Kolonyalizm anlaşılmadan düşüncenin ve sanatın “evrenselliği” anlaşıl(a)maz
Marc Van De Mieroop Antik Yunan’dan Önce Felsefe - Eski Babil’de Hakikat Arayışı adlı eserinde felsefenin eski Yunan’da başlamadığını ve Batı’ya özgü olmadığını ortaya koyar. İhsan Fazlıoğlu da Mierrop’a atıf yaparak Mezopotamya’daki çalışmaların yok sayılarak, “3000 yıllık medeniyet tarihinin tırnak içine alınmasını”, felsefenin/kültürün başlangıcı olarak Yunan’ın kabul edilmesini “epistemik etik”e aykırı kabul eder.
Bu tartışmada diğer medeniyetlerin dışarıda bırakılmaya çalışılması kadar düşüncenin Batı’ya has bir faaliyet olarak sunulması da önemlidir. Mesele sadece ilk çıkış noktası olarak görülmemeli. Neden felsefenin/düşüncenin Batı’ya ait olduğu dayatıldığına dikkat edilmeli. Örneğin, Mieroop’un Yunan filozofların Mısır’da eğitim almalarına dikkat çekmesine rağmen kültürler arasında bir etkileşim olabileceği neden yok sayılmaktadır? Oysa etkileşim son derece doğal bir süreçtir. Örneğin Jacques Le Goff Ortaçağda Entelektüeller adlı kitabında batılıların, müslüman filozoflar sayesinde Eski Yunan’daki felsefe metinlerinden haberdar olduklarını, Aristo dahil birçok filozofun metninin Arapçadan çevrildiğini söyler. Kültürel Antropoloji alanında yapılan çalışmalar birçok farklı alanda medeniyetler arasındaki etkileşimin yoğun şekilde görüldüğünü ortaya koymaktadır.
Buna karşın Derrida, Avrupa’nın tinsel hastalığından kurtulmak için, “Kimiz?” sorusuna cevap bulması gerektiğini belirtip Yunan’a dönüşün stratejik önemine dikkat çeker; “Felsefe Yunanca konuşur ve yalnızca Yunanca konuşur, bu da felsefenin Mısırca ya da Babilce, Hintçe ya da Çince konuşmadığını ve Asyalı ya da Afrikalı olmadığını söylemektir. Felsefenin yalnızca tek bir başlangıcı olabilir ve bu başlangıç Yunanlıların başlangıcı olmalıdır. Neden? Çünkü biz kimsek oyuz. Biz Avrupalıyız ve Avrupa’nın da bir başlangıcı hem coğrafi hem de tinsel bir doğum yeri vardır. Ve bu doğum yerinin adı da Yunanistan’dır.” Aynı şekilde Husserl’in de felsefenin başlangıcı olarak Yunan’ı işaret etmesini İbrahim Kalın, Avrupa insanlığının temel krizi olarak tanımlar; “Kadim Yunan’ın dışındaki coğrafyalarda da bilim ve felsefe varolmuştur. Fakat Husserl’e göre evrensel bilim olarak felsefe kavramı tarihte ilk defa kadim Yunan’da ortaya çıkmıştır. Bunun temel nedeni, Yunanlıların theoria yani nazari bakış açısını ilk defa sistematik olarak bilim ve felsefenin birincil hedefi olarak tanımlamış olmalarıdır. Modern Avrupa bilimleri theoria’yı ve bütünlük hissini kaybetmiş ve indirgemeci bir tavırla tabiat bilimlerini, evrensel bilimin yerine ikame etmeye kalkmıştır. Bu indirgemeci, parçalı ve giderek araçsal ve faydacı hale gelen varlık anlayışı, Avrupa insanlığının en temel krizidir.” Felsefenin başlangıcı meselesindeki ısrar bu kültürel iddianın tahkim edilme çabasıdır. Dolayısıyla felsefe ve sanat Yunan’ın, Yunan da Avrupanındır!
Batılı kaynakların, felsefeyi ve sanatı Yunan’la başlatma konusunda ısrar etmelerini yalnız düşünsel bir çabayla açıklamak eksik kalır. Çünkü Batı, Eski Yunan merkezli bir Avrupa hikâyesi kurgulayarak, kendine üstünlük sağlayacak bir köken inşa etmeye çalışmaktadır. Burada Avrupamerkezci bir anlayış kurgulanmakta, nehirlerin batıya doğru akmasının doğal bir sonuç olduğu vurgulanmaktadır. O halde Yunan’ı referans alan çabayı düşünceyle değil politik çıkarla açıklamak daha yerinde olacaktır.
Avrupamerkezci söylem farklı alanlarda da kendini gösterir. Özellikle dünya savaşlarının ardından Batı, kitle iletişim araçlarını birer propaganda aracı hâline dönüştürdü. Bir toplumun başka bir toplum hakkındaki kanaatlerinin oluşmasında radyo, gazete, televizyon ve sinema araçları etkin rol oynadı; olumlu imajlarla Batı, Doğulu toplumlar için ulaşılması gereken bir hedef olarak resmedildi. Bu sayede Batılı devletler sömürgeci ve emperyal politikalarını Doğu’da daha rahat uygulama imkânı buldular. Doğu toplumlarının Batılılaşması, daha doğru bir ifadeyle sekülerleşmesi maalesef günümüz akademisinde dahi kurgulanan bu “doğallık” içerisinde tartışılmakta. Farklı kültürlere sahip toplumların sekülerleşmesi neredeyse bir inanç halini aldı. Sekülerleşme sosyolojik bir dönüşüm olarak sunulurken nihai olarak Batılılaşmaya yol açması politik bir tartışmanın konusu yapılmadı. Geleneksel toplum yapısından uzaklaşıp sekülerleşen Japonya, Güney Kore hatta Türkiye buna örnektir. Bu ülkelerde sekülerleşmenin ardından kısa süre içinde yeni bir paradigma olarak Batılılaşma kendini açığa çıkarmıştır. Hatta bu tezi tersinden ele aldığımız zaman, sekülerleşip Batılılaşmayan bir toplum olmadığı da görülecektir. Burada bilimin, politik bir araca dönüşmesi de gözden kaçırılmamalıdır. Bilim ya da sanat yoluyla Edward Said’in Oryantalizm adlı eserinde ifade ettiği gibi Batılıların Doğu’yu tanımlaması, Batı’ya bir söylem üstünlüğü sağlar. Bu durum daha sonra Gramsci’nin gösterdiği şekliyle hegomonyaya dönüşür. Hegomonya ise kendini batının tuttuğu aynada tanımlayanların, eksikliğini gidermek için Batı’ya yönelme rızasını üretir. Kitle iletişim araçları büyük oranda bu amaçla kullanılmıştır.
Batı, insanlığa bilim, sanat, düşünce ve kültür alanında elbette çok önemli katkılar sağladı. Tıpkı, Babil’in, Mısır’ın, Osmanlı’nın, Çin’in, Arapların sağladığı gibi... Fakat bir çok yenilik de farklı kültürler arasındaki etkileşimden meydana gelmiştir. İnsanlık tarihi tüm bu etkileşimler sayesinde ilerlemektedir. Kültürlerarası iletişimi yok sayarak, politik güç devşirme için Avrupamerkezci bir anlayışla Batı’yı sıfır noktası şeklinde kodlamak, insanlığın ortak birikimini değersizleştirmektir. Felsefeyi Batı’ya has kılmak, Batı sanatını, Batı yaşam pratiklerini evrensel doğu kültürünü ise “otantik” göstermek hegomonik bir tavırdır.
Batı’nın bugün teknik, ekonomik ve kültürel alanda iddialı bir konumda bulunması tabiatıyla farklı kültürlerin ilgisini çekmektedir. Dünyanın dört bir yanındaki toplumların, bireylerin Avrupalı sanatçılara, düşünürlere ilgi göstermesi sadece politik yönlendirmelerle izah edilemez. Hume, Kant, Hegel, Heidegger, Picasso, Bergman, Mozart, Beethoven gibi isimler olmadan düşünce ve sanat tarihinden söz etmek mümkün değil. Fakat burada işaret etmeye çalıştığımız husus makul bir ilginin ötesinde Batı’nın kendi biriciklik iddiasına karşın diğer kültürleri yok saymasıdır. Atilla İlhan, Türklerin ve Rusların hükmettiği coğrafyalarda her toplumun kendi dilini konuşmaya devam ettiğini fakat Batılıların yönettikleri ülkelerde ana dilin yasaklanmasına dikkat çeker. Bu açıdan Afrika ülkelerinde Batı dillerinin resmi dil olması bu dillerin evrenselliğinden değil Batı’nın sömürgeci politikasından kaynaklanır. Yani dil, tıpkı düşüncenin ve sanatın olduğu gibi politik çıkarın aracı olarak kullanılır. Batı, akademik bilgiyi dahi emperyal politikasının aparatı hâline getirebilmektedir.
Bu açıdan düşüncenin ve sanatın sınırları aşması politik güçten bağımsız değildir. Bugün siyasi ve kültürel endüstrinin merkezi olarak kabul edilen Avrupa, dilediği takdirde farklı coğrafyalardaki üretimleri paranteze alabilmektedir. Felsefenin, düşüncenin ve sanatın başlangıcı olarak Avrupa’nın işaret edilmesindeki ısrar bu tahakküm etme çabasının tezahürüdür. Batı, dünya üzerindeki otoritesini bu şekilde sağlamaya çalışmaktadır. Dünya sinema tarihinin en önemli isimlerinden Japon yönetmen Yasujiro Ozu, ülkesinin modernleşme süreçlerine tereddütle yaklaşan bir isimdi. Bu nedenle çektiği filmler ölümüne kadar Batı’da gösterilmemişti. Benzer durum, Ukrayna-Rusya savaşında Rus yönetmen Andrey Tarkovski’nin filmlerinin IMDB’den çıkarılmasında da görülmüştü. Kendi alanınızda üst düzey üretim yapmış olsanız da politik gerekçelerle Avrupa sizi yok sayabilmektedir. İddiamızda yanılıyor olsaydık özellikle Batı’nın güç elde ettiği son yüzyılda düşünsel ve sanatsal alanda ortaya konan eserlerin karşılıklı etkileşiminden söz edilmesi gerekmez miydi? Bu da sürecin doğal olmadığını, tek taraflı ilerlediğini göstermektedir.
Bugün evrensel sanat olarak nitelendirilen sanatın belli bir kültür içinde ortaya çıktığı vurgulanmaktadır. Avrupa modernitesinden bağımsız olmadığı söylenerek, Batı-dışı toplumların bu kültüre bağımlı hâle getirilmesi amaçlanmaktadır. Düşüncenin çıkış noktası tartışmasına benzer şekilde kültürün ve sanatın da adresi Batı olarak takdim edilmektedir. Batı kültürü, Batı-dışı toplumların ürettiği kültürlerin de kaynağıdır! Sonuç itibariyle tüm insanlık “kültürel köklerine” yani Batı’ya yüzünü dönerek sanatsal üretim gerçekleştirebilir. Aksi hâlde yapılanlar evrensel sanatın dışında kalacaktır. Böylesi ırkçı bir yaklaşıma sahip Batı’nın düşünce ve kültürünü diğer toplumlara bir ideal olarak sunması hatta dayatması elbette politik iddiasıyla ilişkilidir. Bu gücün altında bilimsel devrimlerin, aydınlanmanın önemli yer tuttuğu söylenebilir. Ancak bunun yanında bugünkü hegemonik karakterin oluşumunda asıl belirleyici olanın geçmiş kolonyal tecrübe olduğu da unutulmamalıdır. Özetle, kolonyalizm anlaşılmadan batının düşüncesini, kültürünü, sanatını evrenselleştirme çabası da anlaşılmayacaktır. Bu açıdan, özellikle sömürgeciliğe maruz kalmış toplumlarda yapılan bağımsız sanatsal üretimler, Batılılar tarafından ne kadar paranteze alınmaya çalışılsa da büyük önem arz etmektedir. Sorulması gereken öncelikli soru; kolonilerdeki üretimin evrensel sanata uygun olup olmadığı değil, British Museum’da sergilenen eserlerin nasıl toplandığıdır. Kendini evrensel sanatın banisi olarak konumlandıran Avrupa’nın sahip olduğu müzeleri gezerken, koleksiyonların büyüsüne mi kapılacağız yoksa bu müzeleri sömürgeciliğin kanıtı olarak mı göreceğiz?