Mehmet Genç ve sanata dönüşen tarihçilik
Mehmet Genç, gülümseyen Osmanlı tarihiydi. Osmanlı ve “erken modern” dünya tarihi. Az ve öz yazdı. Çok ve öz konuştu. Meydan yahut salonlarda değil, kuytularda, çay ve kahve eşliğinde, dostlarının kulağına fısıldayarak. Sözleri, onu dinleme talihine erenler için, her geçen gün kıymetlenen birer senetti.
Mehmet Genç, gülümseyen Osmanlı tarihiydi. Osmanlı ve “erken modern” dünya tarihi. Az ve öz yazdı. Çok ve öz konuştu. Meydan yahut salonlarda değil, kuytularda, çay ve kahve eşliğinde, dostlarının kulağına fısıldayarak. Sözleri, onu dinleme talihine erenler için, her geçen gün kıymetlenen birer senetti. Nietzsche’den ilhamla, Osmanlı uçurumunun içine bakmış, uçurum da onun içine bakmış, heyecan içinde hatırlayabildiklerini bize aktarıyordu. Biraz başı dönmüş olmalı ki, ne ünvanların peşinde koşuyordu, ne de ilmî bir muhtevası ve iddiası olmayan şişirme tezlerin. Hocası Barkan’ı bile bu yüzden üzmüş olduğunu tahayyül ediyorum. Yoksa asıl başı dönen o değil de topyekün akademi miydi? Meşhur Temel fıkrasında anlatıldığı gibi, otobanda bir tek o mu doğru istikamette gidiyordu?
Kendisiyle ilk tanışmam, 1978 yılında Ömer Lütfi Barkan hocanın Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği bir derse gelmesiyle olmuştu. Seksenlerin ortalarından itibaren kaynaşmaya başladık. Bir tarihçiden sık sık Schopenhauer, Wagner ve Nietzsche isimlerini duymak önce şaşırtıcı gelse de, onun sayesinde bu düşünür ve sanat adamlarını daha yakından tanımaya yöneldim. Anladım ki, Mehmet Genç de onlar gibi felsefe, bilim ve sanatı kaynaştırmak istiyordu. Bir gün Bilim ve Sanat Vakfı’nın başkanı olduğumu duyduğunda gözleri parlamıştı: “Zamanın ruhu galiba bizi de Almanların 150 yıl evvelki keşiflerine doğru zorluyor dostum.” Takriben yirmi yıl sonra vakfın önayak olmasıyla kurulan İstanbul Şehir Üniversitesi’nin kadrosuna bu yüzden büyük bir coşku ve umutla katılmıştı. Felsefe/bilim/sanat bir tek büyük faaliyete dönüşmeliydi. Bilimsel faaliyet sayesinde tecrübemizin nesnelerini anlayabilsek de, bu yolla edinilen bilincin ‘aktivasyonu’ ancak sanat ve/veya din sayesinde mümkün olabilirdi. Samimi bir mü’min olmakla beraber, Wagner’in insanı bu çabasıyla sınıf, ırk, ülke ve hatta dinin üzerine çıkarmasını da önemsiyordu. Bu fikirleri temessül edip onlarla hesaplaşmayan bir dindarlığın fazla bir kıymeti harbiyesi yoktu.
Wagner ve modernleşme
Hocanın vefatını takip eden iki üç gün içinde bu yazıyı dergiye teslim etmem gerektiğinden, sizlerle şöyle bir pazarlık yapmak istiyorum: Mehmet Genç’in tarih görüşünün, yukarıda işaret ettiğim Schopenhauer/Wagner/Nietzsche etkileri bağlamında nasıl bir “kapitalist medeniyet eleştirisine” dönüştüğünü önümüzdeki ay anlatayım. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki, 1848 Dresden direnişinde sosyalistlerle omuz omuza mücadele eden Wagner için modern Avrupa, Hz. İsa zamanındaki “mülk ve para” sevdasına kapılan hasta bir medeniyetti. Peygamber tefecileri nasıl mabedden kovmuşsa, bizim de kaba ve bencil iktisadî çıkarları öylesine kapı dışarı etmemiz gerekiyordu.1 Bu yazıda, yirmi yıl önce “Türkiye’nin İktisadî Modernleşmesi” bağlamında sunduğum bir tebliğin Mehmet Genç tarafından nasıl tenkit ve tashih edildiğini özetlemeye çalışacağım. Tebliğin ve değerlendirmenin tamamına ilgili kaynaktan ulaşabilirsiniz.2
Weber ve Parsons gibi kuramcılardan hareketle, “evrimci ve işlevselci” modernleşme teorisi, 19. yüzyıl ortalarından itibaren vahşetten medeniyete (yumuşatılmış ifadeyle gelenekten modernliğe) geçişin hikâyesini yazıyordu. Tonnies'in cemaat/toplum, Durkheim'ın mekanik/organik dayanışma, Spencer'in askeri/endüstriyel toplum ikilikleriyle, Comte'un teolojik/metafizik/pozitif dönem üçlemesi gibi kurgular modernleşme kuramcılarının ilham kaynakları arasındaydı. Sosyal değişme tekyönlüydü. İnsan toplumu ilkelden medeniye (moderne) doğru boyuna ilerliyordu. Nihai aşamaya doğru bu ilerleyiş “iyi” idi, çünkü terakkiyi, insaniyeti, medeniyeti temsil ediyordu.3
- Yirminci yüzyıldaki bütün modernleşme çalışmaları son kertede Max Weber'e çıkıyordu. Onun 20. yüzyıl başlarında “Batı Rasyonalitesi” diye tanımladığı gizemli güç, Batılı olmayan toplumların geçmişte olduğu gibi bugün de ihtiyaç duydukları “Açıl Susam Açıl” parolasıydı. Protestan ahlâkından kaynaklanan “Kapitalizmin Ruhu” herhangi bir topluma nüfuz etmedikçe, o toplumun kapitalizmi (= modernliği) gerçekleştirmesi asla mümkün olamazdı! Avrupa-merkezci tarih teorileri, dinin yanı sıra ırk, çevre ve kültüre vurgu yapıyorlardı. Beyaz insanların diğer ırklara karşı tartışmasız üstünlükleri vardı. Avrupalılar yüzlerce yıl önce, emsalsiz biçimde ilerlemeci ve yenilikçi bir kültür geliştirmişlerdi!4
Asya’nın Avrupa’ya üstünlükleri
Günümüzde bu gibi dinci/ırkçı/ben merkezci görüşlere itibar giderek azalıyor. Avrupa merkezcilerin, erken modern dünya diye anılan 1500-1800 dönemi hakkındaki görüşleri çürütüldükçe. modern dönem hakkındaki görüşleri de dayanaksız kalıyor. Erken modern dönemde, iktisaden ileride olan kıta Avrupa değil, Asya'dır. Dönem boyunca, Avrupalıların ihtirasla sürdürdükleri Doğu-Batı ticaretinde, Asyalılara rekabetçi şartlarla sunabilecekleri bir mal arzları yoktu. Avrupalıların imdadına Amerikan gümüşü yetişti. Asya'da üretim ve ticaretin teminatı, üç büyük Müslüman yönetiminin (Osmanlı, Safevî ve Babür) oluşturduğu Pax İslamica idi. Avrupalılar bu dünya-ekonomiye iktisadî değil, deniz-esaslı askerî üstünlükleri sayesinde girebildiler. Talan ettikleri Amerikan gümüşü, büyük Asya ekonomilerinin damarlarında akan kan oluverdi. Gümüş olmasaydı başta Çin olmak üzere pazar-yönlü Asya ekonomileri bu denli gelişemez; yine gümüş olmasaydı, Avrupalılar Asya dünya-sistemine dahil olamazlardı..5
Osmanlılarda para ekonomisi, köylüleri ve hatta göçerleri içine alacak kadar genişti. Ekonomiyi finanse edecek çok sayıda kurum vardı. Örneğin, 1600 yılında Bursa'da imalatçıları ve tüccarı finanse eden para vakıflarının sayısı 350 idi.6 Devlet çoğu kez bir tüccar gibi davranıyor, yani biriken servetinin önemli bir kısmını kazanç getirici işlere yatırıyordu. Müslüman ahalinin ticaret ve zanaatla uğraşmadığı iddiası da temelsizdir. On dokuzuncu yüzyıla kadar, gayrimüslimlerin bu alanlarda Müslümanlara sistemli bir üstünlüğü yoktu.
Osmanlı ekonomisi, tıpkı Çin ve Hind ekonomileri gibi, erken modern dönemde Avrupa'nın gerisinde değildi. Sanayi Devrimi diye adlandırılan bir dizi sosyo-ekonomik gelişme, 18. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa'nın ekonomik çehresini değiştirdi.
Osmanlı ekonomisi de diğer birçok ekonomiler gibi Sanayi Devrimi karşısında çaresiz kaldı. Her ne kadar 19. yüzyıl başlarına kadar Avrupa ile Avrupa-dışı ekonomiler (özellikle Osmanlı, Çin ve Hind) arasında, sonradan olduğu ileri sürülen büyük farklar yok idiyse de, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren büyük sanayileşme hamlesi etkisini Avrupa dışına taşırmaya başladı ve 19. yüzyıl başlarından itibaren bariz farklar ortaya çıkar oldu. Avrupa-dışı ekonomilerin son iki yüzyıldaki çabası büyük ölçüde sanayi kapitalizmine intibak arayışlarından ibarettir.
Mehmet Genç’in tenkitleri
Modernleşme teorilerini Weber'den başlatmak yerine biraz daha geriye götürerek Condorcet’ye kadar çıkarmak mümkündür. Tarihî süreçlerin başlaması ise çok daha eskidir. Mustafa Özel 16. asırda denizin ve gümüşün keşfinin önemli bir dönüm noktası olduğunu ifade etti. Bunların önemli olduğuna şüphe yok; ama, Batı dünyasında bunları sağlamış olan temel değişmeler çok daha önemlidir. Meselâ, deniz 16. asırda kitlevî mal taşımacılığına sahne olmuştur. Ancak bu, 14. asırda doğduğu kabul edilen Ticaret Devrimi ile denizcilikte kaydedilen birkaç asırlık gelişmenin doruklarından biri olarak oluşmuş bir sonuç gibi düşünülmelidir. Modernleşme, Avrupa'da Orta Çağ'ın sonlarından itibaren karşımıza çıkan Ticaret Devrimi, Rönesans, Reform, millî devletlerin doğuşu, matbaanın kullanılması, coğrafî keşifler ve bollaşan gümüşle birlikte 16. asırdaki fiyat devrimi gibi bir seri değişmenin hazırladığı bir sürecin belki tek kelimelik kompleks bir kavrama sığdırmaya çalışılan adıdır.
Bütün bu değişmeler içinde 16 ve 17. asırlarda Bilim Devrimi olarak nitelenen deneysel tabiat bilimlerinin doğuşunun özel bir önemi vardır. Bilim devrimi, modernleşmenin, özellikle iktisadî alanda Sanayi Devrimi ile ulaştığı zirveye tırmanmasındaki katkıları tartışmalı olmakla birlikte, o zirveden aşağıya düşmeden daha ileri noktalara ulaşmasında belirleyici bir rol oynamıştır. O kadar ki deneysel tabiat bilimlerinin hayret verici gelişmeleri olmasa idi, iktisadî gelişmenin sürdürülmesine imkân bulunamayacağına ve tarihin daha önceki dönemlerinde görülen türden devrevîlikler içinde sıkışıp kalacağına da aşağı-yukarı kesin gözü ile bakılabilir. Bununla birlikte, hiç şüphesiz, iktisadî modernleşme ile bilim devrimi arasındaki ilişkinin tekyönlü olmadığı, her iki büyük dönüşümün birbirini destekleyerek ilerledikleri de muhakkaktır.
- Mustafa Özel'in, Osmanlı dünyası ile ilgili söyledikleri de isabetlidir. Osmanlılar ekonomiye hiçbir şekilde bîgâne değildiler; aksine yakından alakalı idiler. Ancak bu alakaları, Batı'da kapitalist atmosferde oluşan iktisadî anlayışın tamamen zıddı denilebilecek nitelikler taşıyordu. Ekonomi, Osmanlılar için insanların, toplumun ihtiyaçlarını karşılamanın bir vasıtası idi: amaç değil, araçtı. Çok basit görünen bu ifade bize Osmanlı ile Batı arasındaki büyük farklılığı belirtmeye imkân verir. Osmanlılar için ekonomik faaliyetin amacı, ihtiyaçları karşılamaktan ibaretti. İhtiyaçları karşılamak için sanayi kurmak gerekiyorsa, bunu yapıyorlardı. Ama daha ucuz ve kaliteli olan malları ithal etmekte de bir mahsur görmez, mutlaka ülke içinde imalini sağlayalım diye bir kaygıya kapılmazlardı. Stratejik önemi olan silâh ve mühimmatı ne pahasına olursa olsun içerde imal etmeye özen gösteriyorlardı; ama onun dışında kalan mallarda ucuzluk ve kalite, yerli üretim ile ithalat arasındaki tercihi belirliyordu.
Mustafa Özel, Avrupalıların mal bakımından Asya’ya herhangi bir üstünlüklerinin bulunmadığını söylemekte haksız değildir. Ancak zaman içindeki değişmeleri dikkate almak gerekir. Bu değişmeleri Sanayi Devriminden itibaren oluşmuş saymak gerçeğe pek uygun düşmez. Avrupa'nın Müslüman doğu ile ticaretinin tarihine bakarsak, bu değişmelerin hazırlık döneminin başlangıcı sayılan 11. asırdan itibaren dikkati çekmeğe başladığı görülür. O tarihe kadar Avrupa Müslüman Doğu'ya esir, kereste, demir gibi hammaddeler gönderiyor ve karşılığında sabun, kâğıt, cam, kumaş gibi mamul mallar satın alıyordu. Avrupa aleyhinde hem koloniyal nitelikte, hem de açık veren bu mübadele yapısı 11. asırdan itibaren değişmeye başladı. Avrupa, Doğu'dan aldığı bu mamulleri kendisi imal ederek mübadele yapısını tersine çevirmeyi birkaç yüz yıllık çaba sonunda başardı.
Avrupa, Osmanlı'dan yalnız çeşitli mamuller ithal etmekle kalmadı, bu malların bir bölümüne ait teknolojiyi elde etmek için uzun bir süre sanayi casusluğuna da başvurdu. Osmanlı sanayiinin kırmızı boya, basma ve sahtiyan imalat teknolojilerini öğrenmek üzere yaptıkları organize faaliyetler bunun örnekleridir. Ancak bunlar 18. asrın sonlarına kadar söz konusudur. Sanayi Devriminden sonra Avrupa bu tür teknoloji açıklarını tümü ile giderecek sistemi ikmal etmeyi başarmıştır. Bunu, deneysel tabiat bilimlerini, teknolojik buluşların kaynağı hâlinde cihazlandırmakla başarmıştır.
1. Alan David Aberbach: The Ideas of Richard Wagner, New York: University Press of America, 1988, s. 77.
2. Mustafa Özel: “Çınardan Akasyaya: Türkiye’nin İktisadî Modernleşmesi,” Sabri Orman (ed.): Modernleşme, İslam Dünyası ve Türkiye içinde, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2001, s. 309-336.
3. Alvin Y. So: Social Change and Development: Modernization, Dependency, and World-System Theories, London: Sage, 1990, s. 19.
4. James M. Blaut, Eight Eurocentric Historians, New York: Guilford Press. 2000, s. 1 ve 201.
5. Mustafa Özel: “İktisadî oryantalizmin sonu: Çin, Hind ve Osmanlı Ekonomilerine Yeni Bakış," Divan, 2000/1, Sayı 8: 1-28.
6. Haim Gerber: Economy and Society in an Ottoman City: Bursa, 1600-1700, Jerusalem: Hebrew University, 1988, s. 118.