Malazgirt Eşiği, Öykü ve Karabuğday
Mayıs’ın ilk günlerinde Malazgirt Alparslan Üniversitesinin düzenlediği Öykü Günleri için Muş’taydım. Şehre ilk yolculuğumdu. Program için hazırlanırken sık sık Muş isminin benliğimde bıraktığı izlere gitti aklım. Yolunun yokuş, gidenin gelmediği bir yer… Havası dumanlı, mahallesi figanlı, kışlasının önünde hep bir ucu Yemen’e kadar giden ayak sesleri… Bir tevekkülle üstlenilen ayrılık acılarını türküler yansıtageldi. Biz edebiyatçılar günümüzde bir metin kaleme alırken bu türkülere de öykünüyoruz.
Muş’u akla getiren ikinci husus da Malazgirt ilçesidir kuşkusuz. Türkler bu ilçenin alanında gerçekleşen bir savaşın ardından Anadolu’ya girdiler. Şehrin ikliminin arka planında mevcut halklara bakar mısınız? Asurlular, Hasaniler, Urartular, İskitler, Ermeniler, Gürcüler, Medler, Persler, Romalılar, Partlar, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Ahlatşahlar, Anadolu Selçukluları, Timurlular, İlhanlılar, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Moğollar, Eyyubiler, Osmanlılar, Safeviler ve yine Osmanlılar…
“Kim var imiş biz burada yoğ iken?” Konu bu çok katmanlılık olduğunda, Öykü Günleri için gittiğimiz Muş’ta, hele üniversitede, tarih de edebiyat kadar dile geldi, konuşuldu.
Yıldız Ramazanoğlu, Abdullah Harmancı, Özlem Metin ve Naime Erkovan’la birlikte gittik Muş’a. Programın diğer öykücü katılımcıları Galip Çağ ve Hüseyin Hakan’dı. Bu tür toplantıların en güzel yanı, metin yoğunluklu tanışıklıkların derinleşmesi. Elbette Yıldız ve Abdullah’la uzun yıllara dayalı bir arkadaşlığımız var; ne yazarız, nasıl yazarız, biliriz. Naime Erkovan’ın metinlerine de epeyce aşinayım. Özlem Metin benim için “Bırakma Kendini İfâkat” öyküsünün yetenekli yazarıydı ama tanıdıkça, okuma ve yazma alanında büyük bir mücadele vermiş tutkulu bir yazarla karşılaştım. Hüseyin Hakan’ın öykülerini hiç okumamıştım. Panellerde, yazacağı metne inanan coşkulu bir genç yazarla karşılaştım. Yazdıklarını merak ettim.
Anadolu, dünyanın buluştuğu yer. Muş, Malazgirt eşiği demek aynı zamanda. Birkaç yıl önce şubat ayı sonlarında Harran Ovası’nın yanından geçerken duyduğum hayranlığı hatırladım Muş Ovası’nı izlerken. Neler ekilip biçiliyordu acaba?
Kosta Rika’dan muz ithal etmek ne demektir… Küreselleşme şiarlarına göre bize neleri ekip biçmeye ihtiyaç duyduğumuz telkin edildi. Çiftçi toprakla bağını unuttu. Köylüler kentlere akarken tüketime dayalı hayat tarzı için gerekli serf profili oluşturuldu buradaki çıkmazdan. Bir iş yapmak değil de kalem efendisi olma hedefiyle girildi sınavlara.
Bütün bunları yazmamın sebebi, Alparslan Üniversitesi Rektörü Mustafa Alican’la sohbetimiz sırasında duyduğum bir haber: Muş’ta üniversitenin öncülüğünde karabuğday tarımına geçilmesi yönünde adımlar atılmış.
Karabuğday tarımı üzerinde özellikle durmak istiyorum. Bu tahıl hayatıma, kendi ekmeğimi evde yapma ihtiyacı duyduğum son birkaç yıl içinde girdi. Daha yaygın üretilmesini umduğum için, Alican’dan ayrıntıları öğrenmek istedim.
Karabuğday tarımı, Alparslan Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Fakültesinden Doç. Dr. Mustafa Yaşar’ın teklifiyle ve üniversitenin öncülüğünde tam bir yıl önce başlatılıyor Muş’ta.
Mart 2023’ten itibaren kurslarla 116 çiftçiye eğitim veriliyor. 12 çiftçi ile toplam 120 dekar alana ekilen karabuğdayın hasadı ise Ağustos’ta yapılıyor. Elde edilen ürün Konya Bahri Dağdaş Tarımsal Araştırma Enstitüsünde un hâline getiriliyor. Bu unlarla da Muş Alparslan Üniversitesi Aşçılık Bölümü ile Glutensiz Lezzetler Atölyesi çalışmasında Çölyak hastalarının anneleri eşliğinde, pasta ve ekmek tarifleri denenip en beğenilen ürünlerin üretimine geçiliyor
Muş Halk Ekmek bünyesinde açılan Cafe Sağlıklı Yaşam tesisinde Çölyak hastalarının annelerine ve aşçılara “Glutensiz Lezzetler” başlığı altında 180 gün kurs veriliyor. Bu tesiste yapılan glutensiz ürünler hastalara ücretsiz dağıtılıyor. Takriben 350 çölyak hastası bulunan şehirdeki 200 kadar hastaya Muş Çölyak Derneği aracılığıyla haftalık ekmek ve kurabiye dağıtımı yapılıyor.
Bu proje şehirde karabuğday yetiştiriciliğinin öğrenilmesi ve yaygınlaşmasını sağlıyor. Yanı sıra şehrin tarım geleneğinde ikinci ürün yetiştiriciliği kültürü oluşuyor. Muş Alparslan Üniversitesi aşçılık bölümünün ders programında artık “Glutensiz Lezzetler” dersi de yer alıyor. Şehre bigâne kalmayan üniversite faaliyetinin bir hasılası, karabuğday tarımı.
Hayatta hiçbir anlamlı çaba tesadüf eseri gerçekleşmiyor. Daha sonra konuştukça, tarih profesörü olan Alican’ın felsefe ve edebiyat alanında bilinçli bir okur olduğunu fark ettim. Malazgirt Günlükleri isimli, ilk bölümünü bir sabah otelde okuduğum eseri bu bilinci yansıtıyor zaten. Malazgirt Savaşı’nın geçtiği meydanı araştırma yönünde yapılan çalışmaların akışı, gündelik hayatın ve kültürel bir birikimin sesleri eşliğinde işleniyor bu eserde.
Mustafa Alican’ın günlükleri, onun edebiyatta okurlukla sınırlı kalmayan ilgisini belli ediyor. Yanı sıra genç rektörümüz futbolu da sadece metaforik olmakla kalmayan bir ilgiyle takip ediyor
Yıllar önce bir program vesilesiyle ABD yolunda tanıştığım bir ilahiyat profesöründen söz ettim bir sohbet sırasında. Hayatında hayıflandığı iki eğitim konusundaki üzüntüsünü dile getirmişti: Roman ve futbol. Çünkü babası roman ve futbolun onun ilahiyat alanındaki tekamülüne zarar vereceği endişesini taşırmış.
Komplo teorilerine açıklığımızla roman türüne mesafemiz arasında da bir ilişki yok mu? Fethi Naci, “Ne kadar futbolumuz varsa o kadar romanımız var.” demişti.
Biz Muş’a öykü konuşmak için gelmemiş miydik? Öykü, panelde değinmiştim; çevik, hareketli, nefes açan bir tür, içeriği aynı zamanda iç sızısına yol açsa bile. Öykü yazımının bu kadar faal olduğu başka bir dönem yaşanmamış olmalı. On dördüncü öykü kitabım yayımlanacak, yine de öyküyü tanımlamakta zorlanıyorum. Türlü tanımlar geliştirebilir, mesela öykünmenin insanın evrenle birlikte kendini yeniden inşa denemesi olduğunu söyleyebiliriz. Geniş imkânları olan bir türden söz ediyoruz, öyle ki bir cümleyle bile bir denemeyi kendi alanına dahil edebilir. Bazen bir romanı da hazırlayabilir, romana kapı açar ancak ne eşiktir ne de kulis, başlı başına sahnededir yeri. Okunuyor mu yazıldığı kadar öykü, tartışmaya değer: Fakat her şekilde içten kopan yazma isteği ve böylelikle oluşan çağıltı anlamlı ve değerli. Hezeyan, dırdır, vırvır şeklinde damgalanarak bastırılanın özgürleşerek yeni bir hüviyet kazanmanın da bir yolu öykü.
- Unutma ya da kaybolma korkusuyla, kendi kendiyle dertleşmek ya da hasbihâl etmek üzere sözlü veya yazılı kayıt altına almanın yapısal olduğunu düşünürüm. Dolayısıyla engellenen eser, bünyeleri sakatlar. Eş veya dost, kimsenin böyle bir sakatlamaya hakkı olmamalı.
Kaldı ki öykü yapıcı, ilgili ve şefkatli olmanın da bir yolu; gözünüzü hayata ve insanlara açar. Bir araya getirir, buluşturur, söyleştirir.
“Yazarı yazar yapan edebiyat dergilerinde bulunmak” diye vurguladı Abdullah da panel konuşmasında. Yalnızlıktan uzaklaşmak için yazabilme, yazabilmek için de yalnızlaşma gereğindeki hassas dengeyi hatırlattı. Edebiyat alanında dünyayı iyi takip sırasında oluşması mümkün bir handikaba değindi: “Burnunun ucunu görememek”. Okurken, nasıl bir yazar olacağı sorusuyla birlikte hareket ettiğini de belirtti. Mustafa Kutlu ona, “Abdullah, ne kadar yazar varsa o kadar da tarz vardır.” dermiş.
Yıldız Ramazanoğlu, felsefeye ilgi duyduğu hâlde, ailesinin ısrarıyla tıp okuması gerekince, eczacılık eğitimi gördüğünü anlattı. Bir varoluş mücadelesi verilen yıllarda edebiyat bir lüks gibi görüldüğü için dergi ve gazetelerde yıllarca müstear adlarla yazdığını dile getirdi. Bütün bunlara şahit olmanın duygudaşlığıyla dinledim anlattıklarını. Yazmanın kendisi için taşıdığı önemi de şu şekilde ifade etti: “Nefes almam lazım, nefes almak için yazıyorum.” İlk öykü kitabını, Mustafa Kutlu’nun, “Bir kitap içinde bir araya getirelim bu öyküleri.” deyişi üzerine yayımlattığını da belirtti.
Mustafa Kutlu’ya atıfta bulunmadan bir öykü konuşması yapamıyoruz. Ben de hemen her konuşmamda anıyorum Kutlu’nun 1984’ten beri süren teşvikini.
İkinci panelin konuşmacılarından Özlem Metin, “ideal bir okurluk çizgisi izlememekten” ileri gelen telaşlı ve yoğun okuma sürecini anlatırken, kendimi o telaşın içinde hissettim; öykü dilinin gücü bu. Üniversite yıllarında bahçede, okuma yaptığı noktalarda elinde bir kitapla yalnızlığın tadını çıkarmış, çalışırken de öğle arasında yarım saat olsun okuyabilmek için esnaf lokantalarında almış soluğu. “Aceleye getirilemeyecek bir alan edebiyat, bunu göze almalısınız.” diye öğüt verdi genç yazarlara Metin.
“Eğer edebiyat bizi iyi insanlara dönüştürmüyorsa, o zaman sorun bizdedir.” diye ifade etti edebiyat görüşünü Naime Erkovan. Her şeyi bir öyküden bekleyemeyeceğimizi, bir öyküye yığamayacağımızı hatırlattı; öykü iktisatlı olmayı gereken bir tür. Öykü yazmak zihni toparlarken bizi yatıştırıyor, toparlıyor. Teknolojinin etkisiyle günümüz insanı bir hayli sabırsız ancak sanat ve edebiyat hayatın o kadar hızlı akmadığını gösteriyor. Erkovan, yazarlık okulu tecrübelerinden de söz etti.
Galip Çağ, akademisyen bir öykücü. Yeteneğin önemine inansa da aslolanın çalışmak olduğuna inanıyor haklı olarak. Bir aynaya, bir ağaca öykü yazılabileceğini vurguladı Çağ. Tecrübelerinin kıymetini bildiğini gösteriyor yazdıkları zaten. Çocukluğunun çığlık çığlığa gerçekleşen banyo saatlerinin kendisinde oluşturduğu dehşeti Cellat ismiyle öyküleştirmiş. Naif, dokunaklı, aynı zamanda şiddetli bir şekilde sarsarak gerçeğe uyandıran öyküler yer alıyor Kale Arkası isimli ikinci öykü kitabında. Çağ, dilerim ileride akademi dilinin baskısı altında öykülerini feda etmek zorunda kalmaz.
Hüseyin Hakan’la Van Edebiyat Mahfili için Van’a gittiğimde tanışmıştım. İnce bir çizgiyle bile olsa yazmayı sürdürdüğü takdirde öykümüze büyük katkısı olacak, öylesine coşkulu bu konuda. “Anlatabilmenin gücü” diye tanımladı öykünün kendisi için taşıdığı anlamı Hakan. Yazdıklarımız bir kitlenin talebini karşılamıyorsa ne olacak, diye sordu bir yerde. Öykülemenin ontolojik yanını ise şöyle tasvir etti: “O gün mağaraya ilk çizgiyi atan, bugün bilgisayar kodu yazan birbirinin akrabasıdır, bir şey anlatmak istemektedir.”
Arka arkaya dört öykü paneli yöneten moderatörümüz İsmail Süphandağı gerçekten sabırlıydı. Enes Melih Sofuoğlu, soluk soluğa bir tempoyu korudu sonuna kadar. Rektör Mustafa Alican ise iki gün boyunca bütün panelleri baştan sona izledi. Naime bir konuşmasının başında sıra dışı rektör, bir öykü kahramanı tasviriyle altını çizdi bu hürmetin.
Malazgirt Günlükleri’nin “Gitmesek de Görmesek de” başlığını taşıyan ilk bölümü, Muş’ta pazar gününe denk düşen 1 Eylül 2019’da gürültülü bir çay ocağında başlıyor. Büyük ekran televizyonda Tranzonspor’la Fenerbahçe arasındaki maçı izlenmektedir o sırada. “Futbolcusundan seyircisine kadar herkes çıldırmak için ufak bir işareti bekliyordu sanki.” diye bizi olacaklara hazırlıyor yazarımız. Fenerbahçe kaşkollu gençler hop oturup hop kalkıyor, kahkahalar ve küfürler, sövgüler ve övgüler gırla gidiyor. Alican, “…taşralı erkeklerin kederli oyalanma arayışı” olarak nitelediği futbolu kitlelerin afyonu olmaktan farklı bir bakışla kavradığını belirtiyor o hengâmede. Tespitlerine keşke uzun uzun yer verebilseydim. Trabzonlu Alican da dakikalar akıp giderken çay ocağındaki havaya kaptıracaktır kendini. Trabzonsporlu seyircinin kıt olduğu bir ortamda, Trabzon için kritik bir anda adeta bilinçsiz denecek biçimde yerinden fırlıyor. Bu duygudaşlığı çok az kişiyle paylaşmanın analizini yapmaya girişmeden önce, futbolun, esas itibarıyla belirsizlik ile beslenen bir öznelliğe dayanmasının zorunlu kıldığı bir ahlakiliğin altını çiziyor, Camus’a atıfla. Trabzonspor’un büyük ölçüde İstanbul-Anadolu çekişmesinin futbola yansımasının etkisiyle kazandığı gücün zamanla vefa borcu hissiyatıyla sürmesi, taşranın konuşmak için dil olarak futbol takımı taraftarlığını seçtiğini gösterirdi. Uzunca konuşmayı gerektiren kıymetli bir bahis.
Maçtan hemen sonra, Orta Çağ tarihçisi Adnan Çevik’ten aldığı bir telefonla başlıyor Alican’ı Malazgirt Günlükleri’ni yazmaya götüren süreç. Malazgirt Savaşı’nın gerçekleştiği alanın tam olarak tespiti için yapılması gerektiğini düşündükleri projenin onay aldığının haberini verir meslektaşı. 1930’larda ve 1940’larda yapılmış iki yüzey araştırması sadece savaş alanını tespite yönelik iken, Anadolu’daki tarihsel varlığımızı yeniden düşünmeyi gerektiren bir anlam çerçevesi kurulması yönünde, çok katmanlı ilerleyecek şekilde hazırlanan bir projedir söz konusu olan.
Çay ocağından yarı öfkeli yarı kederli bir şekilde ve sarı lacivert kaşkollarını bileklerine dolamış olarak çıkan gençleri görür sonra Alican. İşte böyle durumlarda sonucu daha bir anlayışla karşılamayı sağlayacak bir bilinç kazandırmalı değil miydi kültür… Her şeylerini paylaşan şefkatli insanların ahfadı, puanları niye bölüşmesin ki, diye düşünür.
“Çalıntı Proje” başlıklı bölümde göndermeler o kadar belirgin olmasa, bir romanın sayfalarında gezindiğimi düşünebilirdim. Konuyla doğrudan ilgisi olmayan bir derneğin Malazgirt Savaş Alanı’nı araştırmasına dair söylemleri, romancı olarak zihnimde bir yığın çağrışıma yol açtı. Bu proje için 2018’de inisiyatif alan uzmanlardan oluşan ekip, söz konusu derneğin mimar başkanı tarafından projelerini çalmakla suçlanıyor. Proje çalmakla suçlanan kişi, Malazgirt Savaşı üzerine kaleme alınmış en ayrıntılı monografi olan Malazgirt 1071: Kıyametin İlk Günü (2013) kitabının yazarı Mustafa Alican’dır. Konunun disiplinlerarası bir yordamla ele alınmasını önerdiği kitabının basım tarihi ortadayken, yazarın maruz bırakıldığı ithamlar medyada yer bulur. Oysa, bir mimarın aklına gelen Malazgirt eşiğine dair keşif çalışması, konu üzerine çalışan bir tarihçinin aklına niye düşmeyecekti?
Tarihe dönük kazılar disiplinlerarası bir usulle gerçekleştirildiğinde, keşiflerimiz geçmişin yüceltilmesinden ziyade anlayışlı bir bakışla kavranması noktasına götürür bizi, Malazgirt Günlükleri’ni okurken bunu düşündüm. Okunması zevkli, öğretici bir günlük kitabı kaleme almış Alican. Kültüre verdiği önem, Muş topraklarına Ukrayna’dan karabuğday tarımını getirmesinde de kendini gösteriyor. Buğday tarımı bildiğimiz, atalarımızdan öğrendiğimiz gibi olmaktan çıktı ve giderek bunun sonuçlarına dayanamaz oldu nefesimiz. Ata tohumu arayışına düştü çiftçiler. Kalem efendiliği cazibesini yitirirken çifte çubuğa gözlerini dikiyor gençler; ancak kim, nasıl cesaretlendirecek? Arkasında büyük tecrübeler, ibret verici yıkımlar ve inşalar barındıran Anadolu’yu hak etmek çok daha kapsamlı bir kavrayış gerektiriyor, çok daha büyük bir itina.