumun neresinde? Yani sektördeki gelişmeleri eğitimde görebiliyor muyuz?
Üniversiteler en yavaş hareket eden kısım. Bana kalırsa bu yavaşlık doğru bir şey. Akademinin çok hızlı değişmesi iyi değildir. Bir alan biraz meşhur olunca onunla ilgili bir bölüm açmak, öyle bir meslek üretmek istiyorlar. Bu hata biyomedikal mühendislikte de yapıldı. Biyomedikal mühendislik üzerine çok fazla insan eğitim aldı, uzman oldu. Ama bugün, yani otuz sene sonra biyomedikal bölümlerine gerek kalmadı. Ancak biyomedikal mühendisleri ortada kaldı ve kendilerini tabii ki bu alanda yetiştirmişlerdi. Bu insanlar diğer mühendislik bölümlerinin derslerini de veremiyor, bilmiyorlar açıkçası. Peki bu kadar uzman ne olacak? Aynı hızlı davranış biçimiyle bugün yapay zekâ bölümleri de açıyorlar. Bu sağlıklı bir durum değil. Üniversitelerin her zaman için otuz senelik planları olmalı. Bir şey değişecekse yirmi seneden erken değişmemeli. Üniversitelerin dolduramadığı boşluğu başka kaynaklar da dolduruyor. Gençler Udemy, YouTube gibi platformlardan zaten öğreniyorlar. Bir istatistiğe göre Silikon Vadisi’ndeki mühendislerin yüzde 40’ı böyle gelişmiş. Yani hiçbirinin mühendislik alanında lisansı yok. Bu işi evlerinin garajında öğrenmişler. Bu anne babaların çocuklarına karşı “okulu bitir” baskısının tam karşısında yer alan bir sonuç. Bence buna dikkat etmek gerekiyor. Tabii bunun yanında gençlerin de çok kararsız olduğunu görüyorum çünkü etrafımızda çok hızlı bir değişim var. Örneğin influencer olmak, sosyal medya üzerine çalışmak onları heyecanlandırıyor. Ama biraz önce söylediğim gibi 1980 ve 2000 arasında olduğu gibi bu yükseliş mutlaka bir platoya gelecek. Çünkü toplumun yapılan her şeyi anlaması gerekiyor. Anlamadığımız bir şeyi kullanamayız. Bunun örneklerini kendi alanımdan biliyorum. Şifreleme üzerine geliştirdiğimiz bazı yeniliklere mühendisler ve yöneticiler bayıldı ancak ürün başarılı olmadı. Çünkü anlamadılar ve bu pratik bir davranışa dönmedi.
Siz aynı zamanda bir eğitimcisiniz. Bu alanda teknoloji sizin işinizi kolaylaştırıyor, değiştiriyor mu?
Bir süredir YouTube üzerinden dersler veriyorum. Derslerimi takip eden bir öğrencimden önceki gün e-mail aldım. Derslerin çok verimli geçtiğini, çok iyi kavradığını söylemiş. Ben ders anlatırken ekranın bir köşesinde PDF oluyor. Diğer yanda ise bir yandan yazdığım iPad’in görüntüsü yer alıyor. Tüm bunlar akarken konuşarak da konuyu anlatıyorum. Yazılı metin, benim yazdıklarım ve konuştuklarım... Bunların üçü senkronize ilerliyor. 80’li yıllarda NASA’daki öğrencilerime video konferansla ders verirken doğrusu sıkılıyordum. Bugün ise sıkılmıyorum. Hatta Zoom’dan ders vermeyi çok seviyorum. Eğitimin her aşamasında böyle değişiklikler var. Bir zamanlar üniversitelerin çökecekleri ve online kurslardan eğitim alınacağı ileri sürülmüştü. Bazı hocalar işlerini bırakıp bu tür şirketlere girdiler. Udemy de bunlardan biriydi. Ancak iddialar gerçekleşmedi. Çünkü eğitimde iletişim şarttır. Online da olsa iletişim çok önemli çünkü öğrenci konferansta soru sorabiliyor. Online kurslarda böyle bir imkân yok. Udemy de baştaki iddiasından çok uzak bir noktada. Çünkü online da olsa öğrenci iletişim ister. Derste bana soru sormak veya sonrasında ulaşmak ister. Bu sistemi öğrencinin isteklerine göre kurmak gerekiyor. Bir ders koyup bin kişi eğitemezsiniz. Online kursların yapamadığını bugün üniversiteler yapabiliyor çünkü öğrencilere göre kendimizi ayarlıyoruz. Bin kişilik değil, otuz kişilik dersler hazırlanıyor. Bu da iyi hocaların derslerini öne çıkarıyor. Kimse uyuyarak ders anlatan birini dinlemek istemez. Ekranı aktif bir hâlde kullanan hocaların dersleri öğrenciler tarafından hızla fark ediliyor.
İki buçuk senedir Covid-19 ile alakalı bir pandemi süreci yaşıyoruz. Bu süreç hepimizi evlerimizde bilgisayarımızın başına geçirdi. Teknolojiyle olan ilişkimizi de daha farklı bir noktaya getirdi. Siz tüm bu olanların etkisini nasıl yorumluyorsunuz?
Olasılık teorisinde “siyah kuğu” diye bir kavram vardır. Siyah kuğuyu hayatınızda hiç görmeyebilirsiniz ama bir kere görürseniz de çok büyük değişiklikler yaratabileceğini bilirsiniz. Tarih boyunca toplumlar zaman zaman “siyah kuğular” gördü. Bu onların yaşamını değiştirdi. Örneğin Veba Salgını siyah bir kuğuydu. Osmanlı İmparatorluğu’nda bu salgın çok büyük bir soruna neden olmasa da Avrupa’da, Akdeniz ülkelerinde ciddi bir dönüşümü tetikledi. Covid-19 da bir siyah kuğudur. Öncesinde dünyamızda her şey yolunda gidiyordu ama bugün bambaşka bir yöne doğru ilerlediğimizi görebiliyoruz. 2005 yılında Samsung firmasından bir yöneticilik teklifi almıştım. Akademiyi bırakıp onların bir bölümünü yönetmemi istiyorlardı. Farklı konularda anlaştıktan sonra ben ailemi oraya getiremeyeceğimi, bu nedenle üç haftada bir Amerika’ya gitmek istediğimi söyledim. Onlar da bunu yedi haftada bir şeklinde yapmamı önerdiler. Bu noktada anlaşamadık. Oysa bugün görüyoruz ki büyük şirketlerin tümü uzaktan çalışma ile ilerliyor. Ben de bugün Çin’in Nanjing University’de, Santabarbara’da University of California’da ve Türkiye’de Iğdır Üniversitesi’nde dersler veriyorum. Çin’deki görevliler benim oraya gelmemi istemiyorlar. Bunun herkes adına bir tehlike olduğunu düşünüyorlar. Ben aralık ayından bu yana okula gitmedim. Öğrencilerimle iletişim hâlindeyim ama onlarla hiç karşılaşmadım. Dünyanın dört bir yanında evimden ders verebiliyorum. Bu çok büyük bir değişimdir.
Sizin bir süredir sağlıkla alakalı projeler üzerine yoğunlaştığınızı biliyoruz. Aslında bu bir yerde mühendislik ve sağlık alanlarının ne kadar yakın olduğunu da gösteriyor. Şu an nasıl bir çalışmanız var?
Doğrusu ben mühendislik fakültesiyle tıp fakültesinin birlikte çalışması gerektiğini savunuyorum. Bugünlerde bir Boston firmasının Malatya’da kurduğu fabrikasında standartlarından çok daha farklı bebek kuvözlerinin geliştirilmesine ve üretilmesine katkıda bulunuyorum. Kuvöz biliyorsunuz ki erken doğan bebekler için geliştirilmiş önemli bir sistem. Benim de katkı sunduğum yeni teknoloji, erken doğan bebeğin sorunlarını ve ihtiyaçlarını tespit ve analiz ediyor, âdeta bebeğin geleceğini öğrenmeye çalışıyor. Ortalama 3-6 saat içerisindeki durumunu da doğru şekilde tahmin edebiliyor. Bunu bebeğin her türlü tepkisini hesap ederek yapıyoruz. Derisinin rengi, ateşi, kalbi, hatta ağlamasının tonu bile... O serviste yatan diğer bebek hastalar da bu analize dâhil edilerek ortalamalar alınıyor. Hastanenin, bölgenin, şehrin bebek doğumlarındaki sorunlar, geleceğe yönelik çalışmalar bu analizle hesap edilebiliyor. Ben bu sistemin özellikle Ermenistan’daki nükleer santral nedeniyle sorunlu bebek doğumlarının olduğu düşünülen Kars-Iğdır arasındaki doğumevlerinde kullanılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Elimizdeki sistem bunu ortaya çıkarıp tüm detaylarıyla meseleyi açıklığa kavuşturabilir. Bunun siyaseten de oldukça önemli olduğu ortada.
Bu bağlamdan baktığımızda akademik alanların birbirine yakınlaştığını söyleyebilir miyiz?
Evet, kesinlikle yakınlaşıyor ve böyle de olması gerekiyor zaten. Bütün mühendislik bölümlerinin ortak dersleri olması gerekiyor. İnşaat, bilgisayar, elektronik... Hangi mühendislik olduğu fark etmez. Mühendislik fakültesi öğrencileri örneğin Python (bir kodlama uygulaması) öğrenmeden mezun olmamalı. Çünkü mutlaka bu iş yaşamında onların çalışmalarına yarayacak bir program. Bu sadece mühendislik için değil, sosyal bilimler için de geçerlidir, tarih veya arkeoloji okuyanlar için de... Öğrencilerin artık temel bilim olan bu konuları bilmesi gerekiyor.