Kırk yıl veya sadece bir ân

Cihan Aktaş
Cihan Aktaş

Yazı hayatıma ne zaman başladığıma dair soruya kim bilir kaç kez farklı cevaplar vermişimdir! Bazen ilkokul ikinci sınıfta Ahmet Haşim’e öykünmeyle yazılmış bir şiirdir cevabı, bazen gazetelerdeki çizgi romanlara özenilip de hazırlanmış bir çizgi roman bandı. 20’li yaşların ilk yıllarında Yeni Devir’de hazırladığım kadın sayfasında öykümsü metinler kaleme alırdım. Edebiyat dergilerinde ise ilk kez 1984’te bir öyküm yayımlandı. Aynı yıl iki küçük kitabım da çıkmıştı: Sömürü Odağında Kadın (Bir Yayıncılık) ve Hz. Fatma (Beyan Yayınları). Beyan Yayınları Yayın Yönetmeni, aynı zamanda öykücü olan Ali Kemal Temizer, hazırladığı biyografi serisi için Hz. Fatıma’nın yanı sıra Hz. Zeynep kitabı da istemişti benden. Sömürü Odağında Kadın, Bir Yayıncılık’ın Yeni Devir’deki köşe yazılarımı bir araya getirerek hazırladığı sürpriz bir kitaptı. Aradan geçen kırk yılı Abdullah Harmancı, geçen bahar Muş Alparslan Üniversitesi’nin gerçekleştirdiği bir panelde hatırlattı. Sonra da Ayşe Olgun’la birlikte bu kırk yılın bir kitap eşliğinde kutlanacağı bir program tasarladılar.

Yazı merkezli geçen kırk yılımı hemen her zaman onar yıllık dilimler hâlinde hatırlıyorum. Bu kırk yılı hazırlayan bir yirmi dört yıl da var geride. İlk on yıl Refahiye’deki hayatıma, sonraki on yıl ise Beşikdüzü’nde geçen yatılılık yıllarıma götürür beni. Beşikdüzü’nde altı yıl kaldım ama yatılı okul ortamının etkisinden uzun zaman kurtulamadım, bu sayfalarda yayımlanan Yatılı Okul: Bir Arada Yüzlerce Kardeş başlıklı yazıda anlatmıştım o ortamı.

Yeni Devir’de kadın sayfası çıkarırken, öykümsü kısa metinlere de yer verirdim bir köşede. Aylık Dergi’de yayımlanan “Melankoli” başlıklı öyküm nispeten uzundu. Gençlik çağına özgü bir çekirdek aile yakınması denilebilecek bu metni, Bir Yayıncılık’a uğrayışlarımdan birinde okuması için rahmetli Ahmet Kekeç’e vermiştim. Fikrini merak ediyordum. Kekeç de Aylık Dergi’ye göndermiş. Yayımlandığında bir cesaret kazanıp arka arkaya öyküler yazdım aynı dergide.

Hep daha öncesi vardır. Ahmet Kot, Yeni Devir’de yönettiği Kültür Sanat sayfasında yayımlanan bir şiirime “İsimsiz” başlığını koymuştu. Ahmet Özalp öykümsü metinlerimde bir Tomris Uyar yeteneği görmüştü ki o tarihe kadar hiç okumamıştım Uyar’ı. Çok önceleri ise Ahmet Haşim… Kasabada, ilkokul 2. sınıfa giderken Merdivenler Şairi’ne öykünüp, “O Gözler’’ başlığıyla bir şiir yazmış, bu şiir beğenilince de yeni yeni şiirler yazmaya koyulmuştum.

“Harikulade, harikulade…” Kelime ilk duyduğumda çarpmıştı beni, beş yaşındaydım. Yeni kelimeler keşfetmenin peşinde dolaşırdım ortalıkta, kulağım radyoda, elimde bir kitap... Peygamberimiz (sav) Hz. Ali’ye, “Sana 5 bin koyun mu vereyim yoksa hem dünyan hem ahiretin için yararlı 5 kelimeyi mi öğreteyim?’’ diye sorduğunda, Ali kelimeleri seçiyor. Bunun üzerine Peygamberimiz de onun için dua ediyor. Kelimeleri seçmeyi sürdürmekte ısrar edebildiğim için şanslıyım, ana dilimde okuyup yazabildiğim için de…

Geriye kalacak nedir, niçin yaşarız, gerçekten değerli olan nedir? Taksim Camii Kültür Sanat Merkezi’nde gerçekleşen 40. yıl programının girişinde bir sonbahar günü Refahiye’deki evimizin tahta balkonunda 10-11 yaşlarındayken gözüme çarpan kuru yaprağın çağrışımlarından söz ettim. O yaprağı hiç unutmamaya karar vermiştim. Hatırlamayı seçtiğim nesne toza dönüşse de hatırlamak adına hep var olacak bir başlangıç simgesiydi benim için.

Pierre Auguste Renoir.
Pierre Auguste Renoir.

Bir fırsat anı, derk anı… Hiç unutmayacağım, ama niye? Hiç unutmayacağım, ama nasıl? “Dünyanın yaşamından bir ân geçer. (…) O anı gerçekliğiyle yakalayıp resme geçirmek, bunu yaparken her şeyi unutmak! O anı yaşamak, duyarlı bir levha olmak... Zamanımızdan önce olan her şeyi unutarak gördüklerimizin imgesini yansıtmak...” diye başlar John Berger’in O Âna Adanmış isimli kitabındaki Cezanne cümleleri. “‘Birer yaratıcı olarak’ insanları çağlar boyunca uzun uzun didinmeye sevk eden şey,’ der Tagor da, ‘kendilerini ifade etme arzusudur.’’’

Yıllar akıp giderken her yol sapağında bir kez daha kelimeleri seçebilmişsem, bunda, döne döne kitaplarını okuduğum yazarların payı büyük. Şükranlarımı sunuyorum her birine, dua ediyorum.

Ahmet Özalp.
Ahmet Özalp.

Yazma sebeplerinin hiç eksik olmadığı bir çağa doğdum. Sevdiğim faaliyeti geliştirecek şekilde hayatımı düzenleme bilincini kazandırdı bana ailem ve yatılı okul yılları. 80’lerin başlarında, Cağaloğlu’nda, edebi kamunun kıyılarında bir yere ilişme ümidiyle, bir elimde T cetveli bir elimde çalıştığım metinlerle dolaşırdım. O yıllarda başta Ağabeyim Ümit Aktaş olmak üzere, Hüseyin Evliyaoğlu, Ahmet Kot, Ali Kemal Temizer, Mustafa Çelik, Ahmet Kekeç yazmayı sürdürmem konusunda güven duymamı sağlayan isimler. Mustafa Kutlu da 1986’dan itibaren yorumlarıyla yazarlık yolunda yürüyebileceğime inandırdı beni.

Ahmet Kot.
Ahmet Kot.

Bir on yıl boyunca başörtülü kadınların kamusal alanın dışında tutulmasının sorgulandığı, böylelikle de kamuda başörtüsü mücadelesinin ifadesi doğrultusunda kitaplar yazdım. Böyle bir gereklilik ilk öykü kitabım Üç İhtilal Çocuğu’nun içeriğine de yansımıştır. Kamusal haklar mücadelesi iki yanlı bir açma çabası gerektiriyordu: Oktay Akbal, başlarını örtmek istiyorlarsa mutfaklarına dönüp kendileri gibi yobaz bir koca beklesinler, diye yazmıştı 80’lerde. Çeşitli dini kesimlerde de benzeri bir tavır vardı: Başörtülü kadınlar düzenin okullarında erkeklerle aynı sınıfta eğitim görmek bir yana dursun, ‘‘fitneye yol açacak sebeplerle dolu’’ sokaklara ayağını bile atmamalıydı. Böylesine bir aile tasarımının bir kamusal alan meselesi yoktu, erkekler mevzuata göre giyinip davranabilirlerdi nasılsa. Dolayısıyla hep iki yanlı bir eleştiri yürütmek gerekiyordu. Böylelikle 80’ler boyunca edebiyat alanında gönlümden geçtiği şekilde çalışamadım.

Mimarlığı bırakmaya mecbur etmişti beni başörtüsü şartı. Olsun. Gazete ve dergilerde yazıyordum ya… Mesleki hayatımı bir belirsizlik içinde görmenin hayal kırıklığını taşıyan babam, bu konuda suskun kaldı.

90’larda iki küçük çocuk ve kutular dolusu kitapla, ülke ülke, şehir şehir dolaştık. Eşime, kitapların taşınması konusundaki sabrı nedeniyle şükran duyarım hep.

Demir perde yıkılmıştı ama işsizlerin nazarından korumak üzere oligarkları, arada yeni duvarlar yükselebilsin diye geliştiriliyordu kuram ve söylemlerini. 90’lar Türkiye için rantiye ve şantiye yıllarıydı, yani bir tür iflas dönemi. İstanbul’da, İmam-Hatip liseli kızlar içeri girmek için bekledikleri okullarının önünden polis arabalarına alınıp Belgrad Ormanları’nda birbirlerine erişemeyecekleri noktalara atıldılar. Kimileri de belirli aralıklarla ıssız sahillere bırakıldı. 2018’de bir gemi düğününde tanıştığım belgeselci Fatma Aydın, 2015’de TRT’de yayımlanan “Şubattan Sonra” isimli belgeselinden söz etmişti. Bu belgesel üzerine çalışırken, Belgrad Ormanları’na atılan öğrencileri arayıp bulmuştu Aydın. Belgeseli izlerken kapıldığım his ve düşüncelerle yazmıştım “Ormana Atılan Kızlar” öyküsünü.

Bir on yıl boyunca başörtülü kadınların kamusal alanın dışında tutulmasının sorgulandığı, böylelikle de kamuda başörtüsü mücadelesinin ifadesi doğrultusunda kitaplar yazdım. Böyle bir gereklilik ilk öykü kitabım Üç İhtilal Çocuğu’nun içeriğine de yansımıştır.
Bir on yıl boyunca başörtülü kadınların kamusal alanın dışında tutulmasının sorgulandığı, böylelikle de kamuda başörtüsü mücadelesinin ifadesi doğrultusunda kitaplar yazdım. Böyle bir gereklilik ilk öykü kitabım Üç İhtilal Çocuğu’nun içeriğine de yansımıştır.

90’lı yıllar, çok kanallı ve çok sesli olmanın coşkusuyla konuşulur sıklıkla. Oysa aynı yıllarda faili meçhuller, asit kuyuları vardı. 90’lar her kesimden insanın, başörtülü kızların kamusal serbesti mücadelesi için “Ele Ele İnsan Zinciri” oluşturmasına da zemin oldu. Bu eylemler antiemperyalist ittifaklarla gelişerek 2000’lerde de sürecekti. Başörtüsü direnişi ise 80’lerden itibaren sürdürdüğü sorgulamayla sistemi yeni bir kamusallığa ve buna bağlı olarak da yeni bir siyasallığın arayışına sevk edecekti. Başörtüsü direnişini gözden düşürmeye yönelik Müslüm Gündüz-Fadime Şahin vakası gibi operasyonlara da sahne oldu 90’lar. Başörtülü aktivist Sevgi Engin’in (1968), İzmir’de bir öğrenci evinde tutuklanması, haysiyetini lekelemeye yönelik bir dille çeşitli medya organlarına yansıdı. Bir provokasyona maruz kalan Sevgi, tutukluyken işkence gördü, hapisten çıktıktan sonra da büyük zorluklarla karşılaştı ve nihayet Almanya’ya gitti. Sevgi, 2006’da yayımlanan Bir Nehir Gibi isimli romanda, başına gelenlerin içyüzünü anlattı.

John Berger.
John Berger.

90’ların düşünceleri Srebrenitsa Katliamı yüzünden de ağır mı ağırdı. O yıllarda Özgürlüğe Kaçışım’ın yazarı Aliya’yı lider kimliğiyle de tanıdık. Düşmanlarımızı öğretmen bilmemeyi öğreten bilgeliğin kaynağı kuşkusuz krallık olgusu değil nübüvvet havzasıydı.

O yıllarda bazen büyük kızımı babasına bırakıp küçük kızımla Tahran’dan Laleli otobüsüne binerdim. Kırk saat süren yolculuğun ardından, yazları Refahiye’de geçiren annemle babamın yanına uğramayacaksam, dosdoğru İstanbul’a gelir, Küçükyalı’daki çatı katı evimi açar, Cağaloğlu yollarına düşer, panellere konferanslara katılır, arkadaşlarımla buluşur, evimde toplantılar düzenler, bu arada yeni kitabımı yayına hazırlardım.

İlk romanım Bana Uzun Mektuplar Yaz (2002)’ı ise 90’ların ikinci yarısında Bakü-Tahran-İstanbul arasında gidip gelirken yazmıştım. Romanım çıkmadan bir süre önce, Bacıdan Bayana-İslamcı Kadınların Kamusal Alan Tecrübesi isimli kitabım, TCK 312. maddeye aykırı bulunarak toplatılmış, ancak bu toplatılma kararı daha sonra bozulmuştu.

Başörtüsü mücadelesinin 30 yıl boyunca toplumu ve partileri yeni bir siyasallığa zorlayan, bu siyasallığa alan açıp meşruiyet kazandıran etkisi elbette edebi metinlerime yansımıştır. Kuşakların omuz omuza verdiği bu mücadele sürecinde Hülya Yazıcı, Hasibe Turan, Süreyya Yüksel, Sabiha Ünlü, Nevin Meriç, Yıldız Ramazanoğlu, Mualla Gülnaz, Nazife Şişman, Seyhan Büyükcışkun, Fatma Barbarosoğlu, Alev Erkilet, Hidayet Tuksal, Sibel Eraslan, Ayşe Böhürler, Fatma Akdokur, Ayşe Olgun, Gülcan Tezcan gibi genellikle aktivist olan yazarlarla sıklıkla kesişti yolum.

2000’ler bir de Asım Gültekin yılları. İlk kez karşılaşacağımız Nehir Yayınları’nda buluştuğumuz o gün, elinde Bacıdan Bayana kitabıyla gelmişti. Dost ve aşinalara gösterdiği özeni ve anlayışı keşke kendisine de gösterseydi sevgili Asım. Onun ardından dünya hiçbir zaman eskisi gibi olamazdı dostlarının gözünde.

2. İntifadaya bağlı faaliyetler, bu sebeple “Biz ne yapmalıyız?’’ sorusuna aranan cevaplar… 2005’de Mehmet Bekaroğlu’nun organize ettiği “Doğu Konferansı” buluşmaları, bu soruya bölgesel planda cevap aramanın da faaliyetiydi. Ülke içinde bir korku iklimine özgü ruh hâlini yansıtıyordu sohbet etmeye çalıştığım insanların mimikleri. Türkiye’de eğitim görmüş şair tercümanımızın bir sorum üzerine parmağıyla, sus işareti yaptığını hatırlıyorum. Şam’da bazı grup üyeleri Hafız Esad’ı ziyaret edeceklerdi. Diktatörleri ziyaret etmem ben, dedim. Yıldız Ramazanoğlu gibi aynı şekilde düşünen birkaç arkadaşımla o saatleri şehirde dolaşarak geçirdik.

Yıldız Ramazanoğlu.
Yıldız Ramazanoğlu.
David Friedrich.
David Friedrich.

2000’lerde başörtüsü direnişi daha geniş platformlarda sürdürüldü. 90’lardan itibaren aralıksız devam eden yürüyüşler, paneller, sempozyumlar ve konferanslar, ötekine karşı sorumluluğun altını çizen bir siyasallığın talebiyle, yeni bir kamusallığın da umudunu duyuruyordu. “Galatasaray Lisesi önünde imza var bu günlerde: BAK (Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu)’ın düzenlediği Filistin nöbeti. Çocuklar ölmesin diye bir imza da siz atın. Daha sonra bir ‘Filistin Şiir Gecesi’ de düzenlendi Yazarlar Birliği’nin Kızlarağası Medresesi’ndeki binasında. İHH semt merkezlerinden geçen halka Filistin’i hatırlatmaya devam edecek. Kadıköy iskelesinde solcu gençler megafonla toplumumuzu Amerika ve İsrail’in Lübnan’daki son katliamları konusunda duyarlı olmaya çağırıyorlar.” diye yazmışım, 2005’de yayımlanan ‘‘Lübnan İçin Bir Slogan Uydurmak’’ başlıklı yazımda.

Asım Gültekin.
Asım Gültekin.
Aliya İzzetbegoviç.
Aliya İzzetbegoviç.

2000’ler roman çalışmaları ve Tabatabai Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde Türkçe dersler verirken hızlandı sanki ve 2010’lara ulaştık. Küçük kızımın üniversite eğitimini İstanbul’da sürdürme kararıyla ailece İstanbul’a taşınmıştık. Rahmetli Akif Emre’nin davetiyle Dünya Bülteni’nde başlayan internet sitesi yazarlığı tecrübem Haberiyat’la sürdü. Eyüp ve Rami’de sinema kültürü dersleri, ardından Son Peygamber sitesi ve Nihayet dergisi… Yazarlığımın kırk yılını yoğunluk açısından değerlendirmem gerekirse, en ağır yıllardır 2010’lar.

Bir dönemden sonra kitap kitaba, faaliyet başka bir faaliyete kapı açıyor. 2017’de Esenler üzerine çalışmaya başladım. Esenler Belediye Başkanı M. Tevfik Göksu, Şehir Tutulması’nı okuyup yardımcısı Hasan Taşçı’ya, “Cihan Aktaş’a Esenler’in hikâyesini yazdıralım.” demiş. Hasan Taşçı da beni aradı. Saadettin Ökten Şehir Düşünce Merkezi’nin çatısı altında çalışacaktım. Bir semtin hikâyesini, halkla konuşarak edindiğim bilgilerin eşliğinde işleyeceğimi düşünerek, heyecanla kabul ettim. Rüzgârla İyi Geçinmek (2017) ve Şehir Tutulması (2024) böylelikle yazıldı. Bu sürenin büyük bir kısmında Şehir Düşünce Merkezi Yayınları Yayın Koordinatörü Cihan Dinar’la birlikte çalıştık. 2008’den beri yayımlanan kitaplarımın tamamına editör olarak katkıda bulunan Asım Öz, bu kitaplardan da emeğini esirgemedi.

40 yıl boyunca çalışmalarıma destek olan yayıncı, genel yayın yönetmeni ve editörlerime şükran borçluyum. 40. yıl programını hazırlayan ve programa katılan dostlar eksik olmasınlar. Cihan Aktaş İçin Kırk Çiçek ismiyle hazırlanan kitap için de Ayşe Olgun, Abdullah Harmancı, Eren Kahraman, Murat Ayar ve Ayşenur Dilek’e ne kadar teşekkür etsem az.

Akif Emre.
Akif Emre.

Ve yazmayı sürdürebilişimin asli kaynakları, herhangi bir yerde kitaplarımdan bir alıntı, metinlerime dair bir soruyla apansız karşıma çıkan sevgili kitap dostları… Onlara hep borçlu hissediyorum kendimi, salt yazmakla da ödenebilecek bir borç da değil bu. Kulak vermek, evet, dinlemek, biteviye, başka türlü gelişmiyor metinler. Berger’e atıfta bulunmanın yeri geldi yine: “Dinlediğim için bir hikâye anlatıcısıyım.”

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım