Ketabkhune-i Zarrabi
Bulunduğu çevreye bakıp da nereden çıktı bu kütüphane diye insana sorduran Zarrâbi’ye geçmeden bunca tedirginliğe sürükleyen memleketin Kaşan şehrinden biraz bahsetmeli sanırım. Peki, Tahran ile İsfahan arasında yer alan, İran’ın meşhur çöllerinden Merenceb’in yamacında, Deşt-i Kevir’in kenarında, İpek Yolu güzergahında bulunan; doğal olarak kervansarayları, kapalı çarşısıyla, boyamanın, dokumanın yüzyıllardır önemli uğraşlar olduğu, Safaviler döneminde ekonomik ve kültürel olarak zirvesini yaşamış, sonrasında yavaş yavaş önemini yitirmiş, depremlerle yıkılıp yeniden inşa edilmiş, İran’ın güllerinin, gül sularının menbaı, Kaçar modernleşmesinin önemli isimlerinden Mirza Taki Han-ı Emir Kebir’in sürüldüğü ve Bağ-ı Fin’indeki ölümüne kadar yaşadığı bu sürgün şehrinden, Kaşan’dan nasıl bahsetmeli?
Ne zaman İran’la ilgili bir şeyler yazmak istesem içimdeki gizli oryantalistin yüzünü göstereceğinden endişe eder, bilinçaltımdan satır aralarına süzülmesi muhtemel ifade kalıplarından korkarım. Zira komşu İran’da geçirdiğim günler, aylar ve yılların başlarında dünyayı nasıl gördüğüme dair keşifler yaptığım şaşırtıcı ve eğitici bir geçiş dönemi olduğunu kabul etmem gerekir. Bahsettiğim “saklı oryantalist”in gün yüzüne çıkacağı korkusu yalnızca satır aralarında oynaşacak göstergelerden çekinmekten değil o oturmuş söylemler dizisinin dışında bir anlatı oluşturmaya çalışmanın zorluğundan da gelir. Bu ister arkadaşlar arası bir sohbette olsun, ister bir kitap incelemesi yazmaya çalışırken ya da karşılaştığın mütevazi bir kütüphaneyi hakkında kalem oynatmaya çalışırken. Biraz abartılı bir tutum gibi görülebilir, zira öyledir, inkara gerek yok. Bir de İran’ın ülkenin iç ve dış siyasetinin, özellikle şu son birkaç senedir görüp geçirdiklerinin gölgesinde acaba siyaset dışı bir şeyden bahsetmek garip mi olur, düşüncesi bu tedirginliğe ekleniveriyor. Tüm bunları yazdım ama bütün bahsetmek istediğim Kaşan şehrindeki mütevazi bir kütüphane olan Ketabkhune-i Zarrâbi’ydi.
Bulunduğu çevreye bakıp da nereden çıktı bu kütüphane diye insana sorduran Zarrâbi’ye geçmeden bunca tedirginliğe sürükleyen memleketin Kaşan şehrinden biraz bahsetmeli sanırım. Peki, Tahran ile İsfahan arasında yer alan, İran’ın meşhur çöllerinden Merenceb’in yamacında, Deşt-i Kevir’in kenarında, İpek Yolu güzergahında bulunan; doğal olarak kervansarayları, kapalı çarşısıyla, boyamanın, dokumanın yüzyıllardır önemli uğraşlar olduğu, Safaviler döneminde ekonomik ve kültürel olarak zirvesini yaşamış, sonrasında yavaş yavaş önemini yitirmiş, depremlerle yıkılıp yeniden inşa edilmiş, İran’ın güllerinin, gül sularının menbaı, Kaçar modernleşmesinin önemli isimlerinden Mirza Taki Han-ı Emir Kebir’in sürüldüğü ve Bağ-ı Fin’indeki ölümüne kadar yaşadığı bu sürgün şehrinden, Kaşan’dan nasıl bahsetmeli? Tahran’ın kalabalığından, koşuşturmasından gelen kişiyi, sükuneti, rehaveti, havasının temizliğiyle karşılayan bu şehri nasıl anlatmalı? Herhalde en güzeli Sohrab’ın memleketi, deyip meseleyi halletmeli, Sohrab Sepehri’nin şiirinde de resminde de ismiyle, rengiyle görülen şehir, deyip bitirmeli herhâlde.
İran’a gittiğimden beri beni ziyaret edeceğini söyleyip, en nihayetinde bunu başaran muhterem refikim Sevgi için planladığım gezi işte bu şehr-i Kaşan’dan başlayacaktı. Sabah bu uğurda erkenden uyanıldı, yola çıkıldı, Tahran’a oldukça yakın, yaklaşık üç saatlik bir mesafedeki Kaşan’a varıldı. Bütün bir şehir birkaç senedir yoğun bir restorasyondan geçiyor.
Yezd, Kirman gibi çöle yakın diğer şehirlerde de görülen kendilerine has mimari üsluba sahip, kerpiç ve acur tuğladan yapılar ya yeniden inşa ediliyor ya restore ediliyor. Kaşan’ın turistik açıdan en çok ilgi çeken yerlerinden bazıları da bu restore edilip ve otel ve/ya da restoran olarak hizmet verdikleri gibi ziyaretçileri de kabul eden evler. Evler dediğime bakmayın, konak muhtemelen daha uygun bir ibare olacaktır; zira birkaç ailenin birden yaşayabileceği büyüklükte, birden fazla avlusu, binası olan yapılar bunlar. Manuçehri, Burucerdi ya da Tabatabai evleri bunlardan bazıları. Evleri ertesi gün gelecek arkadaşların da görmek istediklerini bildiğimiz için her biri bir diğerine benzeyen sokaklarda dolaşmaya karar verdik. Ama nereden bilecektim şehrin kendi halinde kalmayı başarmış, Kaşan’ın o büyük kapalı çarşısının bir uzantısı gibi duran sokaklarından birinde, nefeslenmek için ilişiverdiğimiz sekiden Zarrabi’yle göz göze geleceğimi.
Bir kütüphanenin olmasına ihtimal dahi verilmeyecek bir ara sokakta, önceki ihtişamın nişanelerinin gölgesinde kımıldanmaya çalışan bir mahallede, hani arayanların ancak bulabilecekleri bir yerde göze ilişen bir kütüphane. Malum olduğu üzere kütüphane yazan bir levhanın cazibesine kapılmak öyle pek de zor değildir. Biz de kendimizi kaptırmış halde, ikindi vakti geçmek üzereyken mütevazi kapıdan girdik. Hiç beklemediğim bir manzara ile karşılaştığımı itiraf etmeliyim. Ortada koca bir bakır kazan, çöl renkli acurlarla örülmüş kubbeler, yüksek duvarlarını çeviren alçak raflar… Ortadaki masada iki kadın: Kaşan Üniversitesi’nden bir hoca ile kütüphanede görevli genç. Kütüphanenin kapanmak üzere olduğunu söyleseler de bize oranın hikâyesinin anlatıldığı kısa videoyu göstermeyi, kütüphaneden bahsetmeyi bütün bunların gerçekleşmesini sağlayan kişi Huma Zarrabi’nin adını zikretmeyi ihmal etmediler. Huma hanım hem maddi yönden hem restorasyonun projesi ve mekânın kamu hizmetine tahsis edilmesi hususunda bu dönüşümün kilit kişisi gibi görünüyor. Daha sonra merak edip biraz araştırınca, yine Kaşan’daki başka restorasyonlarda da adının geçtiğini ve mimar Seyyid Ekber Helli ile çalıştığını gördüm. Bu iki isim Kaşan’ın mimari dokusunun muhafazasında önemli işler yapıyorlar. Kaşan’ın kültürel varlıklarını koruma ve restore ile ilgili hangi habere baksanız ikisinin ismine denk gelmek işten bile değil. Bir kadının, bir şehrin kültürel varlıklarının tespiti, muhafazası, restoresi ve kamuya kazandırılması hususunu kendine ödev addetmesini ve -“İran gibi bir yerde”yi özellikle demeyeceğim- bunu başarıyla gerçekleştiriyor oluşu, Zarrabi kütüphanesinin bahsedilmeye değer bir mekân oluşunun en önemli sebeplerinden.
- Artık sanat ve İran çalışmaları ihtisas kütüphanesi olan mekân, Safavilerden kalan bu mahalledeki kullanılmadığı için harabeye dönen renk-rizi(ip boyama) atölyelerinden birisi. Daha önce bahsi geçen koca kazan da reng-rizi işleminin esas nesnesi olunca, mekânın hafızası görevini yüklenen obje olarak kütüphanede konumlandırılmış, bunu kitap rafların dayandığı duvarlarda göze çarpan, atölyelerde boyanan yün ipleri asmak için kullanılan kancalar için de söylemek gerekir.
Kütüphane, mekânın aslıyla inatlaşmadan karakteristiğini muhafaza ederek, onun sadeliğine gölge düşürmeden, mekânı en uygun şekilde dönüştürmeyi başarmış. Okuma alanını artırmak adına rafların sıralandığı duvarların çıkmaları oturma alanı olarak düzenlemiş. 3 bine yakın olan kitapların tamamı İran çalışmaları, edebiyat, tarih, sanat, kültür, mimari, sosyoloji, antropoloji alanlarından. Yani Safevi dönemi mimarisinde kubbenin kullanımı ve aydınlatma ile ilgili bir çalışmayı eline alan kişi bahsedilen kubbenin altında o sayfaları karıştırıyor olacaktır. Ya da Kaşan’ın sosyo-ekonomik yapısının şekillenmesinde dokuma ve dokumacılık üzerine bir kitabı, onun bir parçası olan atölyeden devşirilen bu mekânda okuyor olacaktır, Sohrab’ın resimlerinin olduğu albümü karıştırırken, o sarı rengin yukarıdaki acurların rengine ne kadar da benzediği fark edilecektir. Yazmaların muhafaza edildiği, meşhur hattatların meşk nüshalarının olduğu bir kütüphane değil elbette, ama bu raflarda prestij kitapların yabancı dillerden kaynakların, çoğu baskısı tükenmiş eserin, tıpkı basımların olduğunu belirtmek gerekir. Mesela, kütüphanenin rafları arasında ne zamandır aradığım Neşr-i Tarih’in bir kere basıp bir daha basmadığı kitaplardan Resail-i Kaçari’nin Seyyid Cemaleddin Vaiz-i İsfahani’nin “Rüya-yı Sadıke”sini gördüğümde duyduğum şaşkınlığı ve heyecanı unutmam mümkün değil. Mekânın İran çalışmaları ve sanat alanlarında ihtisas kütüphanesi olarak hizmet vermesini mümkün kılan bu kitaplar da yine restorasyonun ve kütüphanenin hamisi Huma Zarrabi tarafından vakfedilmiş.
Kaşan’ın Derb-bağ mahallesinde eski reng-rizi(ip boyama) ve şi’r-bafi(ipek dokuma) atölyelerinin arasındaki bu sevimli kütüphaneden, ertesi gün yeniden uğrayıp hiçbir şey yapamasak bile hayatında soluklanmak üzere ayrıldıysak da bir daha gitmek nasip olmadı.
Zarrabiler
Huma Zarrabi’nin kim olduğunu merak edip biraz bakındığımı itiraf etmeliyim. Pek bir bilgiye ulaşamasam da, Zarrabi ailesinin Kaşan büyük ailelerinden olduğuna dair kütüphanede geçen kısa bir bahis merakımı celbedince en azında aile ile ilgili birtakım bilgiler edinmek mümkün oldu.
Batı Azerbaycan ve civarından, hâlâ Hoy ve Tebriz’de olan Kürk aşireti Dunbulîlerden olduklarını Safeviler döneminde Kaşan’a gelip burada mukim olduklarını, Zendiye döneminde şehrin darphanesini bu ailenin deruhte ettiğini ve dolayısıyla ailenin isminin de buradan geldiğini (ضرابی/ضرابخانه), Meşrutiyet döneminin önemli isimlerinden Melekü’ş-Şuara-yı Bahar’ın da bu aileden olduğunu öğrendim mesela. Huma Zarrâbi’ninse Kaçar ricalinden, şair, ressam, hattat Mahmud Han Melekü’ş-Şuara-yı Sabâ’nın torunlarından olduğu gibi Farah Pehlevi’nin yakınlarından olduğu rivayetini de eklemeliyim.