Küba günlüğü 2007
Evet, Müslümanlar; ne var ki komünist düzenin de mensûbudurlar. Zâten başka türlü de orada yaşayamazlar. Düzene sâdık kalmak kaydıyla hareket sahası epey geniş. İşte, Müslüman oluşları ve serbestce ibâdet edebilmeleri bunun âşikâr delili olmuyor mu? Burada biraz duralım. Nasıl ve niye Müslüman olmuşlar?
17 Aralık Pazarertesi
İHH adına yol arkadaşım Osman Atalay Beğ’le birlikte Yeşilköy havaalanından Fransız Havayolları’na (Air France) ait Airbus uçağıyla saat dokuzda Paris yönünde havalandık. Her zamanki gibi kanat önü ve pencere kenarındaki koltuğumdan karla kaplı Alpleri seyrede ede sâkin, olaysız bir uçuşun ardından saat on ikide Paris Charles de Gaulle havaalanına indik. Havalanma ile iniş sıralarında kulaklarımın ağrımamasından pilotumuzun taşıtımızı ustaca kullandığını anladım. Paris’ten Havana yönünde yine Fransız Havayolları’nın iki katlı Boing uçağıyla Türkiye saatıyla on beşte havalandık. Uçakta mebzul miktarda Türk gezgin var. Buna rağmen, bizleri takmıyor olmalılar ki, duyurularda Türkcenin esâmesi okunmuyor. Bunlar, Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve her ne kerâmetse İtalyanca üzerinden yapılıyor. İlk üçünü anladık da, İtalyanca niye? Fransızca havayolu şirketinin millî dili. İngilizce dünya dili. İspanyolca uçuş menzilimizin dili. E, peki, İtalyanca? Uçakta bol miktarda İtalyan varsa, Türkler de öyle. Bunlar, niye adam yerine koyulmuyor? Neyse, şükürler olsun, bizleri on küsur saatlık uçuşun ardından gündüzün havalandığımız Paris’ten geceleyin, tabiî, ayın on altısına dönerek, Havana’ya sağ sâlim indirdiler.
Bizi karşılamağa gelenlerle bir fasıl kucaklaştım. Belki insanın kara tenlisiyle ilk defa kucaklaşıyorum. Binânın dışına çıktık. Bizi gıcır gıcır Güney Kore mamulu KİA marka bir minibüsün yanına götürdüler. Adamlardan biri, daha sonra öğreneceğimiz üzre, Küba Müslüman cemaatinin başı ve tabiî Komünist Partisi mensûbu Yahya Pedro, öbürü de İdris bilmem ne. Arabayı şöyle bir okşayan İdris, “Bu, bugün ilk defa yola çıkan bir bakir araba” dedi. Osman ile Yahya arkaya yerleştiler, ben de sürücümüz İdris’in yanına oturdum. Hotele gitmek üzre Küba saatıyla on dokuzda havaalanından on altı km uzaklıktaki şehre hareket ettik. İki yanı ağaçlı yollar, bakımsız, fakat düzenli ve temiz gözüküyorlar. Şehir neredeyse karanlık. Işıklandırma az ve zayıf.
- Arabada Yahya ve İdris’le lâflıyoruz. Onları anlamakta bayağı zorlanıyorum. Elektrik teknisyeni olan Yahya okuyan bir adam. Elden geldiğince benimle anlaşılır yüksek İspanyolca konuşmağa çaba harcıyor. Yine de Küba şivesinin üstesinden gelemiyor. Almanların, “İnsan, alışan yaratıktır” deyişinin doğruluğunu gün geçtikçe daha iyi anladım. Üçüncü günde nitekim, kulaklarım, o şiveye az çok alıştılar.
Öyleki Küba lehçesinde geçen birtakım temel sözleri de öğrenir oldum. Bu sözlerin kimisi ya İspanyolca asıllarının değişikliğe uğratılmış bir çeşidi ya da vaktiyle Afrika’daki yurtlarından kaçırılarak yahut satın alınarak köle niyetine getirilenlerin anadillerinden devşirilmiş. Uzun yolculuklarda gün boyu birlikte kaldığımız, mesleği mekanikcilik olan İdris’in halk çocuğu olmasına rağmen, dile hâkimiyeti beni şaşırttı. O kadar ki, yanlışlarımı düzeltmekte gecikmedi. Adamları soruya boğduk. Fidel Castro’nun sağlık durumundan tutun da herkesin devlet tarafından istihdâm edildiğine varana ve enflasyonun nisbeten düşük tutulduğuna dek birçok şeyi kısa sürede öğreniyoruz. İhrâç malının başını yetişmiş insan gücü çekiyor. Hekim, öğretmen, mühendis, mimâr ile müzikci… Ne ararsan var. Dile kolay, yirmi bini bulan bu nitelikli insan gücü, ihrâcatın başını çekiyormuş. Tabiî, bize bildirdiklerinin doğruluk derecesini ölçecek durumda değiliz.
Evet, Müslümanlar; ne var ki komünist düzenin de mensûbudurlar. Zâten başka türlü de orada yaşayamazlar. Düzene sâdık kalmak kaydıyla hareket sahası epey geniş. İşte, Müslüman oluşları ve serbestce ibâdet edebilmeleri bunun âşikâr delili olmuyor mu? Burada biraz duralım. Nasıl ve niye Müslüman olmuşlar? On dokuzuncu yüzyıl sonlarında Osmanlı ellerinden çıkagelmiş özellikle Lübnanlı bir avuc Arap ile yakın geçmişte Afrika’dan ilticâ etmiş olanlar bir yana, yerli Kübalı Müslümanlar kendi istekleriyle ihtidâ etmişler. Bu sonuncuların da başını altmışına merdiven dayamış Yahya Pedro çekmiş.
- 1970’li yılların başlarında tesâdüf eseri eline geçen bir yazı ona esin kaynağı olmuş. 1970’lerin sonu ile 1980’lerde askerî talim terbiye görmek üzre Afrika’nın toplumcu-devrimci ülkelerinden Küba’ya gelmiş yahut sığınmış Müslüman Zencîler, onu adamakıllı eğitmişler. İdris’in bacısıyla evlenince bunlara da Müslümanlığı işlemiş. 1980’lerin sonundan itibâren Müslümanlığı ada boyu yaymağa kendini adamış. Şimdilerde, şaka maka, dokuz yüzün üstünde resmen ihtidâ etmiş Kübalı var. Şu sıra en âcil konu, Havana’da yüzü gözü düzgün bir câmi inşâa etmek. Yahya bunun da iznini koparmak üzere.
Arsa tahsis olmuş. İnşâat masrafını Küba devleti kısmen karşılayacakmış. Kalanını nereden temin edeceklerini kara kara düşünüyorlar. Bunu da petrol zengini Arap devletleri karşılamağa teşne. Aman, diyoruz, işe Arapları ve İran’ı fazlaca karıştırmayın. Keşke Türkiye kolları sıvasa. İlerleyen zamanla Araplar ile İran’a pek güvenmediklerini seziyorum. Türkiye’yse, kollar ardına kadar açık. Osman ile ben ateşe körükle gidiyoruz. Ne yazık ki etkili ve yetkili konumda değiliz. Türkiye orada câmi inşâa edip Türkcenin de öğretildiği bir kültür merkezi açsa; devlet ile özel teşebbüs eliyle yatırım gerçekleştirip ticâreti alabildiğine geliştirse! Oradan alınacak ne var, diye mi soruyorsunuz? Bir bal tutkunu olarak tavsiyem, öncelikle o nefis hâlis baldan alalım —muzumuzun, bademimizin vs. başlarına gelen balımızınkine de gelmiştir, yânî köküne kibrit suyu dökülmek üzere. Uzatmadan, konumuza yeniden dönelim: Müslümanlığı doğru düzgün bilmiyorlar. Bunu onlara tedris edip din adamı yetiştirecek kuruma acilen ihtiyâç var. Öbür Müslüman devlet ile milletler, kendi meşrep ve hevesleri doğrultusunda bu ihtiyâcı çeşitli yollardan karşılamağa kalkmışlar. Etkinliklerinin ilk semeresini sonraki günlerde gördük. İhtidâ etmiş erkeklerin ilk işi karılarını boşamak olmuş. Çokkarılılığa kanunun cevâz vermemesinden şikâyetci olanlarla bile karşılaştık. Azarlayacak kadar da kızdık. Gelen değişik dış etkiler, dokuz yüz küsur kişilik cemaati, dörde mi ne, bölmüş. Her bir bölüğün başında bir önder. Sonuçta Küba Müslümanlığının “eski tüfenk”i Yahya Pedromuzun genelgeçer önderliği tartışılır konuma sokulmuş. Yazık!
Nihâyet, hotelin geniş bağçesine girebildik. Ne var ki henüz hotele erişemedik. Önündeki küçük bir binâya girdik. Burası araba kiralama acentesiymiş. Küba’da kalacağımız günler boyu KİA bize tahsis edilmiş. Sürücümüz İdris (İhtidâ öncesi adı Juan), Küba’da iki çeşit para biriminin yürürlükte oluğunu söylüyor. Vatandaşın kullandığı para birimi: “Peso” (CUP) ile yurt dışından gelenlerin, ecnebî para karşılığı aldıkları “Bozdurulabilir Peso” (CUC). Bütün sâbık ve sâkıt toplumcu ülke paralarında olduğu üzre, “Bozdurulabilir Peso”nun da sâdece Küba’da geçerakceliği var. Küba dışına çıktınız mı, ısınmakçin yakabilirsiniz. Başka işe yaramaz. İnanılmaz gelecek, ama doğru: Bir “Bozdurulabilir Peso”, bir avroya eşitlenmiş. Arabanın ücretini işte şu “Bozdurulabilir Peso”yla peşin ödüyoruz. Tabiî, yalnızca arabanın ücretini değil, Küba’daki bütün harcamalarımız “Bozdurulabilir Peso” üzerinden olacak. Çıldırtacak kadar uzun kırtasî işlemleri yürüten altmışlarındaki gözlüklü beğ, tıpkı bir kuzeyli, ama aslında doğma, büyüme ve soyca Kübalı. Ardından araba kiralama mahallinden dört yıldızlı hotele gidiyoruz. Gelişimizden önce Yahya bizi hotele bağlı evlerin bulunduğu yerden önünde yüzme havuzlu bir konuta yazdırmış. Geceliği yüz Peso, yânî Avro. “Ayranı yoktur içmeğe, tahterevânla gider...” misâli... “Hayır” dedim. “Birer oda neyimize yetmez?” Günlüğü altmış beş pesodan oda tutuyoruz. Üçüncü kattaki oda genişce. Balkonu açık denize bakıyor. Ufkun ötesi korkunç Sam amca diyârı. Florida’nın Key West Burnu. Hava soğutucusunu kapatıyorum. Bana eşlik eden hotel görevlisi gence beş peso veriyorum. Aylığı dokuz peso (avro). Neredeyse maaşının yarısını vermiş oluyorum. Perdeler ile pencereleri açıyorum. Denizden tatlı meltem esiyor. Odada TV, soğuk hava tertibatı, soğuk ve sıcak su, temiz ve rahat yatak. Ne var ki, malzeme eski ve bakımsız, ama temiz. Helânın sifonu ile musluklar yalama olmuş, su sızdırıyorlar. En alt katta internet odası bulunuyor. Osman, oranın müdavimi. Ancak, yetkili kadın tarafından gevezelik (chat) etmemek hususunda baştan uyarılıyor. Onun o tutkusu benimkine yarıyor. Türkiye’deki gazetelerden bana bir gün önceki Galatasaray karşılaşmasının sonucunu öğreniyor. Vay be, şu dünyanın hâline bak! İstanbul’dan yaklaşık on bin km uzaklıktaki Havana’da bir gün sonra futbol karşılaşmasının sonucunu öğrenebiliyorum. Bunu meselâ babama anlatsam, şaşkınlıktan mezarına gerisin geriye düşüverirdi.
18 Aralık, Salı
Pazarertesinin on sekiz saatlık mesaisinden sonra nihâyet yedi saat uyku. Sabahtan şehre iniyorum. İlk gördüğüm bakkal benzeri yere girip kibrit soruyorum. Sonunda kibritime kavuşuyorum. Hemen beş kutu satın alıyorum. Ne olur ne olmaz. 1978 Türkiye’sini hatırlıyorum. O tarihte bizde her şey yoklar listesindeydi. Vladimir Dudinzev adlı Rus romancısının İnsan Yalnızca Ekmekle Yaşamaz başlıklı kitabından esinlenerek yanımda hep bir torba yahut zenbil taşır, nerede kuyruk görsem, takılırdım. Satılana ihtiyâç olsun olmasın, mutlaka alırdım. O malı sonra bir daha bulamazsınız. Bulursanız, karaborsadadır. Zamanla evde en niteliksiz Romen, Leh, Yugoslav ampulleri, kibrit, mum, un, margarin yahut tereyağ yığını, neredeyse çuval dolusu pipo tütünü vs. birikmişti. O tarihte herkes stokçu kesilmişti. İşte Küba’da da öyle bir manzarayla karşılaştım.
2007 sayımı uyarınca, 11.400.000 olan nüfusun %10.08’ini oluşturan zencisiyle (1.126.8941), %65.06’sı aktenlisiyle (7.271.926) ve nihâyet %24.86’sını teşkîl eden meleziyle (2.778.923) çoluk çocuk, kadın, erkek sokakta. Fakir görünümlü dökük evlerin kapılarından, pencelerinden türlü çeşitli kâh kıvrak, kâh hafîf hüzünlü nâğmeler taşıyor. Ahâlî hem yürüyor, hem mambo, salsa figürleri çeke çeke raksediyor. İçine doğup bağrında büyüdüğüm, hele erkek için daha bir söz konusu olan, o sert ve sâbit tavırlı toplumdan çıkıp buradaki oynak, kıvrak, tence ve kılıkca rengârenk insanların arasında kendimi nice yabancı hissettiğimi anlatmam zor. Ecnebî olduğumu daha ilk bakışta anlıyorlar. Sağdan soldan lâf atanlar. Söze sohbete dalıyoruz. Lehçeleri ile şivelerini anlamakta zorlandıkca zorlanıyorum. Hele o “s”leri yutmaları yok mu, beni ne kadar da şaşırtıyor. Bir dilin özü demek olan argolarını hiç anlamıyorum. Nasıl da hayıflanıyorum. Argoyu anlamadığınızda karşınızdakiyle gülemiyorsunuz. Yalandan gülmek de olmuyor. Ne de olsa, yalancının mumu yatsıya kadardır. İşte onunla bununla lâflaya lâflaya limana yürüyorum. Şehir merkezinde sömürge döneminden kalma binâlar muhteşem. UNESCO bunları anıt eser makûlesine dâhil etmiş, tamir ettiriyor. Hepsinden de önemlisi; 1950’lerden kalma Amerikan arabaları beni çocukluğuma geri götürüyorlar. O sıkı Amerikan ambargosu adamları mucit ve sanatkâr kılmış. Çerden çöpten bulup buluşturdukları malzemeyle fosil arabalara, otobüs ile kamyonlara can vermişler. 1950’lerin ortalarında Felemenkliler, Zonguldak limanını inşâa ediyorlardı. Çocuklarını okula taşıyan sarı renkte koca burunlu Amerikan mamûlu otobüsleri vardı. Sürücü, dümenin sağ tarafındaki kolu çekerek ön kapıyı açıp kapardı. İşte o otobüsler, Havana’da şehir içi ulaşımda kullanılıyor, hem de üstlerindeki Felemenkce yazılar bile hâlâ duruyor. Sordum soruşturdum: Bunları eski Felemenk sömürgesi Surinam’dan 1960’larda temîn etmişler.
Küba’nın en olumlu ciheti nedir diye sorulursa, cep telefonlarının, internet ile kamu alanlarında reklamın bulunmaması, derim. Çağımızın iki uyuşturucu salgını cep telefonu ile internet yok denecek kadar az. Kişiyi ahmaklaştıran, reklam belâsının hem kamuya açık alanlarda hem de TV’de bulunmaması göze ve ruha huzur veriyor. Sokaktaki basit adamda bile belli bir gurur göze çarpıyor. Küba’ya can veren, onu arkalayan Sovyet
İmparatorluğu’nun çöküşünden beri kendi yağlarıyla kavruluyor olmaları insanları gururlandırıyor. Son yıllarda Hugo Chavez’li Venezuela’nın yakıt yardımı dışında Küba tek başına kalmış görünüyor. Halk fakir, ama sefil değil. Gelir seviyesi çok düşük olmasına rağmen, büyük bir dengesizlikten bahsedilemez. Sokaklarda perişan hâlde yatanların, dilenenlerin, yoksulluk sonucu uyuşturucu iptilâsı ile fuhuşun olmaması dikkat çekici bir husus. 11 milyonun üstünde nüfusu bulunan bu ülkede geçen yıl (2006) üç kişi cinâyete kurban gitmiş. Hırsızlık, soygun yok denecek derecede. Havana ile Trinidad’da sokak satıcılarından alışveriş ederken Osman, şişman cüzdanını iki de bir cebinden çıkarıp durdu. İdris de şişkin cüzdanını ortalıkta fazla göstermemesi hususunda onu iki kere uyardı. “Niye?” diye sordum. “Yankesicimi var ki, cüzdanı kapsın?” İdris şaşırdı. Ne demek istediğimi daha açık bir biçimde ifâde edince, “Hayır efendim,” dedi. “Burada hırsızlık filan olmaz; böyle bir şey kimsenin aklına gelmez; yalnız, o cüzdanı öyle kabarık gördüklerinde fiyatı artırırlar, o kadar” karşılığını verdi. Zâten pazarlık etmek, bir tek, işportacıyla oluyor.
Dükkânda sattıkları devlet malı olduğundan, fiyat sâbit, pazarlığın hâliyle yeri yok. Herkesin işi, aşı, temel öğrenimi ile sağlığı temînâta bağlanmış. Bu, bir tarafta güven duygusu yaratırken, öte yanda âtıllığa sevkediyor. Sermâyeciliğin berâberinde getirdiği sermâye ile servetin tekelde terâkümünü, bunun sonucunda da dehşet zengin sefîh bir azınlık ile emeğiyle maişetini temîn eden yahut etmek isteyip de edemeyen sefîl çoğunluğun teşekkülüne cevâz vermeyecek derecede teşebbüse imkân tanınmalı. Böylesi bir imkân toplumun yahut milletin yaratıcı gücünü, kudretini harekete geçirir, seferber kılar. Tersi, uyuşukluğa, bönlüğe ve bunun açık ifâdesi olan hantal ve ağdalı bir kırtasiyeciliğe/bürokrasiye götürür. Küba’da böyle bir durum var ve orada yakından tanıma fırsatını bulduklarıma bu tesbitlerimi iletmeyi görev bildim. Düzen, âdil olmayı hedef bilmiş. Gelgelelim kaş yapayım derken göz çıkarmak tehlikesi de her dem vârit. Servet tekeli önlenmek istenirken, ahâlînin, edilginlik, tenbellik, maddî ile fikrî teşebbüs fukarâlığına itilmesi tercihe değer bir şık değil.
- Havana başta olmak üzre, Küba’nın gördüğümüz her yerinde ulaşım dehşet bir sorun. Günü çoktan geçmiş otobüslerin yanında eski püskü kamyondan bozma taşıtlarla şehir içi ile şehirler arası ulaşım sağlanmaya çalışılıyor ki, durum gerçekten içler acısı. Tır-vârî köhne kamyonların tepesini kapatmış, üstlerine de metrobüs yazmışlar. Yolcuları balık istifi gibi taşıyan bu sözüm ona metrobüslere halk, eğri büğrülüklerinden dolayı “camello” (deve) lakabını takmış. İş ile okul giriş-çıkış saatlarında cadde kenarlarına kadınlı erkekli, çoluk çocuk, dizilmiş araba durdurup gitmek isteyen yüzlerce kişi görebiliyorsunuz. Arabaların çok azı özel. Bunlar da, demin dediğim üzre, çoğunlukla çağdışı. Ötekiler, resmî ve taksi. Özel arabalar da, yakalanmamak kaydıyla, taksi olarak hizmet veriyor. Ayrıca üç tekerlekli motorsikletler ile bisikletler de üstlerine branda çekilip taksi niyetine kullanılıyor.
Dış dünyayla irtibât kesik. Ülkede en yaygın gazete, Komünist Partisi’nin resmî yayım organı “Granma”. Dört TV kanalı var. Bunlardan biri, çocuklara, öbürleriyse, sırasıyla hanımlar ile öğretime ayırılmış programlar. Dördüncüsü haber kanalı. İnternet pek kısıtlı. Onu ecnebîlerin girip çıktığı şatafatlı hotellerde, kamuya kapalı bakanlıklar ile Havana Üniversitesi’nde bulabilirsiniz. Dört bin talebenin öğrenim gördüğü Havana Üniversitesi’nde dört adet bilgisayardan sâdece biri internete bağlı. Cep telefonu da sayılı kişinin elinde bulunup edinilmesi özel müsâadeye tâbî. Besin maddelerinden davar ile sığır eti kıt. Bu sebeple, yalnızca Müslümanlara değil, yetkililerin taleb ettiği, çocuk esirgemeden tutun da doğumevine varana dek, bütün kurumlara İHH’nın kesip dağıttığı kurban etinin değerini varın sizler düşünün. Süt sâdece küçük çocuklara karneyle dağıtılıyor. Buna karşılık, tavuk eti ile başta balık olmak üzre deniz ürünleri mebzûl. Benim gibi, balığa düşkün olanlar için Küba cennet.
19 Aralık, Çarşanba
Bayramın birinci günü. Sabah dokuz otuzda İdris arabayla Osman ile beni alıp bayram namazının kılınacağı mahalle götürdü. Namaz onda kılındı. İmam Iraklı. Adam, bir saat boyunca kimsenin anlamadığı Arapca hutbe okudu. Bundan dolayı kimileri bayağı şikâyetci. Küstahlık, kendini beğenmişlik olarak niteliyorlar. Diyelim ki, imam, İspanyolca bilmiyor, koca Küba’da Arapca bilen de mi yok, hutbe İspanyolcaya tercüme edilsin, deniliyor. “İşte, böyle bir kabalığı Türk yapmaz!” Bunu diyen, namazdan sonra, ihtidâ etmiş Kübalılarla tanıştırıldıklarımdan biri.
Kır sakalı, şalvarı ve sarığa benzer serpuşuyla şarklıyı andıran bu yakışıklı beğ, fasîh İngilizce konuşuyor. İngilizce bilenle ikinci defa karşılaşıyorum. Havana Üniversitesi’nde İngilizce hocasıymış. Bir cemaatımızın dâvetlisi olarak Türkiye’ye gelmiş. Bir ay süreyle gezip gördüğü Türkiye’ye ve Türklere hayran kalmış. Hele Küba’da bulunmaz Hint kumaşı mesâbesindeki ete doyamamış. Nihâyet, sohbet derinleşip koyulaştığı esnâda beni git gide sigâya çekmeğe koyuldu. En fazla öğrenmek istediği husus, Türk devletinin bahse konu cemaat hakkındaki görüş ve tavrının ne olduğu. Ben de “Tevrat”ta geçen bir parçayı naklederek sorusunu cevapladım: “Tanrı çok kıskançtır (“el-kanna”); Kendine eş koşulmasını bağışlamaz” (“Tesniye”, 4/24). Gülüştük. “Evet, çok iyi anlıyorum...” dedi. Anlaşılan, zât-ı muhterem, görevli. Zâten Osman ile benim çevremizde dönüp dolaşan herkes öyle olmalı. Nefes alıp verişimizi bile kayda geçiriyor olmalarını tahmîn etmek zor olmasa gerek.
İkindide kurbanlıkların satın alındığı devlet malı çiftliğe götürüldük. Bitişikte mezbaha var. Hem taşıtlar hem de yayalar dezenfekte edici sıvıdan geçerek çiftliğe girebiliyorlar. Hayvanlar, son derece sıhhî şartlarda fennî usullerle kesiliyor. Onlar mezbahada kesilirken açık arâzîde ulu bir ağacın altında kavurucu güneşten bir nebze korunmuş hâlde oturup çalışanlarla muhabbete dalmışım. Yolanda otuzlarının başında ak pak tenli güzel, oynak, kıvrak, dehşet sevimli, cana yakın bir hanım. Toplumcu, Angola’dan öğrenim görmek maksadıyla Küba’ya gelmiş bir zenciyle evlenmiş; bir de, on bir yaşında melez kızı var. Evlendikten sonra iki yıl kadar Angola’nın başşehri Luanda’da oturmuş. Ardından boşanarak kapağı tekrar Küba’ya zor atmış. Küba’da genç evleniliyor. Hızla boşanılıyor. Çocukların eğitimi ile öğretimini devlet, anaokulundan itibâren üstleniyor. Kadının hakları çok geniş. Bu yüzden erkeğin pek sözü geçmiyor. “Erkekler çok şikâyetci” diyor Yolanda. Müdhiş kıskançlarmış. Fakat şiddet yok. “Peki, ne yapıyorlar?” diye soruyorum. “Dırdır ediyor, kadınların başını şişiriyorlar” cevabını veriyor. “Kadın da sıkılıyor, başını alıp gidiyormuş.”
Peki, bu konu nereden, nasıl açıldı? Defalarca muhatab olduğum soruyu Yolanda da sordu: “Dans etmesini biliyor musunuz?” “Hayır; gençliğimde erkeğin çıkıp oynaması bizde hoş görülmezdi; bunu yapan erkeklere başka gözle bakarlardı” dedim. Çok şaşırdı. İnsan, kadın olsun, erkek olsun, nasıl olur da dans etmez... Yolanda’nın aklı buna yatmadı. İşte konu böyle açıldı. Erkekler, kadına bayağı doymuş olmalı ki, yarı çıplak dolanan şu şuh fettânlara nazâr atfetmeye bile gerek görmüyorlar. Hayret ki, ne hayret! Böyle bir şey bizde olsa… Erkeklerine gelince; onlar, bizimkilere benzer, kapalı, muhâfazakâr biçimde giyiniyorlar.
Neyse, Yolanda’dan sonra saatlarca sohbet ettiğim ellisine merdiven dayamış yumuşak çehreli yakışıklı bir zencî beğ. Otuz yıldır denizdeymiş. Şimdilerde artık çarkcıbaşı olarak görev görüyor. Nerelere gitmemiş ki?! Doğusu ve batısıyla Almanyalar, Rusya, İsveç, Norveç, Danimarka, İspanya, Portekiz, Gine Bissau, Angola, Mozambik, Çin, Endonezya… Saymakla bitmez. Uzun boylu, siyâsî düzenlerin çözümlemesini yapıyoruz; bana tür tür gemileri, denizleri, memleketleri, çeşit çeşit milletleri, kültürleri anlatıp duruyor. Ardından Müslüman olmuş yaşlı bir hanımefendiyle lâfa dalıyorum. O da bana altmış yıl öncesinin Santiagosunun çalgıcılarını, müziğini, şeker kamışı tarlalarını, ailesini, doğu Küba’daki dağları, ormanları ve Komünistken Müslümanlığa geçişinin hikâyelerini naklediyor.
Artık, akşamüstü; gurup vaktine yaklaşıyoruz. Sıcak yerini hafîf tertîp serinliğe terk ediyor. İşler duruyor. Mezbahada çalışanlar ve idârî işlere bakan kadınlar, süratle evlerinin yolunu tutuyor. İdris, Yahya Pedro, Osman ile ben kıpırdıyoruz. Osman, yine ele avuca sığmıyor. Sağa sola koşuyor, onun bunun resmini çekiyor. Adam safî hareket. Bingöllülüğüne aklım yatmıyor. Karadenizli olmalı, derim.
Şükürler olsun, en sonunda Osmanımızı zar zor da olsa arabaya bindirip yola revân oluyoruz.
20 Aralık, Perşenbe
Bayramın ikinci günü. Kurban kesilecekken iş akâmete uğruyor. İşin sürdürülmesi için yeniden izin gerekiyor. Onlarca yetkiliden birinin imzâsı gecikince günümüz Tarım Bakanlığı’nın kapısında geçmeğe namzet. Şehir dışındaymış. Dönmesi gerekirken, efendi hazretleri henüz avdet buyurmamışlar. Çâresi yok. Beklemekten vazgeçtik. Şehrin yolunu tuttuk. Boş arsalarda tezgâh kurmuş satıcılardan kendi imâlâtlarını hediye alıyoruz. Yollar ile yapıların çoğu sömürge devri kalıntısı. Muntazam dik kesişen ana ve tâlî yollar, süslerle işlenmiş taş yapılar, köprüler, içleri heykel ve resim dolu irili ufaklı kiliseler. Şaşıyorum. Şu İspanyollara bir bak! Keşfedip ele geçirdikleri Amerika kıtasını bir baştan diğerine 1500’lerden başlayarak A’dan Z’ye inşâa ettikleri şehirlerle donatmışlar. Dinleri ile dillerini benimsetmişler. Her yer âdetâ İspanya’nın devâmı. On sekizinci yüzyıldan sonra kurulan yeni düzenler ne ve nasıl olurlarsa olsunlar, İspanyolların getirip kattıkları maddî ile manevî değerleri inkâr etmek şöyle dursun, kendi mallarıymışcasına onlarla övünüp gurur duymaktadırlar. Tarihî kültür mirâsımız diye onları sâhipleniyorsunuz. Oysa İspanyolların Amerika’da fethettikleri topraklara denk düşecek mıkyâsta ülke zapteden Moğollardan geriye iz kalmamış. Şehir inşâa etmemiş, ne din ne de dil, yalnız kılınçtan geçirdiklerinin damağında kekrek bir tat bırakmışlar. Hepsi o kadar.
Yahya Pedro’ya soruyorum: “Şu eski sömürge efendileriniz İspanyollar hakkında ne düşünüyorsun; sizleri Afrika’daki anayurdunuzdan söküp buralara köle olarak çalıştırmaya getirdiler; onları lanetliyor mu yoksa affediyor musun?”
“Yapıp bıraktıkları güzel işler ile eserler, çektirdiklerinin fevkında olmasından ötürü, haklarında kötü düşünemem.”
“Fidel Castro da senin gibi mi düşünüyor, ne dersin?”
- “Devrimden hemen sonra ABD’nin dümen suyunda dünyanın bize sırt çevirdiği en sıkıntılı dönemde iki ülke yanımızdaydı: Biri Meksika, ötekisiyse Faşist Franko İspanyası. Aslında Franco İngilizleri, Amerikalıları sevmezdi. Küba devrimini, İspanyolların, Amerikalılara 1898’deki yenilgisinin, dolayısıyla da Küba’yı yitirmelerinin intikâmı şeklinde algılamıştır. Nihâyet, Meksika ile İspanya’nın ardı sıra Sovyetler devreye girdi. Fidel, Franko ile İspanyası’nın o fedâkârlığını unutur mu? Ayrıca, babası geçen yüzyıl sonlarında -Yahya’nın kastettiği on dokuzuncu- İspanya’nın Galiçya bölgesinden Küba’ya göçmüş. Yakın bir geçmiş.”
21 Aralık, Cuma
Osman Atalay’ı kurban meselesiyle baş başa bırakarak on bir sularında hotelden ayrılıyorum. Yakıcı güneş altında Havana yönünde geniş caddeyi arşınlamaya koyuluyorum. İki km kadar yürümüş olmalıyım. Üstüm kan ter; ayakkabı bir cendere. Ayak parmaklarım su topluyor. Sol önümde sabun kutusunu andırır Rus mamulu Lada marka araba duruyor. Arabayı süren altmış beş yetmiş yaşlarında ak saçlı, kibâr bir beğefendi. “Beni Havana’ya götürür müsünüz?” diye soruyorum. Beş pesoya götürüyor.
Beni Havana Üniversitesi’nin yan tarafında indiriyor. Havana’ya mahsûs asırdîde alamo ağaçlarının çerçevelediği gölgeli yolu geçip karşı kaldırıma çıkıyorum. Avlu kapısından içeri sorgusuz sualsiz denetlenmeksizin giriyorum. Zâten kolluk kuvveti nâmına görünürde bir şey yok. Avlu kızlı erkekli talebeyle dolup taşıyor. Konuşuyor, gülüşüyor, birbirlerine lâf atıp takılıyorlar. Kimisi on dokuzuncu yüzyıl görkemli mimârîsinin örneğini sergileyen binâların merdivenlerine oturmuş gitar çalıyor, kimi şarkı söylüyor. Bir neşedir gidiyor. Felsefe bölümünü soruyorum. Birkaç yanlış yönlendirmeden sonra Juan adında yirmi bir yaşında tarih talebesi bana doğru binâyı gösteriyor. “Nerelisiniz?” diye soruyor. “Türkiye’denim, Türk’üm” cevabını verince, “Selâmün aleyküm!” diyor. Şaşırıyorum. Müslüman olup olmadığını soruyorum.
“Kübalıyım” karşılığını veriyor. Birlikte yürüyoruz. Bana üniversitenin doğa tarihi müzesini gezdiriyor. “Hocalar şu sıra yemektedirler; geliniz, sizi başka bir yere götüreyim” diyerek beni üniversite yerleşkesinin dışında köhne bir binânın dördüncü katına çıkarıyor. Ortalık loş. Külüstür ahşap kapının önündeyiz. Zile basıyor. Gıcırdayan kapıyı yaşlı bir kadın açıyor. Giriyoruz. On dokuzuncu yüzyıl Fransız üslubunu andırır bir döşeme. Rengârenk eski, hantal dört koltuk, bir kanepe, iki adet ayaklı fener. Alçak masa. Camlı dolap. Masanın, dolap ile kanepenin üstünde renkli hem kâğıt hem de kumaştan bebekler. Ne yana bakarsanız, mum. Kaygı ve kuşku dolu nazârla etrâfımı tarassut ediyorum. Bana çok tuhaf geliyor. “Beni burada kesip yemesinler!” diye düşünüyorum. Allah’tan artık iyiden iyiye kartlaşmış olduğumdan, etimi butumu beğeneceklerini sanmam. Beni getiren genç, burada Afrika menşeli dinde âyîn tertiplendiğini söylüyor. Belli. Böyle Afrika dinleri Küba’da yaygınmış. Ev, üniversite genel kâtibininmiş. Fakat adam evde değil. Yaşlı hanım, annesi. O ve Juan ortadan kayboluyorlar. Tek başıma o acayip döşeli odada kalıyorum. Bir süre sonra ellerinde tahta kutularla tekrar görünüyorlar. Puro kutuları. Monte Cristo, Cohiba vs. Niye burada satılıyorlar? Ne yapmağa çalışıyorlar? Juan, yanıma oturup yaşından beklenmeyecek olgunlukla bana sâkince izâh ediyor. Talebeler, öğrenimlerinin yanında münâvebeyle gün aşırı puro fabrikalarında işçi olarak çalışıyorlarmış. Aldıkları ücreti üniversite talebe birliğine bağışlıyorlarmış. Bu birlik de onların çeşitli ihtiyâçlarını karşılıyormuş. Bağışlanan ücretlerle yemekhâne, kantin işletiliyor, gereksinilen malzeme ile kitap temin ediliyormuş. Yine bahsi geçen gelirle üniversiteye dört adet bilgisayar satın alınmış. Üniversitenin başka bilgisayarı yokmuş. Bunlardan biri internete bağlı. Ücret ödemenin yanı sıra fabrika, çalışanlarına çok düşük fiyatla puro satıyormuş. Ucuza temîn ettikleri puroları talebeler, satarak kendileri ile ailelerine ufak bir ek gelir sağlıyorlar. İşte, şu esrârengîz evde karşılaştığım puro satışının hikmeti de buymuş meğer.
Uzun boylu düşünüp taşınmanın ardından bir kutu Cohiba purosu satın almağı kararlaştırıyorum. Kendim için bir şey istiyorsam, nâmerdim. Hep eşe, dosta ve talebelerime hediye. Juan, bir koca kutu Cohiba’ya altmış beş peso taleb ediyor. Beceremediğimi sandığım pazarlığa girişiyorum. Sonunda fiyatı kırk beş pesoya indiriyorum. Devlet işletmesi dükkânda böyle bir kutu üç yüz altmış pesoymuş! Yurda dönüşte, havameydanında dükkân dışından satın alınmış purodan yirmi tânesine izin var. Kutumda yirmi adet mi ne var. Bana sattıkları halis mi, değil mi, onu da bilmiyorum. Fenâ hâlde kazıklanmış da olabilirim. Artık, Allah kerîm, diyoruz. Hediye edeceklerim, nasıl olsa, anlamayacaklardır. Ancak, bilâhare purodan iyi anlayan Yahya ile İdris’e birer tâne ikrâm ettiğimde, bunların halis olduklarını teyît ettiler. Çok şükür, kazıklanmamışım. Haddizâtında değişik vesilelerle bana iki kutu daha veriliyor. Şu kısmetime bakınız ki, Havana’dan ayrılırken havameydanında kimse bana kaç puro götürdüğümü sormadı.
Puro faslını tamamladıktan sonra genel kâtibin evinden ayrıldık. Sokağa çıktık. Juan’la vedâlaştık. O, öğle yemeğiçin evinin yolunu tuttu. Bense, bana daha önce gösterdiği felsefe bölümünün binâsına girdim. Uzun girişin ucunda merdiven. Onun yanı başında sallapati bir iskemleye kurulmuş hademe kadın gözlerini boşluğa dikmiş, iş çıkışı saatını sabırsızlıkla bekliyor olmalı. Kendimi tanıtıp felsefe bölüm başkanını görmek istediğimi söyledim. “Başkanımız az önce çıktı” dedi. Ardından yerinden kalkıp beni binânın dışına çıkardı. Yandaki binâyı göstererek “İşte, oraya gitti” diye konuştu. İşâret ettiği yere bakıyorum; öyle dershâne filan değil. Düpedüz üniversite kütüphânesi. İster istemez içeri giriyorum. Kütüphâne memuru kadına soruyorum. O da, “Söylediğiniz hocayı tanıyorum tabiî; fakat burada değil; geldiğiniz binâdaki çalışma odasında olmalı” diye beni uyarıyor. Yanımda getirdiğim üç kitabım ile çıkardığımız Kutadgubilig felsefe-bilim araştırmaları dergisini kütüphâneye bağışlanmak üzre kadına teslim ediyorum. Bana teşekkürnâme göndereceklermiş. Adresimi istiyor. Yazıp veriyorum. İlk girdiğim binâya tekrar yöneliyorum. Hademe kadın yine merdiven kenarındaki entipüften sandalyasında eğreti oturup boşluğu gözetliyor. Dönüşümden memnun kalmamış bir tavırla yerinden kalktı. Yaklaştı. Beni kandırıp boşuna yormuş olmanın doğurduğu suçluluk duygusuyla hemen bölüm başkanının odasına yöneldi. Tam girecekti ki, kapı açıldı. O durduğum girişin öbür ucunda orta yaşlarda kır saçlı, külüstür giyimli hoca ve talebesi olduğunu sandığım genç hanımla görünüverdi. Hademe kadın beni göstererek adama kısık sesle bir şeyler söyledi. Adam da bir iki sözle cevap verdi. Kadın yanıma gelip “Hoca, çok meşğûl, sizinle görüşemeyecek” diyor. Hemen arkasından adam, gözlerini şöyle bi’çevirip bana, kaçamak da olsa, nazâr dahî atfetmeden talebesiyle birlikte binâdan dışarı çıkıyor. Bu olaydan, şu tavırdan bi’şey anladıysam, Necip Fazıl’ın deyişiyle, zencî olayım. O günün akşamında tanıdıklar, olayın sebebini bana izâh ediyorlar. Bir öğretim üyesiyle görüşmekçin en az bir hafta önce üniversite idâresinden izin istemem ve görüşeceğim kimseyle neleri konuşacağımı ezcümle beyân etmem zorunluymuş. Üniversiteden bir yetkili, ecnebiyle izinsiz, olur olmaz biçimde görüşemezmiş. Ancak, bunu öğreninceye değin geçen sürede kendimi müdhiş aşağılanmış hissediyorum. Küba’da yaşadığım bu ilk şiddetli hayâl kırıklığıyla üniversitenin ön cephesindeki geniş merdivenden her basamağı hesaplaya kitaplaya büyük meydana iniyorum.
22 Aralık, Cumaertesi
Kurban bayramının dördüncü ve son günü. Yahya Pedro, İdris, Osman ve ben, başka bir çiftliğe gidiyoruz. Önceki çiftlikte olduğu üzre, araba, Bulgar hududundan tanıdığım uygulamayla ilâçlı havuzdan geçirilerek içeri sokuluyor. Bitmedi. Arabadan iniyoruz. Kireç dolu geniş bir kabın içinden geçiyoruz. Demek ki, araba, insan, her ne çiftliğe giriyorsa, dezenfekte ediliyor. Ahıllar, yemlikler, yalaklar, yine, tertemiz ve tertipli. Mezbaha ak fayanslarla kaplı; çelepler, göğüs hizasından ayak bileklerine varan beyaz önlük takmış; işlerini son derece ustaca ve fennî usulle görüyorlar; her şey nizâm ve intizâm içinde cereyân ediyor.
Akşam, Basra körfez şeyhliklerinden birinin kurtuluş yıldönümü kutlamasına dâvetliyiz. Yine İdris’in sürdüğü arabayla bir gökdelen boyutundaki hotel binâsının kapısına varıyoruz.
Hotel harikalar diyârı. Giriş bölümünde tropik bitkilerle ve nefîs tersîm edilmiş havuzla karşılaşıyorsunuz.Havuzun sağından yolunuza devâm ederseniz, Havana purosu satan zarîf döşenmiş mağazaya ulaşırsınız; solundan geçerseniz büyük toplantı salonuna girersiniz. Puro mağazasını ayrılma vaktimize bırakarak doğrudan dâvetlisi olduğumuz toplantıya yöneldim. İçerisi ya meşrubat ya da içkiyle hararetini dindirenler ve atıştıranlarla dolu. Hazır bulunanların çoğu millî kıyafetlerini giymiş Araplar. Kübalı dâvetlilerin yanı sıra Avrupalı devletlerden de temsilciler var. Küba’nın her köşe bucağında olduğu üzre, burası da duman altı olmuş, kesif bir sis perdesiyle kaplı. Tanıştırıldıklarım arasında gençten bir zât olan Ürdün büyükelçisi az ileride sütuna yaslanmış orta yaşlarda, ufak tefekce, narîn bir hanımefendiyi bana gösteriyor. “Büyükelçiniz” diyor. Ardından ona yavaşca yaklaşıyoruz. “Bakınız, hanımefendi” diye büyükelçimize hitâb ederek beni ona tanıtıyor. Turist dışında -2006’da bizim buradan Küba’ya on bin kişi gezmeye gitmiş- Türk’ün uğramadığı Küba’da beni görünce şaşırıyor. Bu karşılaşmadan hoşlanmamış da olabilir. Neyse, kim olduğumu, neden Küba’da bulunduğumu kendisine açıklıyorum. Bir süre sohbet ediyoruz. Bende yalnız kalmış olmanın sıkıntısını yaşıyormuş izlenimini bıraktı. Bilindik sebeplerden Araplara yanaşmıyor. Gelgör ki, yamandığımız mağrûr Avrupalıysa, temsilcimizi kaale almıyor. Bu, hep böyle olur. Neyse, hanımefendi, Osman ile beni elçiliğe kahve içmeğe dâvet ediyor. Dâvetini ciddiye almıyorum. Baştan savmaymış gibi geliyor bana. Osman ise alıyor. Nitekim onun ısrarıyla vakit ayırıp elçiliğe gidiyoruz. Tam da beklediğim üzre, bizimle görüşmüyor. Sabah sabah ânsızın bir toplantıya katılacağı tutuyor. Türkiye büyükelçisinin Küba’da ne menem meşğûliyeti olur? Kim bilir? Aynı sıfatla ziyâret ettiğim başka ülkelerdeki büyükelçiliklerimizde de bu çeşit durumlarla karşılaştığımdan, artık bayağı aşılıyım desem yerinde olur. Elçilik kâtibi, eksik olmasın, ikimize çay ikrâm ediyor. İzzet-i nefsime dokundu. Osman’a bu yüzden bir hayli çıkışıyorum. O da, “Boş ver, üstünde durma, elçimizin tavrı ne olursa olsun, biz, görevimizi yerine getirdik, kendisini ziyâret edeceğimize dair sözümüzü tuttuk ya” diyerek kararını savunup beni teskîn etmeğe çalışıyor. Neyse, olan oldu.
23 Aralık, Pazar
İdris’in sürdüğü arabayla sabah sekizde hareket. Ortalık günlük güneşlik. Geniş çift şerit asfalt yolda hızla ilerleyerek Havana’dan ayrılıyoruz. Dört buçuk saatlık yolculuk boyunca yolun iki tarafında yığınla insan, gelen geçen taşıtlara el ediyor. Herkes “taşıtlardan biri dursa da beni alsa” dileğiyle yanıp tutuşuyor. Nitekim biz de İdris’in talebi üzerine güzergâhımızın bir yerinde el sallayan genç bir adamı alıyoruz. Arkada Osman’la birlikte oturuyor. İdris’le bol bol sohbet ediyor. Arada Osman ile benim sorularımızı cevaplandırıyor. Menzilimiz Trinidad’da ata yâdigârı deniz ürünleri lokantısı işletiyormuş. Komünist Küba’da özel işletmeye nasıl izin verilmiş, aklım yatmıyor. Varsın yatmasın; her şeye de aklım erecek değil ya. Jagüey Grande, Aguada de Pasajeros ile Cienfuegos üzerinden ver elini Trinidad. Kırk beş bin nüfuslu eski, şirin bir şehircik. İki katlı kesme taştan evler arasında daracık sokaklar. Herkes ev önünde yahut sokakta. Trinidad’lı dostumuz, İdris, Osman ve ben, yânî dördümüz, bir kahvehâneye çöküyor; tropik meyveler ile baldan yapılma soğuk meşrubatla bağrımızı serinletiyoruz. Bu arada dört kişilik bir çalgıcı topluluğu Küba müziğinden örnekler sunuyor. Parçaların nâğmesi, bestesi, güftesi ile dili, tek kelimeyle, nefis. Ne kadar musıkîşinâs insanlar. Dinleti bittikten sonra çalgıcılardan biri çalınan parçalardan oluşan CD’sini pazarlıyor. Osman ile ben, birer tâne satın alıyoruz. Boğucu sıcakta sokakları arşınlıyoruz. Kapısı bacası açık evlerin içine, ayıb olduğunu bile bile, bakıyorum. Küçüklüğümde “Ev içi mahremdir, sakın ola, bakmayasın!” diye rahmetli babam beni defalarca ikâz etmiştir. Şimdi yanımda bulunmadığına göre açık kapılar ile pencerelerden ev içlerini dikizleyebilirim artık.
Gece oldu. Ama mehtâpla ortalık, ışığa boğulmuş hâlde. Elbette gündüzki manzara yok artık. Alabildiğine uzanan o şeker kamışı ile mısır tarlaları, çeltik, bostan; muz, ananas, papaya gibi envâî çeşit tropik yemiş ağaçlar filan. Her yan yeşil; bir karış kara kuru toprak bulamazsın. İnsanlar gibi hayvanlar da ağır çekim. Bizim de yol alışımız Osmanımın tedbirliliğinden dolayı öyle yavaş, öyle ağır aksak ki, içimdeki sabır devreleri hani neredeyse attı atacak. İdris’e eğilip kısık ama had safha sinirli sesle “Beni çığırımdan çıkarmadan şu gazı bi’kökle bakayım!” dedim. “E, ama Osman, yavaş demedi mi?” diye sorunca, ağzımdan kem lâf çıkar kaygısıyla sustum. Tekrar yüz km’ye çıktık. Sabırlı ve sinirlenmeyen insanlar. Onların bu huyuna Güneydoğu Asya’dan âşinâyım. Anlaşılan, sabır, sinirlenmeme ile nâziklik, sıcak iklim insanlarının ortak paydası. Ne var ki, siyâsî nizâmın da bu huyun ortaya çıkmasındaki payını unutmamak lazım. Sermâyeciliğin öngördüğü o öldüresiye ve ölesiye rekâbet fikri yok, bir kere. Herkes boğaz tokluğuna bi’şeyler çeviriyor. Berbat durumda olsa dahî, başını sokabileceğin bir damın var. Hastalanır, sakatlanırsam, yaşlanıp da elden ayaktan düştüğümde hâlim nice olur türünden endîşeye mahal yok. Nitekim, bundan iki gün önce, seyâhatimiz arefesinde dostum adaşım Dr. Şaban Coşkun Beğ sâyesinde İstanbul’da sırtıma atılan üç beş dikişi aldırmak maksadıyla Yahya Pedro beni Havana’da bir hastahâneye akşam saat altı buçukta götürür. Bir hanım hekim on dakkada dikişleri söktü. Geldiğim gibi elimi kolumu sallayarak çıktım. Benden ne bir sigorta soruldu ne de ücret taleb olundu. Yalnızca hanımın avcuna on peso bahşiş sıkıştırdım. Dünyalar kadınındı. Düşündüm ve Kübalı tanıdıklara da söyledim: Şu toplumcu düzen, birkaç fırça darbesiyle düzeltilirse, İslâm’ın dünyaya dönük tertibi, nizâmı olabilir. Bu, içi dinden, imândan ve maneviyâttan boşaltılmış bir düzen. İçi bir fasıl İslâm’la doldurulmayagörsün, bahis konusu düzen, mübâlağasız, her derde devâ olur. Bu, gerçekleşmezse toplumculuğun, diğer yerlerde olduğu üzre, Küba’daki günleri de sayılı olacaktır. İlk zamanların heyecânı, ülkü dolu coşkunluğu çoktan uçup gitmiş, geriye içeriğinden boşalmış kalıplar, yânî şiar (slogan) edebiyatı kalmış olur. Manevî içerikten yoksun bütün dünyevî akımlar, çığırlar ve benzeri olaylar böyle bir kaderi paylaşırlar. Sürekli devrimden dem vururken Mao haklıydı. Tâze heyecân ile coşkunluk pompalanmadı mı, o dünyevî akım, ister Nazism, ister Faşism isterse Ortakmülkcülük/Komünizm olsun, kısa sayılabilecek süre sonra solar, kurur gider. İnsanın en zayıf noktası, beşerliliğinin merkezi işkembesidir. Sermâyecilik/Kapitalizm, beşeri işkembesinden yakalamış, onu bir daha bırakır mı? Belden aşağısına hitâb ederek sermâye düzeni, beşer ile dünyasının kanını durmadan dinlenmeden emip durmaktadır. Küba’da kurulu düzen bir zaaf belirtisi gösterir de dizginleri salarsa, bunları bir daha toparlayamaz. Gelgelelim, dinî-manevî dayanağı desteği bulamadığı takdîrde Küba toplumculuğu yanı başında duran sermâyecilik heyyûlâsı karşısında silâhsız korumasız kalmağa mahkûmdur. Cep telefonu, internet gibi uyuşturuculara, çeşit çeşit araba markasına, her türlü giyim kuşam, yiyecek içecek neviinden tüketim maddesine daha ne kadar direnebilecek. Leş kargaları Miami’de aleste bekliyorlar. En ufak fırsatta masum ve saf Küba halkının gözünü oymak üzre saldıracaklardır.
24 Aralık, Pazarertesi
Gün boyu şehirdeyim. Yorgun argın hotele dönüyorum. Ne var ki, dinî hayatın nasıl yaşandığını merak ediyorum. İki çeşit insanla bir araya geldik. Süreklice bir arada bulunduğumuz ihtidâ etmişlerin yanında, arada bir resmen dinsiz imânsız olması lazım gelen yetkililerle görüşüyoruz. Ama burası devrime değin resmen Hıristiyan Katolik memleketti. 1959-1991 arasında tanrıtanımazlığı, 1991’den sonra da tanrıtanımazlık (ateism) iptâl olunarak dindışılığa (laik) dönülmüştür. Merak ediyorum, sokaktaki erkeğin, kadının alışılagelinmiş Katolikliğe tavrı nasıl? Bunu insanları sokak ortasında durdurup onlara sormak edebe, terbiyeye muğâyir olacağından, gece kiliselerden birini ziyâret etmeğe karar verdim. Neden bu gece? Noel gecesi de ondan. Bakalım, Havana’nın en büyük kilisesi (katedral) ne kadar doluyor. Ahâlî oraya ibâdete mi gelmiş yoksa gösteri seyretmeye mi? Hotelden anayola çıkıyorum. İn cin top oynuyor. Yaya cinsinden kimse yok; taşıt seyrek. Dört yol ağzında bir saate yakın bekliyorum. Nihâyet hotel tarafından gelip şehir yönüne sapan gıcır gıcır bir Passadena VW taksiyi durdurdum. Bindim. Genç sürücüye beni kaça götüreceğini soruyorum. “12 peso” diyor.
“Nasıl?!” diye soruyorum; “12 peso mu? Nasıl olur? Üç saat önce aynı mesâfeye 8 peso ödedim.”
“Peki” diye soruyor, “Hangi marka arabayla geldin?”
“Ne diyorsun? Ücret markaya göre değişir mi?”
“Değişir ya; külüstür Lada başka, şu bindiğin terütâze Passadena yine başka; bunun bakım masrafı ve rahatlığı ile onunkini bir kıyasla bakayım!”
Ne diyeyim? İşim mantıkla, ama mantığın böylesiyle hiç karşılaşmadım. Evet, bindik seyyareye, gideriz Havana’ya. “Nereye?” diye soruyor. “Kiliseye” diyorum. “Ne kilisesi yahu?” “Bugün Noel değil mi? Büyük bir kiliseye götür beni.”
- “Hıristiyan mısın?”
- “Değilim.”
- “E, n’eyleyeceksin kilisede?”
- “Noel âyînini seyredeceğim.”
- “Seyredecek daha ilgi çekici bir şey bulamadın mı?”
- “Peki, ne seyredeyim?”
- “Bak, seni bizim gece âyînimize götüreyim de, esâslı bir ibâdete şâhid ol.”
- “Şâhid olacağım âyînin dini neymiş ki?”
- “Küba’da yaygın Afrika dinlerinden Santeria. Menşei Nijerya’nın Yoruba yöresidir. Bu gece Küba’nın kutsal annesi Oçun’a ibâdet ediliyor. Gel seni ibâdet yerine götüreyim, benzerine bir daha rast gelmeyeceksin.”
Havana’nın merkez meydanında, devrim öncesi meclis binâsının karşısında beş katlı görkemli bir yapının dördüncü ile beşinci katlarını Santeria dininin ibâdetlerine tahsîs etmişler. Sürücünün arkasından kocaman bir odaya giriyorum. Ortalık fazlaca aydınlatılmamış. Genzi yakan tütsü; yine kumaştan ve kâğıttan bir sürü kukla yahut bebek, duvar dibi masalarda envâî çeşit yiyecek ve içecek arasına serpiştirilmiş. İrili ufaklı davullardan, tamburdan, dümbelek ile zillerden sağır edici gürültü patırdı. Dev anası koca koca kadınlar zılgıt çekiyor. Bir şey içip çekmenize hacet yok. Serhoş etmeğe gürültü yetiyor. Yıllar önce Güneydoğu Anadolu’nun ücrâ bir köşesinde tanık olduğum Yezidîlerin âyînini bir ölçüde andırmakta bu. Zâten yeryüzünün dört bir köşe bucağında tanık olduğum nice olay bana yabancı gelmemişse, benzerleriyle Türkiye’de karşılaşmış olmamdandır. Türkiye, yeryüzünün ufak çapta timsâli gibi bir şey. Ananas ile papaya karışımı bir içecek alıp köşelerden birindeki yastıklara çöküyorum. Yiyeceklere el sürmüyorum. Açım; ama neme lâzım. Ritim hızlanıp ses gücü artıyor. Büyük ihtimâlle içki de var. Korkuyla köşeme sinmiş hâlde, hiçbir şeye dokunmuyorum. Neye dokunsam beni yakacak endîşesine kapılmışım. Benden gayrı herkes meydanda; hopluyor, zıplıyor, kıvır kıvır kıvrılıyor. Duvarlardan birine tuhaf şekiller çizilmiş, daha doğrusu çiziktirilmiş. Tanrıları, özellikle de Tanrıça Oçun’u temsil ediyor olmalılar. Put gibi yerime mıhlanmış oturuyorum ya, kimse bana yanaşıp “Bre adam, ne oturuyorsun? Kalksana, sen de bizlere katılsana!” demiyor. Beni rahatsız etmeği bir yana bırakınız, neredeyse varlığımdan habersiz gözüküyorlar. Ortam iyice kızışmış görünüyor. Gümbürtüye, patırdıya ve çılgınca ritmik hareketlere artık dayanamıyorum. Usulca yerimden kalkıp kimseye sezdirmeden kapıya yöneliyorum. Sokağa çıkıyorum. Gecenin serinletici melteminde öylesine amaçsızca yürüyorum. Of be, dünya varmış! Ara sokaklardan birinde tül perdeleri çekilmiş bir taverna. Bir zencî durmuş, içerisini seyrediyor. Ben de yanına dikilip camdan içeri bakıyorum. İçeride ecnebî gezginler oturuyor. Önlerinde bir dans pisti, onun az ilerisinde yüksekce bir sahne. Sahnede beş kişiden oluşmuş çalgıcı topluluğu kâh hareketli kâh ağır Küba havaları çalıyor. Pistte bir genç zencî erkek ile kadın dans ediyor, birbirinden kıvrak harikulâde hareketler icrâ ediyorlar. İkimiz de ayran budalası gibi bakakalmışız. İçeridekiler, kim bilir ne paralar ödemişlerdir. Bizse bedâva seyrediyoruz. Vay anam vay; şu Küba ne dehşetengîz bir diyârmış meğer.
25 Aralık, Salı
Nihâyet vedâ vakti gelip çattı. Bir hafta, bilemediniz on gün önce tanıştığımız Yahya Pedro ve İdris’le kırk yıllık dostmuşuzcasına sarmaş dolaş vedâlaşıp arkamıza baka baka onlardan ayrılıyoruz. Ne tuhaftır şu hayat; geldiğimiz yerin yurdunkileri geride bırakıp bunca kısa sürede onların dertleri, sevinçleri ve dedikodularıyla hemhâl olmuşuz. Tanışarak sevip saydığımız aileleri ile dostlarına selâm gönderiyoruz.
Yakında yeniden buluşmak üzre Allahaısmarladık, can dostlarımız, ey candan Küba halkı. Cam arkasından bakan gezgin gibi değil, çam sakızı çoban armağanı kabîlinden sizlere hizmete geldik. Sizler de ikimizi bağrınıza bastınız, bize kendinizden birileriymişizcesine davrandınız; sağ olunuz, var olunuz!
(Yazarın imlası korunmuştur.)