Kente ayaklarımızla dokunuyoruz
Şehri görmüyor, duymuyor, tatmıyor, koklamıyor ve dokunmuyoruz ama onun içinde yaşıyoruz. Yani her geçen gün gelişen, büyüyen, değişen kentle aslında gerçek bir bağ da kurmadığımızı söyleyebiliriz. Yaşadığımız mekânı beş duyumuz üzerinden algılamaktan çok uzağız. Peki bir kente nasıl dokunulur? Sanatçı ve mimar Sinan Logie, kentlere ayaklarımızla, yürüyerek dokunduğumuzu söylüyor. Kendisi de İstanbul’a ayaklarıyla dokunmak için yürüyor. Bu noktada akılarda bir soru daha beliriyor: Sadece bir yerden bir yere varmak için yürürken yaşadığımız yere gerçekten dokunmuş sayılır mıyız? Logie’yi atölyesinde ziyaret ederek, yürümek, dokunmak ve kentle kurduğumuz bağ üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Dokunmak beş duyumuzdan biri. Peki sizce dünyayla ilişki kurma çabası içinde dokunmak nasıl bir yer tutuyor?
Dokunma duyumuz vücudumuzun tümüyle birlikte, yani bir sistemin içinde çalışıyor. Onu çoğu zaman ellerimiz aracılığıyla kullanıyoruz. Bizi hayvanlardan farklılaştıran konu da tam olarak burası. Baş parmağımızı kımıldatabilme yeteneği, onunla farklı cisimleri tutabilmemiz, dokunarak hissedebilmemiz; bu silah da olabiliyor, kalem de. Kentlere ise ayaklarımızla dokunuyoruz. Her ne kadar bu dokunma eyleminin arasına ayakkabılarımız girse de topoğrafya ve coğrafyayla ayaklarımız üzerinden bir ilişki kuruyoruz. Ancak motorlu taşıtların gelişmesiyle son yüzyılda kentleri kullanma biçimimiz epey değişti. Tarih boyunca kentsel planlama aslında yayalar için yapılmıştı. Oysa şimdi hızlanan, sıkışan zamanda ve mekânlarda durmadan bir acele içindeyiz. Daha az yürüyoruz ve dokunma farkındalığımız da azalıyor. Çünkü insanlar artık bir yerden bir yere varmak için yürümüyorlar. Bilimsel çalışmalar bize gösteriyor ki, kalabalık kentlerdeki bu hız stres oranımızı artırıyor. Bu noktada 20. yüzyılın sanat pratiklerine bakmak bana iyi geliyor: Dada, sürrealistler ve sitüasyonistler gibi sanatçı kolektiflerinin kenti yeni varoluṣsal deneyim alanı olarak bu eylemi yürüme üzerinden kurgulamaları çok özgürleṣtirici. Yürüyerek kentin bilinçdıṣını okumaya çalıṣmak birden alıṣkanlıkları kırıyor.…
O zaman, a ve b noktası arasında yürümek değil de gerçekten kaybolarak yürümek söz konusu olabiliyor. Farklı bir tempoya giriyoruz, gündelik hayatın acelesi ve stresinden arınıp kendimize ait bir tempo ile bir tür meditatif gezgin haline dönüşüyoruz. Walter Benjamin’in Pasajlar eserinde bahsettiği “flanör” tanımını bu noktada hatırlatabiliriz.Yürüme eylemi esnasında sürüklenerek, kaybolarak poetik, metaforik açıdan kentin bilinçaltı katmanlarına ineriz.İş yerimiz ve evimizden kaçarak gittiğimiz, ama tükettiğimiz, eğlendiğimiz mekânlardan farklı noktalara gelince farklı da gerçeklikler görüyoruz ve bu bizi empati kurmaya itiyor. Yürürken Beyoğlu gibi merkez bölgelerin arka sokaklarına, organize sanayi bölgelerinin çeperlerine ulaşıyoruz ve oralarda işçi sınıfının veya küçük ticaret işleriyle uğraşan insanların oturduğu evleri görüyoruz. Sokaklar arasında kaybolup kentin çekim alanlarıyla yüzleşirken, dönüşümü sosyolojik açıdan okumaya başlıyoruz. Harita üzerindeki tasniflerde, yani istatistiklerde şu mahalle eğitimli bu mahalle değil şeklinde genel yargılara varılıyor ama işin gerçeği öyle değil. İstanbul çok katmanlı bir şehir ve ben içine her girdiğimde şaşırıyorum. Bu şehirde sürpriz yaşamadığım gün olmuyor diyebilirim.
Tablolarıma dokunulması beni rahatsız etmiyor
Mimarlık eğitimi almış bir sanatçı, bir ressamsınız. Dokunmak üzerine düşünüyor, çalışmalar üretiyorsunuz. Mimarlık, sanat ve dokunma arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?
Mimari tasarım bedene hitap eder ve çok sayıda standarda sahiptir. Örneğin mimar Ernest Neufert’in beden ölçüleri, masa, basamak, iskân vs. yükseklikleri gibi bir külliyatı vardır. Alman ekolünden gelen bu külliyat, mimarları sistemik mekânları sıkıştıran bir tasarım anlayışına iter. Geçtiğimiz 50-60 yılda öklidyen geometriden kurtularak, kompleks matematik formlarla beden, mekân ve zihin üçgeninde ilişkilerin nasıl olduğunu açıklamaya çalışan, deneysel mekânları tasarlamaya yönelen mimarlık ekolleri de ortaya çıktı. Yani bütün sistemler değişebiliyor, mekânlar zihnimizi psikolojik boyutlarda şekillendirebiliyor ve çevremizle kurduğumuz ilişkileri de etkiliyor.
Mimari tasarım gerçekten çok ciddi bir sanat. Burada etik ve sorumluluk boyutu da var. Ben dokunma meselesinin ve mekânın bedenle nasıl ilişki kurduğunun mimari tasarım için çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Resim sanatı tarafından bakarsak insanlar sergilerde resimlere dokunmak isterler ve bu genelde yasaktır. Oysa tablolarıma dokunulması beni rahatsız etmiyor. Çünkü resimleri yaparken ben bazı dokular yaratıyorum, bu da insanlarda dokunma isteği yaratıyor.
İstanbul tarihsel tüm katmanların iç içe yaşadığı çok özel bir yer
Peki konuyu yaşadığımız şehre getirelim… Sizce İstanbul’a dokunmak ne kadar mümkün?
Aslında duyularımız sandığımızdan daha kısıtlıdır. Bazı frekansları duyabiliyoruz, bazı ışık dalgalarını görebiliyoruz ama bizim algılamadığımız bir sürü gerçeklik var. İstanbul’un altındaki tarihi katmanların da bir atomik gerçekliği var ve o katmanların elektronlarıyla bir şekilde karşılaşıyoruz. Onlarla titreşimler üzerinden iletişim halindeyiz ve aramızda bir bağ kuruyoruz. Duyularımızın işitemediği, algılayamadığı bir boyutta olduğu için farkında değiliz ama Romalıların bu şehirde soluduğu oksijen moleküllerini biz de soluyoruz. Zaten dünyanın kendisi böyle bir döngünün içindedir. İstanbul tam olarak bu açıdan büyüleyici bir kent. Ben Tarihî Yarımada’ya her adım attığımda tüylerim diken diken oluyor. Palimpsest katmanların hâlâ okunur olması çok özel. Surların, tarihi kalıntıların üzerine inşa edildiği için insanların tarihe saygısızlık olarak yorumladığı bazı yapıları doğrusu ben çok hoş buluyorum. Bütün bir şehrin müze gibi dokunulmadan saklanması bana göre gerçek değil ve bir noktadan sonra sıkıcı olabiliyor. İstanbul tarihsel tüm katmanların iç içe yaşadığı çok özel bir yer. Atina veya Roma gibi değil. Bence İstanbul tarihi kentler içinde çok farklı bir noktada çünkü her katmanı doğrudan görebiliyoruz.
Bir kenti sevmek, birine âşık olmak gibidir
Şehre nasıl dokunulur ve bir şehre dokunmak neden önemlidir?
Ben bir kente dokunmak için şu ana kadar yürümekten daha iyi bir metot bulamadım. Bir de çok sevdiğim tarihi binalara gidince duvarlara dokunuyorum. O dokunma istediğimizin altında biraz önce de bahsettiğim gibi herhalde maddeyle, elektronlarla bir bağ kurma isteği, en temelde de sevgi var. Bir kenti sevmek, birine âşık olmak gibidir. Birini severken de bir şehri severken de beş duyu devreye girer. Onun sesini işitmek, öpmek, dokunmak istersiniz. Şehirlerle, mekânlarla böyle bir bağ kuruyoruz.
Birini sevdiğinizde konforunuzu ön planda tutamazsınız, ona emek vermelisiniz. Yani bu şehri de sadece tüketirseniz, sadece arabanızla otoyollarında gezinirseniz o kentle hiçbir zaman bağ kuramazsınız.
Bildiğiniz gibi artık dünya nüfusunun yarısından fazlası şehirlerde yaşıyor. Dokuz bin yıldır yavaş yavaş inşa ettiğimiz bir kentleşme kültürü bizim tabiatımız olmuş durumda. Kentlerin çeperindeki doğa ise artık doğal değil çünkü elimizle yıllarca yonttuk, diktik ve biçtik. Artık sanal gerçeklik ve normal gerçeklik arasında bir yerdeyiz.
Bir röportajınızda paleolitik dönemde, mağaranın duvarına ellerini bastırıp izini çıkaran insanlarla bugün kaykayla kayarken şehrin zeminini hissetmek arasında bağ kuruyorsunuz. İnsan hep dokunmak ve bunun deneyimlerini hissetmek mi istemişti?
Borneo Adası’ndaki mağara resimleri arasında el izleri de var. Binlerce yıl önce atalarımız ellerini mağaranın duvarına koyup, üstüne pigment püskürtmüşler. Yani orada olduklarını göstermek istemişler.
Benim kişisel kaykay maceram Ankara’da küçük yaşlarımda başladı ve 30-35 yıl o pratiği sürdürdüm. Kaykay pratiğimle, tarih öncesinde Polinezya Adaları’nda dalga sörfü yaparak onu bir tür dinî tören ve ritüele çeviren insanlar arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum. Orada kabilelerin kraliçe veya kralları en iyi sörfçüler arasından seçiliyormuş. Kaykay da buna benziyor ve yürümeye göre biraz daha tehlikeli, orada kontrollü olmalısınız. Yürüyüşteki gibi flanörlük gibi algılarınızı açmıyorsunuz zihninizi yoğunlaştırmanız gerekiyor. Bu durum farklı bir ilişki kurmanızı sağlarken hafızada da farkı izler bırakıyor.
Gezdiğiniz şehirlerde yürümenin yanında kaykayla kaymak gibi bir çabanız da oluyor mu?
Onu gençken yapıyordum. Bir yere giderken özellikle kaykayımı alıp orada ne yapabileceğimi test ederdim. Bir şehre dokunmak için yürümek ve kaymak isterdim.
Bir duyuyu tek boyuta indirgemek bizi tatmin etmez
Dünya ve beden ilişkisinin kaybolduğunu, kaybolmaya başladığını söyleyebilir miyiz? Bunun nedeni nedir?
Bugün teknolojik aygıtlar bizim protezlerimiz oldu. Telefonumuzla evden çıkmadan yaşayabiliyoruz. Scooter kullanan tanımadığımız insanlar kapımıza bütün dünyayı getirebiliyor. Teknoloji kötü değil, hatta harika bir şey olabilir ama önemli olan bir denge bulmak. Bir duyuyu tek parmağa, tek boyuta indirgersek, o boyutta hiç kimse zihinsel olarak kendisini tatmin edemez. Örnek vermek gerekirse: Ben yıllardır resim ile uğraşıyorum ve bir noktada o bile yetmediği için iki yıldır müzikle de ilgilenmeye başladım. Bir şey öğrenmek emek ister ve bizi insan olarak en çok tatmin eden şey de tüketmek değil öğrenmektir. Tüketmek daha kolay çünkü bütün sistem onun üzerine kurulu olduğu için de vazgeçmek zor olabiliyor.
Çalışmalarınız mimarinin ana ekseninden farklı olarak insan odaklı. Bizim nelere ihtiyaç duyduğumuzdan bahsediyor, tam da bu noktalardan besleniyorsunuz. Peki mimari, hayatımıza dokunmak için bir araç mı? Bu mümkün mü?
Bu mesele beni mimarlık okuduğum günlerde çok heyecanlandırırdı. Mimarlığın insanların hayatına dokunabilmesi ve hayatlarını iyileştirebilmesi... Sistemin içinde bunu uygulamak her zaman mümkün olmuyor. Ancak son yıllarda birkaç pencere açmayı başardım. Bunlardan biri Emrah Altınok, Ece Sarıyüz ile Maltepe’deki Gülsuyu Mahallesi’nde gönüllü olarak kentsel tasarım yapmak oldu. Bölgenin kentsel dönüşümünde mahalle derneği ve Maltepe Belediyesi’nin imar ofisi arasında âdeta bir arabuluculuk görevini üstlendik. Mahalle sakinleri ne istediğini bilen, eğitimli insanlardı ve belediye de sağ olsun bizi dinleyerek hareket etti. Böylece hem bazı çizimleri hem de imar plan notlarını değiştirebildik. Orada insanların hayatına dokunabilmek benim için çok değerliydi. Bizler şanslıyız. Sonuçta varlıklı bir aileden gelmiyorum ama yetiştiğim coğrafya ve okuma olanaklarım, evimde bir buzdolabım ve internet bağlantım olması beni muhtemelen dünyanın en şanslı 200 milyon insanı arasında konumlandırıyor. Bu noktada mimarlık hizmetlerine erişemeyen insanların ücretsiz biçimde buna ulaşmasının sağlanabileceğini düşünüyorum. Nasıl ki avukat tutamayan birine kamu ücretsiz bir avukat atıyorsa, mimarların da topluma bu şekilde gönüllü hizmetler vermesi gerektiğini düşünüyorum. Bu hem toplum hem de mimarlar için oldukça öğretici olacaktır.
Bir şehre dokunmak bize ne kazandırır ve öğretir?
Bize şehirle barışık olmayı ve insan olduğumuzu hatırlatır.
Son olarak geçtiğimiz ay büyük bir deprem yaşadık ve 11 ilimiz maalesef büyük yaralar aldı. Çok sayıda insanımızı kaybettik. Konumuza bu bağlamda yaklaştığımızda, bir deprem şehre dokunma pratiklerimizi sıfırlar mı? Şehrin dokusu tamamen değişir mi?
Maalesef yaşananlar hepimiz için çok derin bir üzüntüye neden oldu. İstanbullular olarak bir fay hattının kenarında yaşıyoruz. O durumu yaşayanlar bizler de olabilirdik, diye düşünmeden edemiyoruz. O soğukta dışarıda uyumak, yaşama tutunmaya çalışmak… Bunları hayal etmekte dahi zorlanıyoruz. Akılcı çözümler ararken karşımıza gelen bir örnek var: Japonya son yüz yılda deprem meselesini çözmüş bir ülke. Üstelik İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra nerdeyse tamamen yıkılmış, erkek nüfusunun büyük çoğunluğunun yok olduğu bir toplumdan söz ediyoruz. Coğrafyalara göre kültürler değişiyor ve o kültürlerde insanların davranışları, mesleklerine olan yaklaşımları farklılaşıyor. Doğrusu Akdeniz coğrafyasında bir rahatlık var ve belki de o rahatlığı sevdiğimiz için burada yaşıyoruz. Hatta bahsettiğim bu rahatlık başka kültürlerden insanlara da cazip geldiği için buraya gelip ve tatillerini buralarda yapıyorlar. Batı’nın aşırı performatif mühendislik ve bilim üzerine kurulu yaşam biçimi, evet belki depreme dayanıklı ama, yaşamak için de çok sıkıcı. İnsanlar orada birbirlerine dokunmuyorlar çünkü birisine dokunsanız size taciz davası açabilir. Bunun yanında bizim de başka problemlerimiz var. Örneğin, matbaacı arkadaşlarım Türkiye’de birinci kalite hamur kâğıdın yapılamadığını çünkü elektrik gücünün yetmediğini söylüyor. İnşaat sektöründe aktif olarak çalışan arkadaşlarım da depreme dayanıklı C35 beton kalitesinin yine ülkemizde üretilemediğine dikkat çekiyor. Bu kalitede betonu üretemiyorsak kentleşmeyi de ona göre düzenlememiz gerekiyor. İlla yüksek binalar yapmak zorunda değiliz. Mesela ayrık yapı nizamı nereden çıktı, bilmiyorum. Akdeniz havzasını gezdiğimizde hep bitişik nizam binalar görürüz ve bu toprakların geleneğinde de bu vardır. Bu hem dış cephe miktarını azaltır hem de binaların daha alçak olmasını sağlar. Artık gerçekten oturup, uzmanlara da kulak verip tekrar bu planlama meselesini ele almak lazım. Her coğrafyaya ve iklim koşullarına göre de imar planları üretmenin vakti geldi. Bugün Türkiye’nin her yerinde gördüğümüz bu kentsel doku, kopyala yapıştır bir mantığın bütün coğrafyaya yayılmasının sonucudur. Dünyada son yüzyılda en hızlı kentleşmiş ülkelerden biriyiz, bununla övünebiliriz de... Bu nedenle her seferinde dünyanın en iyi imar planını çizecek vaktimiz olmamış da olabilir. Ama bu Akdeniz rahatlığı dediğimiz şeyden de bir ara kurtulmamız lazım. Rahatlık ve tembellik arasında da ince bir çizgi var ve bunu düşünmemiz gerekiyor. Kişisel olarak tabii kendimi çok zayıf ve kırılgan hissediyorum, bu olağanüstü durum karṣısında. Elbette kenti yürümeye ve belgelemeye devam edeceğim, ama bunun yanı sıra akademik alanda daha da titiz, ve yöneticiler ile daha fazla iṣ birliği içinde olmamızın gerektiğini düṣünüyorum.