Kıssadan hisse çıkarılamayan zamanların ekranı...
Seyredilen her dizi tanık olunan bir hayattır, üstü örtük de olsa bir dünya görüşü içerir. Seyircinin ekran karşısındaki tanıklığı zihniyet dünyasında ciddi değişimlere yol açar. Televizyon karşısında tüketilen zamanın heba olmaması, değer kazanması eleştirel seyir ile mümkündür. Ancak o zaman kıssadan hisse çıkartılabilir.
Televizyon evimizden içeri girip başköşeye kurulduğunda sekiz yaşında idim. Tek kanallı siyah beyaz televizyon; akşam altıda yayına başlar, biz çocuklar için haber öncesi dizi, çizgi film yayınlandıktan sonra hiç bitmeyecek hissi yaşatan haber bülteni başlardı. Uzunca süren haber sonrası program akışını görmek nasip olmadı, uykuya yenik düştüm. O yıllarda, televizyonun zararları görme bozukluğuna sebep olur mu sorusu etrafında sadece ekranla izleyen kişi arasındaki mesafe açısından değerlendirilmesine rağmen, ekran önünde hiç yalnız kalmadım.
- Annem, elinde işi -bazen dışarıya parça başı iş yapardı, bazen biz çocuklarına kazak örerdi- hem yanımızda olurdu, birlikte konuşa konuşa izlerdik sihirli kutuyu, hem de elinden bırakmadığı işiyle televizyona teslim olmaz, üretmeye devam ederdi. Zengin-fakir aşkının vazgeçilmez hikâye olduğu, kötülerin layığını bulduğu, iyilerin daima kazandığı Yeşilçam filmlerini birlikte seyrederdik. Biraz etkilensem, gözlerim buğulansa, annem hemen devreye girer, “film o film” derdi. Annemin uyarısıyla toparlanır, duygularımdan arınarak seyretmeye gayret ederdim.
Bir cumartesi akşamı, ailenin tüm fertleri birlikte seyretmek üzere ekran başına geçtiğimiz Yavrularım filmini, “film o film” repliğini tekrar ettikten sonra seyretmeye devam etmeyip uyumaya gitti annem. Hülya Koçyiğit ve Çetin Tekindor’un başrollerini paylaştığı, 1984 yapımı Yavrularım’ın, Who Will Love My Children? (Çocuklarımı Kim Sevecek?) filminin uyarlaması olduğunu yıllar sonra öğrenecektim. Filmdeki adıyla Seher, kanser olduğunu öğrendikten sonra altı çocuğuna anne, kocasına eş olacak bir kadın arayışına giriyordu. İçki şişelerine sığınan kocası evlenmeyi reddedince, çocuklarını kendi elleriyle farklı ailelere evlatlık veriyordu. Ağlamaktan gözümüzde yaş bırakmayan, bittiğinde herkesin ağladığı anlaşılmasın diye gözlerini birbirinden kaçırdığı filmin kahramanı Seher Kara o yıl, yılın annesi seçildi.
‘Film o film’ ve yabancılaştırma etmeni
Annem, film de olsa bir annenin kendi elleriyle çocuklarını evlatlık vermesine, babanın kederden de olsa içkiye sığınmasına şahit olmak istememişti, nitekim olmadı. Ertesi sabah filmin sonunda ne oldu diye sormadı, ya içeriye giden seslerden biliyordu ne olduğunu ya da ağlamaktan şişmiş gözlerimizden.
Halkın “film o film” repliğiyle izlemesini cahilliğine verenler, itiraf etmem gerekirse beni de etkiledi yıllarca. B. Brecht’in ‘yabancılaştırma etmeni’ kuramını okuyana, ‘özdeşleşme’ kavramıyla tanışana kadar. Brecht'in ana amacı; okurunda/izleyicisinde eleştirel bir bilinç geliştirmek, yüzeydeki olayla ilgilenmek yerine, onu gerçekliğin özüne yönlendirmek, böylece içinde yaşadığı toplumsal ilişkilerin özünü daha etkin bir şekilde kavramasını sağlamaktı. Bir tiyatro izlendiği bilincini yitirmeden, sahnede gösterilenler/anlatılanlar üzerinde düşünülmesini sağlamak amacıyla, oyunculukta, müzikte, sahne tasarımında estetik uzaklığı sağlayacak çeşitli yabancılaştırma etmenleri kullanmıştı.
Annemin seyrederken “film o film” cümlesini sürekli zihninde canlı tutması, seslendirmesi de bir bakıma yabancılaştırma etmeni, hikâyenin dışında kalma çabasıydı. Kalırdı, nitekim kalamayacağını anladığında Yavrularım örneğinde olduğu gibi seyretmeye devam etmezdi.
Bizi bize anlatan, samimi Yeşilçam filmlerini “film o film” yaklaşımıyla seyrettiğimiz için kıssadan payımıza düşen hisseyi almamız zor olmazdı. Hikâyenin dışında kalmak bütünü görmemizi sağlardı. İnsan kendi yaşadıklarını bütün olarak görmekte zorlandığı için yaşadıklarından ders alamaz ama başkasının hayatı söz konusu olduğunda alınması gereken dersi çok kolay alır. Ne var ki hayatını yaşa, kendin tecrübe et, başkalarının hayatına müdahil olmasına izin verme tarzı kişisel gelişim cümlelerinin hayatımızı istila etmesinden sonra ders almayı reddeden insanlara dönüştük.
Yakın çevresinin yaşadıklarından duygularından uzak düşen, kendi duygularının peşinde, ‘bu dünyaya hata yapmaya geldim, hatalarımla varım’ düsturunun kılavuzluğunda ilerleyenler özdeşleşme tuzağına düşmekten kurtulamayacaktı.
Seyirci, film karşısında bütünlüğünü korumayı başarabildiği sürece o metnin seslerinden ve imgelerinden ayrı kalır, özdeşleşme meydana gelmez. Ama eğer film bedensel egoya üstün gelirse benlik yok olur. Seyirci kendini unutur, görseller dizisini algılar sadece. Görseller dizisi tüm dikkati üzerinde toplar, seyircinin içindeki ayrı bir insan olma hissini yok eder.
Karakterle hemhal olma hali, özdeşleşme, kimlik arayışından kaynaklanır. Hikâyeyle ya da karakterle mesafesini kaybeden seyirci, anlatılanları gerçekmiş gibi algılar, bilinç ötelenir, duygusal seyir devreye girer. Artık seyirci hikâyenin içindedir, kırmızı çizgiyi geçmiş hikâyeyi yaşamaya başlamıştır. Özdeşleşme gerçekleştiğinde anlatılan hikâyeye kendini kaptırır, teslim olur, tartışma sorgulama devreden çıkar, eleştirel bakış açısı kaybedilir.
Kişiye özel TV devri
Yeşilçam döneminde anlatılan hikâyeler, hikâyelerin anlatılma tarzı kıssadan hisse çıkarmamıza yardımcı olurdu. İyilerin daima kazanacağını bilmek, fakir ama gururlu gençlerin günün birinde mutlaka başaracağına inanmak, kötülerin kaybetmeye mahkûm olduğuna şahit olmak, söylenen yalanın eninde sonuna açığa çıkacağını ve söyleyeni zor durumda bırakacağını bilmek düşerdi hissemize. Yeşilçam filmlerinin başlangıç noktası, zengin-fakir aşkını hikâyenin merkezine alan yerli dizilerde ise, kıssa yok ki hisse düşsün seyirciye. Yediden yetmişe her türlü seyirciyi kitlesine dâhil edebilmek için sayıca geniş tutulan karakterler, yıllar boyu sürsün diye kötülükten ve entrikadan beslenen senaryoların derdi ne kıssa anlatmak ne de kıssadan hisse çıkartılmasına yardımcı olmak.
Kötü karakteri canlandıranların iyi oyuncu payesiyle baş tacı edildiği, iyilerin sıkıcı bulunduğu bir dizi ortamı her gece televizyonlardan evlere misafir olan.
Bir zamanlar evin en değerli köşesinde tüm aile fertlerini başına toplayan televizyon; içeriğin çeşitlenmesi fiyatların düşmesine paralel ayrıştırıcı bir görev üstlendi. Eve alınan ikinci üçüncü televizyonlarla birlikte başlayan kişiye özel televizyon anlayışı internet ve akıllı telefon işbirliğiyle alanını genişletti. Anne, baba, yaşı kaç olursa olsun çocuk tek başına izlemek istiyor televizyonu. Kimse müdahale etmesin, ne seyrettiğine şahit olmasın diye. “Televizyonu aç” diye tutturan sakız reklamındaki çocukların ifadesiyle sorulduğunda herkes belgesel izliyor!
Televizyonun ana işlevi program ayırt etmeksizin seyirciyi olayın içine dâhil ederek hissetmesini sağlamaktır. Bir program seyircinin kendisiyle çarpışmasını/çatışmasını sağladığında etkili kabul edilir. Bu da ancak seyircinin olayla ya da karakterlerden birisiyle özdeşleşmesiyle mümkündür. Kişiye özel televizyon devrinin başlamasıyla ekran başında yalnız kalan seyircinin takip ettiği karakterlerle özdeşleşmesi kolaylaştı. Diziler her yaşa uygun, her ekonomik seviyeden insanın kendini bulabileceği hikâyeler (t)üretmeye başladı. Zengin-fakir aşkının bu kadar tekrarlanmasının ve ilgi görmesinin en büyük sebebidir bu, herkese hitap etme hastalığı. Güney Kore’den esinlenme/uyarlama dizilerden öğrenilen birden fazla çiftin aşk hikâyesinin işlenmesi de bununla alakalı.
- Araştırmalar günlük TV izleme oranında ilk sıralarda olduğumuzu ilan ediyor, günde ortalama beş saat ekran karşısında geçiriliyor, her yıl rekor sayıda -geçtiğimiz yıllarda yüz yirmiyi bulmuştu- dizi ekrana geliyor. Dizileri kıssadan hisse çıkartarak takip eden insan sayısı ise yok denecek kadar az. Bu durumun sorumlusu tek başına seyirci değil elbet, üretim kanadında yaşanan dönüşüm, televizyonun aile fertlerini bir araya getiren özelliğini yitirmiş ayrıştırıcı bir işleve dönüşmüş olması ve sosyal medya etkisi.
Televizyon izleme yalnız yapılan bir eyleme dönüştü ama yalnız seyretse de seyrettiği şeyi paylaşma ihtiyacı hissediyor izleyici. Sosyal medya ekrana mahkûm ettiği kişileri asosyalleştirirken; bir gruba, gündeme, etikete dâhil ederek sosyalleştiriyor. Bir dizinin, dizi çiftinin fanı olarak kimlik sahibi oluyor gençler.
Etiket(#) hapishanesi
Ekran karşısında yalnız olan gençler dizi çiftlerinin fanı olarak bir gruba dâhil oluyorlar sosyal medya aracılığıyla. Karakterlerin isimlerinin ilk hecelerinin bir araya getirilmesi ile yeni bir isim veriliyor dizi çiftlerine. Zeyker (Güneşi Beklerken); Nermac (Fatih Harbiye); Yamira (Medcezir); akla ilk gelen, fanlarının ayrılmasınlar, daha çok bir arada olsunlar aman onların hikâyesi ekrandan uzak olmasın diye çaba sarf ettikleri dizi çiftleri.
On iki-on üç yaşındaki çocuklar dizinin hikâyesi ne anlatıyor, hikâyenin gidişatı ne ilgilenmeksizin; fanı oldukları çiftlerin ayrılmaması, kavuşması, daha fazla sahne yazılması için mücadele ediyorlar. Anne babasının seyrettiği dizi hakkında konuşmasına tahammül edemeyen gençler, TT listesine girebilmek, dizilerinin yayından kalkmasına engel olabilmek ya da rakip diziyi sosyal medyada alt edebilmek için gönüllü olarak ‘etiket(#) hapishanesine’ dâhil oluyor. Hep aynı konuda yazmak ve o konuda yazılanları okumanın hipnoz edici etkisinden bihaber. Televizyon ve diziler söz konusu olduğunda ‘kahramanlarımıza dokunmayın, dizimizi bitirmeyin’le sınırlı kalırken; ülke gündemine ateş misali düşen olaylarda ciddi bir tehlike arz ediyor hipnoz etkisi. Gazete-kitap okumayan, gündemi sadece sosyal medyadaki timeline’dan takip eden gençler, dijital bir hipnoz makinesine dönüşme riski taşıyor. Amaca uygun seçilmiş bir görsel, yüz kırk karakterlik cümle ile tek başına çok etkili olmazken; aynı anlayışa sahip kişiler tarafından paylaşıldıkça, sürekli tekrar eden bir akışla etkili bir telkine dönüşüyor.
Senaryoların bütünlük arz etmemesi, bir fikir üzerine inşa edilmemesi, önermesiz olması, birinci bölümde söylenilenin beşinci bölümde reddedilmesi, uzun yıllar devam etme isteğinin etkisiyle hikâyenin ve karakterlerin sürekli değişim ve dönüşmesinden dolayı seyredilenden kıssadan hisse çıkarmak mümkün olmuyor. Etiket hapishanesinin hipnotik etkisinden dolayı zihniyet dünyasında yaşanan tahribat fark edilmiyor.
Seyredilen her dizi tanık olunan bir hayattır, üstü örtük de olsa bir dünya görüşü içerir. Seyircinin ekran karşısındaki tanıklığı zihniyet dünyasında ciddi değişimlere yol açar. Televizyon karşısında tüketilen zamanın heba olmaması, değer kazanması eleştirel seyir ile mümkündür. Ancak o zaman kıssadan hisse çıkartılabilir.