Kâğıt çağında para ve roman
Adrian Kuzminski, kâğıt paranın “paranın kredi olarak yeniden icadı”olduğunu ve sanayi devrimine yol açan faktörlerin başında geldiğinibelirtiyor: Sanayi Devrimi, 17 ve 18. yüzyıllarda Hollanda ve İngiltere’degelişen ve sonrasında ABD ve diğer ülkelere ihraç edilen finansal devriminsonucuydu. Finansal devrim, öncelikle kredi anlayışındaki bir devrimdi.Kâğıt paranın yaygınlaştırılmasıyla hükûmetlere ve şirketlere fahiş faizlerle“çok yüksek meblağlar” borç vermek mümkün hâle geliyordu. Sanayidekiüretkenliği tetikleyen, altına girilen bu yüksek (usurious/ribevî) faizyüküydü. Sonunda bütün toplum, krediye hükmedenlere mahkûm hâlegelir. Finansal azınlık, üretici çoğunluğun “zamanına” el koyar!
İman Çağı, Keşif Çağı, Akıl Çağı, Sanayi Çağı, Finans Çağı... birkaç asırdır aşina olduğumuz adlandırmalar. Devirleri etiketsiz ya anlamıyor, yahut gönlümüzce kullanamıyoruz. Carlyle, modern çağın en önemli kilometre taşlarından biri olan Fransız Devrimi’ni anlamaya hasrettiği abidevî eserinde, içinde yaşadığı devire Kâğıt Çağı diyordu: “Buna yeni Altın Çağı mı desek? En azından, Kâğıt Çağı (Age of Paper) diyelim; kâğıt birçok bakımdan Altın’ın yerini tuttuğu için. Elimizde hiç altın kalmadığı zaman bile onunla her şeyi alabileceğimiz Banka-kâğıdı; Teoriler, Felsefeler, Duyarlılıklar ile tıka basa dolu Kitap-kâğıdı: sadece açıklayıcı Düşüncenin değil, aynı zamanda Düşünce ihtiyacını bizden o kadar zarifâne saklamanın da güzel sanatı!”1Kâğıdın bir zamanlar var olan şeylerin paçavralarından yapıldığını belirten Carlyle, devrim sonrasının parasal ve edebî “enflasyonunu” izah için Kâğıt Çağı ifadesini uygun görüyordu: Banka-kâğıdının içinde Altın, Kitap-kâğıdının da içinde Düşünce yoktu.2 Varsın olmasın, kâğıt ikisinin de yerini tutuyordu ya!
Tutuyor muydu gerçekten? Carlyle’ın eserinin yayınlanmasından 124 yıl sonra (1961) doğan David Graeber, New York’taki çocukluk yıllarında bile “Manhattan’daki İkiz Kulelerin altında gizli altın kasaları” olduğunu duyarmış. Yani aradan geçen zamana rağmen, halkın kâğıt paraya rağbetinin arkasında aslında altına duyulan itimat yatıyormuş. Güya bu kasalarda “sadece ABD’nin değil bütün büyük ekonomik güçlerin altın rezervleri varmış. ... 11 Eylül 2001’de kuleler yıkıldığı zaman, birçok New Yorklunun sorduğu ilk sorulardan biri şu olmuştur: paraya ne oldu? Emniyette mi? Kasalar zarar gördü mü? Muhtemelen altın erimiştir. Saldırganların gerçek amacı bu muydu?”3 Komplo teorilerinden gerçeğe dönersek, Gareber’e göre ABD’nin kesintisiz basıp bütün dünyaya yaydığı banknot dolarların arkasında altın değil, Amerikan askerî gücü vardır sadece. FED (Federal Reserve) hazine bonosu satın alarak, darphanenin bastığı paraları ABD hükümetine borç verir. Onyedinci yüzyıl sonlarında başlayan İngiliz modelidir bu. “Fark şudur: İngiltere Merkez bankası (Bank of England) başlangıçta krala altını borç veriyordu, FED ise sadece altının orada bulunduğunu söyleyerek parayı var ediyor.” Sonra hazine bonoları ve banknot dolarlar bütün dünyada dolaşmaya başlıyor. Bunların hepsi neticede Amerikan hükümetinin borcudur. Hiçbir zaman öden(e)meyecek bir borç!
- İktisatçı Michael Hudson bu gerçeği 1970’lerde fark etmişti: “Bu hazine kâğıtları dünyanın para temeline eklemlendiği ölçüde geri ödenmek zorunda kalmayacak, sonsuza kadar elden ele devredecektir. Bu özellik Amerika’nın serbest finansal serüveninin özüdür, tüm dünyanın sırtına yüklenmiş vergidir.”4 Michael Ende kısa bir hikâye ile insanlığın yüz yüze olduğu bu zaman bombasının mahiyetine ışık tutuyor; hem de süreç içinde dinî kurumların oynadığı rolü ihmal etmeden: “İstasyon Katedrali.” Daha doğrusu, Katedral-İstasyon.
Zaman çalma sanatı
Adrian Kuzminski, kağıt paranın “paranın kredi olarak yeniden icadı” olduğunu ve sanayi devrimine yol açan faktörlerin başında geldiğini belirtiyor: Sanayi Devrimi, 17 ve 18. yüzyıllarda Hollanda ve İngiltere’de gelişen ve sonrasında ABD ve diğer ülkelere ihraç edilen finansal devrimin sonucuydu. Finansal devrim, öncelikle kredi anlayışındaki bir devrimdi. Kâğıt paranın yaygınlaştırılmasıyla hükümetlere ve şirketlere fahiş faizlerle “çok yüksek meblağlar” borç vermek mümkün hale geliyordu. Sanayideki üretkenliği tetikleyen, altına girilen bu yüksek (usurious/ribevî) faiz yüküydü. “Ribevî kredi eşitsiz mübadeleyi kurumsallaştırır.”5 Sonunda bütün toplum, krediye hükmedenlere mahkûm hale gelir. Finansal azınlık, üretici çoğunluğun “zamanına” el koyar!
Michael Ende, 1973 yılında kaleme aldığı “çocuk romanı” Momo’da zaman hırsızlığına dayalı bu tür “organize işleri” deşifre etmişti. Zaman Tasarruf Şirketi’nin, isimleri rakamlardan ibaret elemanları boyuna toplumu zaman tasarrufu yapmaya zorluyor, fakat kendileri ancak ağızlarından hiç çıkarmadıkları zaman-sigaralarıyla yaşayabiliyordu. Zamanını tasarruf edip de bankaya yatıranlar daha çok kazanıp, daha çok harcıyor, daha iyi giyiniyorlardı. “Ama yüzleri asıktı, yorgun ve keyifsizdiler; gözleri dostça bakmıyordu.” Büyükler başlarına gelen büyük talihsizliği kavrayamayacak kadar dalgındılar. Yaşananları sadece çocuklar tâ yüreklerinde hissediyordu; çünkü artık kimsenin onlara ayıracak zamanı yoktu. Büyükler zamandan tasarruf ettikçe, zaman azalıyordu!6
Daha büyük sorun şuydu tabiî: Azalan zaman, bankanın sahip veya yöneticilerine yarıyor muydu? Çocuklar ayaklanıncaya kadar, evet. Fakat Momo, ana depoya ulaşıp zamanı özgürleştirince, bu lânet yaratıklar da hâk ile yeksân oluyordu! Momo “geri geri yürüyüp” de hedefe yaklaştıkça, duman adamların zaman-sigaraları (ömürleri) azalıyordu. “Sigarası biten, hemen can havliyle yanındakinin sigarasını kapmaya kalkışıyor, aralarında itişirken sigara yere düşüyor ve ikisi de yok oluveriyordu. ... Yeryüzünden silinip gitme korkusu duman adamları çılgına çevirmişti.”7
Kâğıt Çağı’nın Smith ve Marx’tan Keynes ve Hayek’e uzanan iktisat klasiklerine aşina olan Alman yazarın çocuk sevgisi, gördüğünüz gibi, gerçeklik duygusunu bastırıyor ve kitabını umutlu bir bölüm başlığıyla noktalıyordu: “Yeniliklerin başlangıcı olan bir son.” Romandaki son altı zaman soyguncusu ne kadar uğraşsalar da Momo’nun elindeki saat-çiçeği alamıyor, çocuk kahramanımız böylece Hiçbir Yerde Evi’ne muzaffer olarak giriyordu: “Son duman adamın yok olmasıyla beraber soğuk kalmamıştı. İçeride duvarlar boyunca uzanan raflarda sayısız saat-çiçeği kristalleşmiş bir şekilde sıra sıra dizilmiş duruyordu. Hiçbiri diğerine benzemiyordu. Her biri ötekinden başka bir güzellikteydi. Yüz binlerce, milyonlarca yaşam saati. Ortalık tıpkı bir çiçek serası gibi yavaş yavaş ısındı.”
Dünyanın soğukluğu gidince, saat-çiçekleri Momo’nun etrafında raksetmeye başlıyordu. “Kurtulmuş zamanların, ılık bir ilkbahar rüzgârı gibi esen fırtınasıydı bu. ... Çiçek bulutları Momo’yla birlikte kentin üstünden, evlerin, damların, kulelerin üstünden hızla esip geçiyordu. ... Çiçekler yavaş yavaş alçaldılar, alçaldılar ve donup kalmış dünyanın üzerine kar taneleri gibi yağdılar. Ve tıpkı kar taneleri gibi eriyip çözülerek görünmez oldular.
- Çünkü artık her biri ait olduğu yere ulaşmıştı. Bu yer, insanların yüreğiydi.” Yazar kısa sonsözünde, bize bu hikâyeyi anlattığı yolculuğun hâlâ devam ettiğini, bir gece kompartımanına gelen “garip bir yolcunun” ona şöyle dediğini hatırlatıyor: “Ben size bütün bunları olup bitmiş gibi anlattım. Oysa gelecekte olacakmış gibi de anlatabilirdim. Benim için ikisi arasında büyük bir ayırım yok.”
Mucizevî para üretimi
Çocukları düşünerek anlatısını umutlu bir sonla noktalayan Michael Ende, on yıl sonra (1983) büyüklerin dalgınlığının koyulaşmış olduğunu düşünerek, bu sefer onlar için “İstasyon Katedrali” öyküsünü yazdı. Ayna İçinde Ayna’nın dördüncü bölümünü oluşturan bu yirmi sayfalık hikâye, finans kapitalin insanlığı getirdiği noktanın gerçekte bütün umutları yok eden bir çıkmaz sokak olduğunu gösteriyor.8 Babil tarzı ve “henüz inşâsı bitmemiş olduğu için iskeleleri hâlâ kurulu” istasyon “donuk ve gri yüzlü insan yığınları” ile doludur. Dilencileri andıran bu acınacak yaratıkların taşıdığı sepet, bavul ve çuvallar “ağzına kadar kâğıt parayla” doludur. Herkesin ara istasyon sandığı bu yer aslında bir son istasyondur. Öne çıkan iki kahramanımız, esrarengiz bir kadın ile ona çantasını taşımada yardımcı olan bir itfaiyecidir. Kadın ona gerçeği başından söyler: Hiçbir tren gelmeyecek ve hiçbiri de kalkmayacaktır!
Katedral biçimindeki istasyonun asma katında bir org, mihrap kısmındaysa yelkovansız bir saat vardır; mihrabın ortasındaysa bir çadır. “Çadır, ters çevrilmiş beş köşeli bir yıldıza benzeyen kapısında beş haneli bir tür şifre bulunan kocaman bir kasayı andırıyor.” İçeride şekilleri bozuk, ellerinde çeşitli aletler olan ve “borsacılar gibi kollarını havaya kaldırarak parmaklarıyla bir takım işaretler yapan” adamlar vardır. Arada bir büyük kapı açılır ve ortalığa banknotlar saçılır. İtfaiyeci, aslında tapınak istasyonun duvar ve sütunlarının da yığınlarca banknot destesinden oluştuğunu farkeder. “Bütün katedral, sanki kâğıt paradan tuğlalarla inşâ edilmiş gibiydi. Kapı her açıldığında içeri yeni banknot tomarları yağıyor, gelen paralar binayı daha da yükseltiyordu.” Bir yandan da katedralde yanan binlerce mumun alevi etrafı sarıyor ve itfaiyeci telaşlanıyordu: “Yüce Tanrım! Bu, güvenlik kurallarına tamamen aykırı! Çılgınlık bu!”
Derken “tepsisinde birkaç iskambil kâğıdı bulunan” bir Fırıldak Nuri zuhur ederek, İtfaiyeciye ayağına gelen fırsatı tepmemesini öğütlüyor. Kahramanımız beş parasız olduğunu söyleyip uzak durmak istese de, satıcı kıkırdıyor: “Bana güvenin bayım, size söz veriyorum, kısa sürede o kadar çok paranız olacak ki, kabul etmeye bile cesaret edemeyeceksiniz! Bayım, istasyon katedralinin son hisse senetlerini sunuyorum size. Alırsanız hiç para vermeyecek ve aynı zamanda Mucizevî Para Üretme İşlemi’nde pay sahibi olacaksınız.”
İtfaiyeci orada geçici olarak bulunduğunu belirtip reddediyor; ve “en kısa sürede” ayrılmak istiyor. Fırıldak gülüyor: “Herkes ayrılmak istiyordu, ama sonra fikir değiştirdiler. Görüyorsunuz ya, bu hisseleri ciddiye alan ne kadar çok insan var. Daha da çoğalacaklar. Akıllı insanlar yanılmaz!” İtfaiyeci kararlılıkla, bu iş böyle devam edemez deyip duruyor: Buranın sonu çok kötü olacak. Hem de pek yakında. İşte bu hususta yanılıyorsunuz, diyor Fırıldak: Mucizevî Para Üretme İşlemi hep devam edecek, hiç sona ermeyecek. “Sona ermedikçe de kimse buradan ayrılmayacak. Ve kimse ayrılmadıkça da tren kalkmayacak.”9
Bu arada katedralde vaaz başlamıştır. Rahip ne diyor, trenler kalkacak mı, mucizevî para üretme ilânihaye sürüp gider mi? Bence gidip biraz (kâğıt) para tarihi okuyun: Bizi zorlu bir bahar bekliyor!
1. Thomas Carlyle: The French Revolution, Oxford: Oxford University Press, 2019, s. 32.
2. Kevin McLaughlin: Paperwork: Fiction and Mass Mediacy in the Paper Age, Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 2005, s. 1.
3. David Graeber: Borç: İlk 5000 Yıl, İstanbul: Everest, 2015, s. 378.
4. Age, s. 383.
5. Adrian Kuzminski: The Ecology of Money: Debt, Growth, and Sustainability, Plymouth: Lexington Books, 2013, s. 1-15.
6. Mustafa Özel: Roman Diliyle İktisat, İstanbul: Küre, 2018, s. 71-98.
7. Michael Ende: Momo, İstanbul: Kabalcı, 2005, s. 284.
8. Michael Ende: Ayna İçinde Ayna: Bir Labirent, İstanbul: Kabalcı, 2005, s. 41-60.
9. Age, s. 49. Harika Para Çoğaltma şeklindeki çeviriyi Mucizevî Para Üretme İşlemi olarak Türkçeleştirdim.