Keşfedilmeyi bekliyor. Evet, o şehir!
Doğup büyüdüğüm şehirle barışmam için, bir başka şehir için yazılmış nefis bir kitabı okumam gerekti. Mitat Enç’in Uzun Çarşının Uluları kitabından bahsediyorum. Kitabı üstelik, taşranın yeterince boğucu, olağan dışı biçimde sıkıcı ve gönülsüzce dönen iki değirmen taşının öğüttüğü akmayan bir zamanın dekoru saydığım bir dönemde okudum.
İlkokul biter bitmez yatılı okumak üzere otuz bin nüfuslu Karaman’dan, büyükşehir olan Konya’ya gitmiş ve tatilleri saymazsak bir daha da dönmemiştim. Dönsem ne olacaktı ki?
Doğru dürüst limonata bile yapamayan birkaç pastanesiyle, Conan’ları bile bulamadığım açık tek gazetecisiyle, içinde kaybolma imkânı olmayan tek caddeli çarşısıyla, eli yüzü düzgün bir sineması dahi olmayan sıkıcı bir şehirdi.
Ayakkabı almam gerektiğinde babamın ihvanı olan bir dedenin dükkânına uğrar, onun bıktıran ve demode tavsiyelerine kulak verir, sonunda da kimseyi memnun etmeyen bir kundurayla oradan ayrılırdım.
Usturasını duvara çivilediği bir meşinle bileyen, bahar gelince kapısının önüne koyduğu kovayı ürkütücü sülüklerle dolduran Berber Hasan, benim kendisine anlatmaya çalıştığım yeni moda saç stilini duymazdan gelir, Erbakan Hocalı sohbetin içinde saçımı kendisinin ve babamın üzerinde anlaştıkları biçimde kesiverirdi. Her köşe başından, ağız tadıyla sigara içirtmeyen bir akraba çıkar, bu kasaba irisi şehrin dedikodusu, kulak çekmesi, akıl vermesi eksik olmazdı. Uzun hikâye.
Büyükşehirdeki kolejde okuyan bir yeni yetmenin, her yaz tatilini bu boğucu iklim içinde geçirmektense, kendisini eve yeni kitaplarla, son dergilerle ve havalı albümlerle kilitlemesini anlamak gerekiyordu.
Belediye kütüphanesi daha açılmamıştı, kırtasiyelere hâlâ kitapçı deniyordu. Dükkândan kaytarmışsam, bahçede de işim yoksa, kitaplardan oluşan bir dünyanın içine kendimi canlı canlı gömer, mahalle arkadaşlarımın arasına onlarla bazı taşra hoşlukları (pis bir derede yüzmek; kahvede bilardo oynamak; Petek Pastanesi’nde Wang Yu’lu vidyolar izlemek vb.) yapmak üzere karışmak yerine, bu renkli ve büyükşehirlere layık gizli dünyanın içine çekilmeyi yeğlerdim.
Bir kitap okudum ve...
Ta ki Mitat Enç okuyana kadar. Bu kitabın Antep hakkında olması ve benim o güne kadar Antep’i ne görmüş ne de merak etmiş olmam da ayrı bir skandal elbette.
Enç, Antep’i, Antep’in çarşısını, ev düzenini, sokaktaki insanları, taşranın küçük rezaletlerini ya da büyücek dedikodularını anlattıkça, ben benim küçük şehrimdeki her şeyin ve herkesin bir kitabın konusu olmalarına değecek nelere sahip olabildiklerini anlıyordum.
- Evet, kitap Antep hakkındaydı ama aynı zamanda Karaman, Erzurum ya da Niğde hakkındaydı da. Ve ben kitabı okudukça, Enç’in iştahla ve muhakkak bir sevgiyle anlattığı o dünyanın anlatmaya değer yanlarına onun gözünden şahit oldukça, kendi şehrimdeki anlatmaya değebilecek yanları da keşfetmeye başlıyordum. Evimin içinde ya da sokağımda yaşanan küçük ve önemsiz öykülerin gölgelediği bir esrarengiz dünyanın görüntüsü gözlerimin önünde beliriyor gibiydi. Aydınlanıyordum.
Şöyle düşünüyordum: Yazar, Antep’in insanını, çarşısını, esnafını, meczubunu, ev hâlini anlatıyor. Ama ne anlatmak! Okudukça esnaf olmadığıma, meczup olmadığıma, yüz sene önce hayatta olmadığıma, Antepli olmadığıma hayıflanıyordum. Ne kadar zengin bir şehir, ne renkli, ne hikâyeli. Ama hemen ardından, aslında orada anlatılan ne varsa hemen hepsine benzeyen olayların etrafımda döndüğünü, aynı ev düzeni, aynı çarşı kaideleri, aynı esnaf şakaları ile çevrelendiğimi fark ediyordum. Antep benim için bir aynaya dönüşüyordu.
Hayatta hemen her şeyi anlamayı o şeyi sevmeye borçluyuz gibime geliyor artık. Ben de bu küçük şehri anlamayışımı sevmeyişime borçlu olduğumu, sevmeye başlayınca nasıl hızla anladığımı fark ederek idrak ettim.
Birdenbire, sevilmeye pek layık, hatta sevilmesi çok kolay bir şehrin içinde olduğumu nasıl olup da fark etmediğime hayıflanmaya başlamıştım.
Çarşıdan başladım
Babam esnaftı ve ben bir esnaf muhitiyle çevrelenmiştim. O bakımdan evvela çarşıya, bizim “uzun çarşı”mızı görme ümidiyle baktım. Eski çarşının merkezini oluşturan Attariye Camii civarında, sırasıyla Kunduracılar, Külahçılar, Demirciler,Bakırcılar, Semerciler, Helvacılar gibi sokaklar bulunduğunu hayretle gördüm. Burası bu düzeniyle eski mesleklere atıflarla bezeli ve bu mesleklerin bin yılı devirmiş ahi geleneklerine sıkı sıkıya bağlı esnafıyla muhkem bir iklimdi.
Aslında kendisine her zaman en sıkıcı işlerin yüklendiği evin büyük oğlu olarak, helvacılar çarşısına defalarca gitmişliğim, öğle yemeği için ekmek arası beş liralık helva kestirmişliğim vardı. Ama şimdi yepyeni bir göz ve sevgiyle bakınca, büyük camekânların arkasındaki mermerin üstünde yatan helva kütleleri bende bir angarya duygusunu değil, şehrin ruhaniyetiyle burun buruna gelme duygusunu uyandırıyordu.
Susamı tarladan seçip, su değirmeninde öğütüp, tavalarda iki kere kavurup, halis şekerle helva yapan emeği ve beceriyi gözlerim yaşararak fark ediyordum. Dedeleri de helvacı olan hâlihazırdaki helvacı gençler bende kanaat, işe sarılma, alın teri, helal rızık gibi yücesinden birçok erdemi birden temsil etmeye başlıyordu. Sadece helvacılar için değil, çarşıdaki birçok eski meslek erbabı için benzer duygularla doluyordum.
Bu dikkatle, aslında çocukluğumdan itibaren girdisini çıktısını bildiğim çarşıyı merakla dolaşmaya başladım. En iyi bildiğim yerlerden biri, küçükken yazları dükkânlarında çıraklık yaptığım dayımların boya dükkânlarının bulunduğu yer olan Gazipaşa Bedesteni’yle, kendi dükkânımızın bulunduğu Eski Garaj civarıydı. Sokak ve mahalle isimlerine dikkat ederek gezmeye başladım. Açıkça saltanatlı, hakikatli ve ahice olan sokak isimleriyle karşılaşıyordum: Mansur Dede, Nefise Sultan, Siyahser, Valide Sultan, Alişahane, Sekiçeşme, Mümine Hatun, Koçak Dede, İmaret, Kazalpa, Ahiosman.
- Uzun hikâye ama şu kadarını söyleyivereyim: Bu saydığım mahallelerin hemen hepsi en az beş yüz yıllıktı. Hepsinin hikâyesi vardı: “... Dede” ismiyle anılan mahalleler çeşitli tarikatların şeyhleri ve onların o mahallede kurdukları tekkeleri sebebiyle bu ismi almışlar; Siyahser (Türkçesi Karabaş), yine ismini meşhur bir Halveti şeyhinden almıştı. Kazalpa, Gazi Alp gibi gözlerimi yaşartan bir ismin evrilmiş hâliydi vs vs. Önümde, bir dünya açılıyor gibiydi. Mümine Hatun (ki Hz. Mevlana’nın annesidir) Camii’nin aslında Karaman Mevlevihanesi olduğunu anladım. Avlusunda o güne kadar pek az merak ettiğim derviş hücreleri vardı. Haziresi çeşitli türden derviş ve dede mezar taşlarıyla doluydu. Caminin içinde mevlevihanenin hizmetinde bulunmuş dedegan ve çelebi sülalesi mensuplarının mezarları bulunuyordu. Avludaki beş yüz senelik çınarı bile böylece ve neredeyse bir anda fark etmiş oldum.
Karaman’ın eski mahallelerinde envaiçeşit mescit, hâlâ işleyen küçürek hamamlar, bazılarının su akıtmayı sürdürdüğü çeşmeler vardı. Mesela eski bir Rum mahallesi vardı. Türk evlerinin kerpiç düzenine karşın, kesme taştan yapılmıştı. Ev içlerindeki yüklükler, tavan süslemeleri, o güne kadar dikkatimi çekmeyen sekiler, sofalar, sundurmalar bir anda dikkatimi ele geçirmişti.
Şehirde günlük olarak tematik geziler yapmaya başladım. Kale civarındaki eski evler, Karamanoğlu devrinden kalma her biri birer şaheser olan Hatuniye Medresesi, Siyahser Camii ve Tekkesi, İmaret Külliyesi (ki benzersiz ahşap kapısı İstanbul’daki Türk İslam Eserleri Müzesi’nde sergilenmekte), demirciler ve bakırcılar çarşısı. Bir yandan da şehir ve tarihi hakkında okumaya çalışıyordum.İnsan malzemesini keşfetmek
Bu dikkat beni Karaman’daki eşrafı oluşturan bazı aileleri merak etmeye ve onlar hakkında araştırmaya, içlerinden kısmen tanıdıklarımı daha yakından tanımaya yöneltti. Gördüm ki, aslında hemen her şehirde bir diğer şehirdekine benzeyen ve ahilik, Türk töresi ve tasavvufun birlikte şekillendirdiği bir dünya görüşüne teslim olmuş bir hayat tertibatı var.
Adı konmamış toplumsal kurallar, her çocuğun on altı on yedi yaşına kadar bellediği teamüller ve bunları biçimlendiren kanaat önderleri var. Bakırcılar çarşısının Nizamettin Usta, Yahya Usta gibi kıdemlilerini Kadiri dergâhındaki zikir halkasında ter içinde görmemi sağlayan bir düzenden bahsediyorum.
Bu merak ve tetkik sürecini tamamlamış değilim. Hâlâ bazı ön araştırmalar yaparak, sınırlı tatilim için birkaç günlüğüne gittiğim bu küçük şehri gezmeyi sürdürüyorum. (Bu keşfi başlatanın bir kitap olduğunu ve keşfi derinleştirmenin yolunun yine kitaplardan geçtiğini hatırlatmak isterim. Kitap demişken, Anadolu’nun birçok şehrinin olağanüstü bir çalışma ve tecessüsle tarihini yazan İbrahim Hakkı Konyalı’nın Karaman Tarihi yıllarca elimden düşmedi.
Konyalı merhum, Karaman, Ereğli, Konya, Niğde-Aksaray, Şereflikoçhisar, Alanya, Erzurum, Akşehir, Kilis gibi şehirlerin, hem de beşer altışar yüz sayfalık tarihlerini yazdı ve kültürel ve turistik envanterini çıkardı. Şimdi Konyalı’yı kim hatırlar? Ve her seferinde yeni bir keşifle dönüyorum.
- Mesela onlarca sene ilgi alanıma tam girememiş olan, Karaman Müftülüğü yapmış, son dönemin Nakşibendi şeyhlerinden Mehmed Kudsi Çakılcı’yı yakından keşfettim (kendisi anneannemin babalığıdır), hatta 2014 senesinde hakkında bir kitap bile yazdım. Aslında bu keşif, taşradaki ilmiye, sufiyye sınıflarının yakından bir incelemesini olduğu kadar, yakın tarihin İstanbul ve Ankara’daki bazı siyasi çatışmalarının taşradaki uzantılarını takip etmek açısından da öğreticiydi.
Zaman içinde Anadolu’daki her şehirde, benim ucundan kıyısından ve orada bizzat yaşamadığım için de kısmen uzağından yürüttüğüm bu keşfi, içeriden ve yakından sürdüren, o şehrin delisi olmuş bazı mahalli yazarların, dergicilerin, gazetecilerin, arşivcilerin bulunduğunu gördüm.
Yıllara yayılan bir dikkat ve ilgiyle, yaşadıkları şehrin izlerini nasıl sürdüklerini takip ediyorum. Ama üzülerek söylemeli ki, ne taşrada (yani kendi şehirlerinde) ne de merkezde, bu isimsiz ve adanmış kültür insanlarının tam olarak takdir edildiklerini söylemek mümkün.
Şehrime bu ilgim olmasaydı mesela, benim yolum da, Karaman’da İmaret gibi nefis bir şehir kültürü dergisi çıkartan Burhan Yemiş, Yunus Özdemir, Şeref Acar gibi arkadaşlarımla kesişmeyecekti.
Uzun Çarşının Uluları kitabını ilk okuduğumdan bugüne kadar Rize, Sivas, Erzurum, Diyarbakır, Konya vb. başka birçok şehre dair kitaplar da okudum ve okumayı sürdürüyorum.
Değişen bir şey yok: Her bir şehrimiz, bütün tahribata, yıkıma ve erozyona rağmen keşfedilmeyi bekliyor.
Özellikle bu meseleye ilgi duymayan okur yazar arkadaşlara, kendi şehirlerine karşı serin durmak yerine, oranın folklörünü, etnografyasını, arkeolojisini, mimarisini, insan malzemesini ve florasını, bir yerinden başlayarak keşfe girişmelerini öneririm. Bunun ne heyecan verici bir serüven olduğuna kendileri bile şaşıracaklar.
Mesela benim sıradaki hedefim, dedemin Karaman’da bir zamanlar uğraştığı gazozculuğun izini sürmek olacak. Sizce de çok merak uyandırıcı değil mi?