Koşma, düşersin!
Ansız bastıran bir yağmurun sırılsıklam ettiği düşlerle geldi sandalyesine oturdu. Sesinde, yaşından beklenmeyen bir dinçlik kol geziyordu. Arada patlayan ve içinde daima devriye gezdiği izlenimi veren genç neşesi pek de uzun sürmüyor ve yerini çabucacık nemlenen gözlere bırakıveriyordu. Kahkaha ve kederin o gergin ipinde, bir cambaz gibi bir oraya bir buraya yalpa yapan ruhlar, oldum olası ilginç gelmiştir bana.
Gülüyorum ama aslında ağlamalıyım. Ağlıyorum ama belki de gülmeliyim. Ani mevsim değişiklikleriyle, bulutların hızlı yer değiştirmeleriyle hâlden hâle seyirten, kâh güneşli kâh yağmurlu vadilerde dolaşan, oradan oraya keklik gibi seken ele avuca sığmaz ruhlar. Bir duygunun en diplerine dalmaktan, en derinlerin vereceği sarhoşluktan korkanların tereddütlü hâlleri.
Depresyondaki birini dinlediğinizde dehşet, ümitsizlik ve suçluluk kesif karanlığıyla odayı doldurur. En derinlerde duyguyu hissetmek yoktur, duygu tarafından uyuşturulmak vardır. Dünyaya karşı mutlak bir kayıtsızlık ve uyuşma. Bir zırh iner ve sizin geçmişinizle bugününüz arasındaki bağlantıyı koparır. Bir zırh iner ve sizin hayatla bağınızı söker atar. İnsanın kendisinden sevdiklerine bir yol bulmasını bir kenara bırakın, kendi hakikatine yabancılaşır insan.
O ağır depresyonun koynunda sürekli aynı cümleyi mırıldanır kişi: “Kaybettim!” Ne çok korkarız o kelimeden, kaybetmekten; yenilmekten nasıl da iğreniriz.
Yok mu kuzum yenilginin de bize öğretebileceği bir şey? Bu dünyaya salındığında ruhumuz, daima kazananlardan olacağımıza dair bir berat mı tutuşturuldu elimize? Hem o zaman hayrın da şerrin de Allah’tan geldiğini nasıl bileceğiz? Hiç yenilmezsek dünyanın bir imtihan yeri olduğuna nasıl iman edeceğiz? Yüzünde gülücükler açtığında kazandığı günlerin hatırası canlanıyor, kasvetli bir bulut çöreklendiğinde yüzüne, ısrarla nasıl görkemli bir kaybeden olduğuna beni ikna etmek istiyor.
Kaybettiğini düşünüyor çünkü her dönemecinde maddi ödüllere boğulduğumuz bir hayat yarışında, geride kaldığı kanaatinde. Ömür koşusu devam ediyor ama rakipleri ona tur bindirmiş vaziyette. Yo, bunu hiç içine sindiremez, kendisini acımasızca suçluyor.
Önde olmalıydı, birinciliği kimselere vermemeliydi. Kim bilir kaç yaralanmış ruhtan benzeri lakırtılar işittim. Kendi yörüngesini ancak başkalarının seyrine göre tayin edenler. Dünyayı bir yarışma yeri, kendilerini de durmaksızın koşmak zorunda olarak gören biçare ruhlar.
Rekabetçi bireycilik utanç, haset ve öfke üretiyor. Bize sürekli “yeterince iyi değilsin” diyor. İyi de belki de biz çiçekleri koklamakta en güzeliz, tankların üzerine yürümekte en cesuruz, dost için fedakârlık yapmakta en mahiriz. Belki de en masum, en hesapsız sevgi bizimkisi. Belki de modern hayat bizi hiç anlamıyor! Biricikliğimizi, ruhumuzun bize özgü renk ve seslerini ölçemiyor, takdir edemiyor.
Rekabet kültüründe herkes kaybedendir. Kaybedenler kaybeder, kazananlar görünüşte kazanır. Ruhların bu esir pazarında, yarışmaya dâhil olmak zaten kaybetmektir. Kazanan rahatlayamaz bir türlü, nasıl rahatlasın ki? Ya birileri onun mevkiine tırmanır da o makamı elinden alıverirse? Devamlı bir statü endişesi. Ya kaybedersem? “Zafer ve sükûnet aynı evde oturmaz” demiş Montaigne.
Tepeye tırmananlarda sürekli bir endişe: Ya aşağıya düşersem? Kendi değerimizi başkalarının insafına, başkalarının eline bıraktığımızda sürekli tahtımızdan edilme korkusuyla yaşarız.
Alkış hep dışarıdan geldiğinde bir tür bağımlılık geliştirir ve aferin iptilasının yarattığı yoksunluğu daha çok aferin ve daha çok alkışla yatıştırmak isteriz. Rekabetçi bir kültürün gölgesi yenilgidir.
Çoğumuz yenilgiyi başarılı bir hayatın istisnası saysak da yenilgi her yerdedir. Mükemmeliyet kültü örgütleri ve insanları avlıyor, yenilgi ve zayıflığın kabulüne asla yanaşmıyor. Oysa yenilgi insan evladı olmanın kaçınılmaz bir sonucudur.
Bazen sonbaharlar gelir, bazen sert bir rüzgâr ağaç köklerini söker, bazen ayazda kalır üşürüz işte. Kendimize inanmak için modern kültürün bize dayattığı şeyleri başarmak zorunda değiliz.
Kendimizi bu dünyanın ölçülerine göre miyara vurmak ve sonunda bahtımıza utanç ve öfke yazmak zorunda değiliz. Kendi içimizdeki zıtları barıştırarak da bireyleşebilir, yenilgilerimizden öğrenerek, kişiliğimizin gölgede kalan taraflarını daha iyi tanıyarak da tekâmül edebiliriz.
Rekabetçi kültür bize diyor ki, “Zekân, güzelliğin, çekim kabiliyetin, kariyer gelişimin, başarın, bilgin, maddi zenginliğin yeterince iyi değilse sen de yeterince iyi değilsin.” Televizyonda yarışma programları kazananları pohpohlar ve kaybedenleri utandırır, magazin kültürü şöhretin ayağının kaydığını bir avcı gibi sessizce bekler ve sonra üzerine çullanır, politikada kaybedenler alay konusu olur.
Finans sonrası küresel dünyada ülkeler hükümranlıklarını kaybeder veya “pazar kuralları”nın diktası altında ya da IMF gibi küresel örgütlerin boyunduruğu altında başarının izini sürer. Zayıf egolar başkalarını kontrol etmek suretiyle güce duydukları açlığı doyurmak ister. Beyhude! Ötekine hükmederek elde edilen güç insanı asla doyurmaz, susuzluğunu gidermez.
İnsan hayatı için önemli olan şeylerin hayatın kıyısına sürüldüğü bir uygarlıkta yaşıyoruz. Çocuk doğurmak, çocuk yetiştirmek, zengin bir ruhsal hayat, canlı ve dayanışma üzerine kurulu bir kamusal alan, doğal dünyayla rabıta ve saygı, işte bütün bunlar hayatın özünü oluşturan, paraya tahvil edilemez değerler. Ama servet değil, şöhret değil, moda değil.
En yüksek ücretli işler çoğu zaman topluma doğrudan yarar sağlamayan işler. Bencil kapitalizm güvensizlik ve düşük özgüven salgını üretiyor. Eşitsizlik hem ruhsal arızaları hem de her türlü bedensel sorunları tırmandırıyor.
Rekabetçilik ve eşitsizlik bizi daha mutmain ve mutlu insanlar kılmıyor. Statü endişesi, utanç, panik, haset, öfke, depresyon düşük özgüven yaratıyor. Beslenmek ve insan olarak inkişaf etmek için kendimizi bir vasıta gibi hissetmediğimiz sahici ve samimi, şartsız ilişkilere ihtiyacımız var. Bir topluluğun parçası olmak, kendi hayatımız üzerinde hükümran olmak, kendi hayatımızı sahiplenerek bir gaye edinmek zorundayız.
Güzelliği, hakikati ve ilahi olanı tecrübe etmekle ruhumuz kanatlanıyor, zira biz anlam arayan varlıklarız. Neyin önemli olup neyin olmadığını bilemezsek çölde yolunu yitirmiş avare seyyahlar gibi aç ve susuz kalacağız.
Bizi saldırgan ve rekabetçi canavarlar olarak tanımlayan bir bilim de yönünü yitirmiştir. Liberalizm yağmacıya bunu yapmaya hakkı olduğu yanılsamasını veriyor. Yağma ekonomisine bir sınır, ahlaki bir had, bir düzenleme getirilmesi istenmiyor.
Benlik pazar ekonomisinin kıvamına büründüğünde, kıymetini tayin eden şey içsel niteliği değil pazarda kaç akçe edeceği oluyor. Karşımdaki insan bana ne kazandırır, benim dünyevi amaçlarıma ne ölçüde hizmet eder diye baktığımda onu pazar albenisi üzerinden miyara vuruyorum. Mal dolaşımında tedavüle girecek kadar kıymeti var mı? Yoksa at sepete!
Rekabetin ve tamahkârlığın insanı iyi yönde güdülediğine, bu yönüyle de kaçınılmaz olduğuna dair Batılı anlayışı artık bir kenara bırakalım. Rekabet saldırganlığı kamçılar ve bir başkasına dirsek atarak öne geçmeyi meşrulaştırır.
Rekabetçilik bize kaynakların kıt olduğu durumlarda yarışmanın ve saldırganlığın kaçınılmaz olduğunu söyler ve evrimsel psikolojiden destek alır. Böylece serbest piyasa kapitalizminin acımasızlık ve eşitsizliği meşrulaştırılmış olur. Oysa insan karmaşık ve kültürel bir varlık. İnsanı hayvandan ayıran özellikler var: Kuvvetli bir iş birliği duygusuna sahip olması, hakikat ve güzelliğe sevdalanabilmesi, diğerkâmlığı, maneviyat ve anlam arayışı. Rekabetçi zihniyet, insan yavrusunun ihtimam ve merhameti ilk elden tecrübe etmesini zorlaştırıyor.
Normopati: Normallik deliliği. Anormal derecede normal olan insanlar. Göz ucuyla hep başkalarını süzenler cemiyeti. Kişinin kendi bireyselliğini, toplumsal kabuller ve uzlaşı adına feda etmesi. Baş aşağı düşerken “henüz her şey yolunda” dedirten hâl. Oysa senin farklılığın güzel.
Dünyaya sana ait bir ses, bir renk, bir ezgi, bir eda, bir duruş, bir cümle bırak. Dünyaya sana ait bir yenilgi bırak. Senden başkasının kotaramayacağı kadar sana has bir düşüş, bir başarısızlık, bir yenilgi olsun. Aşağı doğru bir kavis.
Oradan tüten bir anlam bırak. Koşmak zorunda değilsin, düşersen kalkmak zorunda değilsin. Düştüysen bir süre çayır çimenin tadını çıkar. Sana sürekli koşmanı söylüyorlar. Yarışmanı, birilerini arkada bırakmanı, ipi önce göğüslemeni bekliyorlar. Hep daha hızlı koşmanı istiyorlar. Bense sadece annenin çocukluğunda söylediği bir sözü hatırlatacağım: Koşma, düşersin!