Lañgoz
Babam, anlayışsız, laftan sözden anlamayan, kaba saba kimselere çok sinir olur, onlar için “lañgoz” tabirini kullanırdı. Benim merak ettiğim, çok değil, topu topu iki, bilemediniz üç nesli ihtiva eden bir süreçte, nasıl oldu da bu kadar lañgozlaştık?
Babam, ortaokuldan sonra tahsiline devam etmemiş, edememiş olmasını, “en büyük evlat olma bahtsızlığı”na verirdi. Çünkü yaşça daha küçük olan her iki amcam da üniversite mezunuydu. Zirai ilaçların yanı sıra, kazma, kürek, çekiç, keser ve sair avadanlıkların satıldığı bir dükkânımız vardı. Fakat babam, çarşıdaki diğer esnaflardan farklıydı. Her gün mutlaka sinekkaydı tıraş olur, ütülü pantolonunu, gömleğini, ceketini giyer, tertemiz ve ütülü bez mendilini cebine koyar, kravatını takar, dükkâna öyle giderdi. Pek fazla insanla muhatap olmaz, kendisini gördüğü zaman sigarasını söndüren, bacak bacak üstüne atmışsa ayağını indirip şöyle bir toparlanan gençlere, dükkân komşularına rastlayınca keyiflenir, içten içe sevinirdi. Fazlaca mektep medrese okumamış olsa da, tanıdığım, kelime haznesi en geniş insanlardan biriydi. Francala, ispanyolet, hüdayinabit, gabari, vasistas ve daha nice az bilinir kelimeyi ondan belledim. Kendine has bir de terminolojisi vardı rahmetlinin: Sirketasının kaşığı, okuntulu bıçak, gıldır ve daha niceleri. İşte “lañgoz” onlardan biri.
Anlayışsız, laftan sözden anlamayan, kaba saba kimselere çok sinir olur, onlar için “lañgoz” tabirini kullanırdı. Bir kelimenin telaffuzu, yazıyla nasıl tarif edilir bilemeyeceğim ama tam olarak “lañgoz” demezdi. Umumiyetle canı sıkkın olduğu, birine öfkelendiği hâllerde ağzından dökülürdü ve kelimeyi söylerken n ile g’yi aynı harfmiş gibi, genizden gelen n harfi gibi (Osmanlıcada sağır kef’le yazılan) ama üstüne bastıra bastıra, şeddeleyerek telaffuz ederdi: Laññoz!
Yazılış itibariyle en yakın, “longoz ormanı” diye bir terim var ise de “lañgoz”a başka yerde rastlamadım. Etimolojisi de nerden gelir, nereye gider bilmiyorum ama bilhassa son yıllarda, neredeyse her gün ve defalarca bu kelimeye ihtiyaç duyduğum, bir hakikat.
- Anlatılır ki, İstanbul’daki Şehir Hatları’nın Şirket-i Hayriye olduğu devirlerde, Beylerbeyi vapuru, her seferinde, planlandığı saate göre bir miktar gecikmeli kalkarmış. Sebebi de, Beylerbeyi ahalisinin, vapura biniş ve inişlerde birbirine nezaketen yol vermesi ve bu esnada yaşanan, “Azizim önden buyurun, olur mu efendim, lütfen siz buyurun” seremonisi imiş…
Telaşa mahal yok. Ah nerede o eski günler motifli bir tirada girişecek değilim. Tamam, eski güzel günlerimizin cazibesini inkâr edemem lakin her çağ, her zaman dilimi, kendi zorlukları, çirkinlikleri, dezavantajları yanında, kolaylıkları, güzellikleri ve avantajlarıyla birlikte gelir. Bize düşen, içine doğduğumuz zamanı, önce anlamak, sonra anlamlandırmak, güzelleştirmek, yaşanılır kılmaktır. Âmennâ.
Benim merak ettiğim, çok değil, topu topu iki, bilemediniz üç nesli ihtiva eden bir süreçte, nasıl oldu da bu kadar lañgozlaştık?
Şimdi otursak, bunun için yüzlerce sebep sıralayabilir, günlerce tartışabiliriz. Naçizane, kendi açımdan en mühim bulduğum birkaç sebepten biri, lisanımız. Bana öyle geliyor ki, yitirdiğimiz her kelime; vazgeçtiğimiz, ihmal ettiğimiz yahut herhangi bir sebeple körelip giden bir yanımızı, bir hissimizi, bir davranış kodumuzu da beraberinde götürüyor.
Cenâb-ı Hak, ceddimiz Âdem aleyhisselamı halk eylediği vakit, ilkin, ona “esmayı talim eyledi”, yani lisanı, cümle eşyanın adlarını öğretti. Meleklerce meçhul olan, Âdem babamızca malum idi. Allahu Teala, meleklerine “secde edin” emrini vermezden hemen önce, bu “ilim” farkını onlara gösterdi. Sorduğu soruya melekler cevap verememiş, Hz. Âdem (as) ise soruyu bihakkın cevaplamıştı.
Lisanlar, âdemoğullarına Allah’ın birer lütfudur. Ve biz, kendi lisanımızdan, Yahya Kemal’in ifadesiyle “Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan ve birbirimize bağlayan” güzel Türkçemizden mesulüz. Taş üstüne taş koyamasak bile, en azından dedelerimizden devraldığımızı, evlatlarımıza aktarabilmeliyiz. Bu sadece bir lisanın değil, ceddimizden tevarüs ettiğimiz davranış kodlarının da nesilden nesle taşınması demektir. Mesela eski bir metni okuduğumuz vakit, ceddimizin neler düşündüğünü yahut neyi kastettiğini tam manasıyla anlayabilmek, yüreğimizde hissedebilmek için bile, ortak lisana, ortak kelimelere muhtacız. Eğer dedenin sana bıraktığı metinleri okuyamıyor, hatta “sadeleştirme” adlı tercüme (daha açık ifadeyle, tahrip) faaliyetine gerek duymadan anlayamıyorsan, “Houston, we have a problem”...
- Asırların imbiğinden geçmiş nice revnaklı kelime, palamarları çözülmüş sandallar misali, ufukta usul usul kayboldukça, onların bizi taşıyadurduğu menzillere, hislere, kavrayış ve davranış kodlarına da veda etmek zorunda kalıyoruz. Oysa, asırlar boyunca, birbirinden hünerli, onlarca, yüzlerce, belki binlerce ustanın el emeği, göz nuruyla inşa edilegelmiş; ruhunda, geniş coğrafyalardan ömürler harcanarak damıtılan yüksek zevkleri taşıyan sanatkârlar tarafından nakış nakış işlenmiş; rengârenk, çeşit çeşit, boy boy sandallar, kayıklar, çektiriler, karamürsellerdi her biri.
Artık hepsinin yerine bir jetski yetiyor da artıyor. Hürmet, ihtiram, tazim, takdir, itibar, tahrim, müsamahanın palamarlarını çözün gitsin. Bize “saygı” yeter. Maksat, bir yerden bir yere gitmek değil mi? Kelime dediğin, karşıdaki kişiyle iletişim kurmaya yarayan bir araçtan ibaret, neticede. Söyledin, karşındaki de anladıysa, mesele kapanmıştır. Saygılarımla.
E tabii, maksat, bir yerden bir yere gitmek olunca, ikinci adım, “bir an önce gitmek” oluyor. Hızlı iletişim. Bir sürü farklı kelimeye, laf kalabalığına lüzum yok, iletişelim, bitsin. Şu sıralar çok yoğunum. Trafik yoğun. Gündem yoğun. Havada da yoğun, nem var zaten. Yoğun bakıma mı sokacaksınız beni? Sizin yüzünüzden işlerime yoğunlaşamıyorum bir türlü.
Yoğunlaştıkça, lañgozlaşıyor muyuz ne?
Hızlı, daha hızlı
Hafızam beni yanıltmıyorsa, 1980’lerin sonuydu. 88 veya 89 olabilir. Duyduk ki, “anlayarak hızlı okuma” diye bir teknik varmış. Türkiye’ye yeni gelmiş. Tam da kıtlıktan çıkmışçasına ne bulursak deli gibi okuduğumuz, okumaya doyamadığımız, neredeyse günaşırı bir kitap devirdiğimiz, haftada iki kitabın altına düşersek mahzun olduğumuz günler.
Anlayarak hızlı okuma teknikleri. Çok da havalı... Hem merak hem de “ihtiyaç” sebebiyle, dört beş arkadaş toplanıp, anlayarak hızlı okuma teknikleri kursuna gittik. Kurs dediysem, öyle düzenli, kurumsallaşmış bir eğitim kurumu falan değil. Türkiye’de bu sahadaki ilk iki eğitmenden biri, hatta sonradan bu konudaki ilk kitabı da yazıp yayınlayacak kişi olan Muhsin Kadıoğlu, bizi bir odaya topluyor, bir yandan tekniğin teorisini veriyor, bir yandan da bilgisayar marifetiyle pratiğini yaptırıyor. Şimdi düşünüyorum da, galiba ülkemizin ilk hızlı okuma kursiyerleri bizdik.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman uçaklarının üstünde yazan rakamları okuyabilmek için İngilizlerin geliştirdiği teknikten esinlenilmiş. Dakikada 2 bin 3 bin kelime okuyan efsane şahsiyetlerden bahsediliyor. Hepsi dâhi. Müteveffa Amerikan Başkanı Kennedy’nin, dakikada bin kelime okuduğunu hatırlıyorum mesela. Bir veya iki hafta kadar gidip geldik. Yalan yok, başlangıç seviyelerimize göre hepimiz iki üç kat hızlandık. Hatta hoca, çalıştıkça, pratik yaptıkça daha da hızlanabileceğimizi söyledi. Fakat yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Hız gelmiş, lezzet kaçmıştı.
- Çamur atmak istemem, iş icabı bir sürü evrak incelemek, haber metinlerini taramak vb. işleri olanlar açısından önemli bir avantaj. Lakin, en yakın dostu Kazangap’ın cenazesini, yine onun hediyesi olan çift hörgüçlü, iftihar kaynağı devesi Karanar’a yükleyerek, Boranlı’dan yola çıkan Yedigey’in, uçsuz bucaksız Sarı Özek bozkırındaki yolculuğunu anlamak; en yakın dostunu Ana-Beyit Mezarlığı’na defnedebilmek için ortaya koyduğu gayreti hissetmek istiyorsak, “hız”dan ve “teknik”ten berî bir okuyuşla yudumlamalıyız Aytmatov’un dimağ çatlatan, sadra şifa satırlarını. Zira, Gün Olur Asra Bedel’i, hızlı tekniklerle okumaya kalkışmak ile; Kazangap’ın çok bilmiş oğlu Sabitcan’ın, işlerinin çokluğunu ve vaktinin darlığını öne sürmek suretiyle, “Yahu Yedike, o kadar yolu çekmeye ne gerek var, babamın cenazesini şuraya bir yere gömelim gitsin” diye şarlaması, aynı kapıya çıkıyor.
Hadi dürüst olalım. Her ne kadar Sabitcan’ın saygısızca tavrına öfkelensek de, gündelik yaşayışımız ve hayat tarzımızla Yedigey’den çok, Sabitcan’a benziyoruz. Her şeyin skora indirgenmesini normal karşılar olduk. Bütün sistemler, bütün mekanizmalar, ikili mantık üzerine inşa edildi. 1 veya 0. Var veya yok. Açık veya kapalı. Siyah veya beyaz. 49,99 puan alırsan başarısız, 50,00 alırsan başarılısın. Bu hız merakı ve sonuca odaklı hayat tarzı yüzünden, yolculuğa dair detayları bir bir kaybediyoruz. Daha janjanlı, daha büyük puntolu, daha ışıltılı ama daha sası, daha yavan, daha lañgoz bir hayata doğru sürükleniyoruz. (Tamam, kabul, çoktan sürüklendik). Bir film hatırlıyorum. Bir Amerikan filmi. Her türlü pespayeliğin yaşandığı bir lise ve lisede iyi şeyler yapmaya çabalayan idealist bir öğretmen. Çocuklardan biri öğretmene şöyle diyordu, “Bana bak bayım, biz senin gibi ve senin zamanındakiler gibi değiliz. Biz hızlı yaşıyoruz. Siz bir kızı gülümsetmek için haftalarca peşinde koşardınız, hâlbuki biz ikinci gün yatağa atmaya bakarız…”
“Hız” hakkını helal etsin, esas problem “acele”
Yazıyı bitirecektim ama “hız”ın hakkını yemişim gibi geldi. Fark ettim ki problemin kaynağı hız değil, acele. Zannediyoruz ki, yeterince hızlı olursak, peşinden koştuklarımıza yetişebiliriz. Bu kısacık ömrümüze daha fazlasını sığdırabiliriz. Ama öyle olmuyor. Biz acele ettikçe, peşinde olduklarımız arayı biraz daha açıyor. Bir yandan tükenen zamana, bir yandan parmaklarımızın arasından kayıp gidenlere bakıp, hırçınlaşıyor, zıvanadan çıkıyor, lañgozlaşıyoruz.
Madem öyle, 16. yüzyıl şairlerimizden Edirneli Hâtemî’nin meşhur beyti ile bitirelim:
- İrişür menzil-i maksûdına âheste giden
- Tîz-reftâr olanun pâyine dâmen dolaşır