Kavak yeli esende
Anadolu coğrafyasında, çocukluk ve gençlik dönemiyle bütünleşen kavak, doğum ve büyümenin mümessili sayılmış. Pek çok yerleşim yerine de ad olarak konmuş. Özümüze ve sözümüze esenlik bağışlayan ağacın, gönlümüzde ayrı bir yeri var. Öyle ki, kavak kelimesini ağaç yerine dahi kullanmışız; kâğıt mendile selpak dememiz gibi. Bu kadim dostluğun mührü misali, dünyanın ikinci büyük kavak ormanı, yurdumuzda arzı endam etmekte: Samsun ilinin Terme ilçesinde.
Anadolu’nun kalender meşrep doğal bitki örtüsündendir kavak. Genellikle tarla kenarı ve türküde işaret edildiği gibi su boylarında salınırken rastlarız ona: “Dere boyu kavaklar/Açtı yeşil yapraklar.” Görmediklerimiz, gördüklerimizden daha çoktur belki de. Bir hayırlı iş için toplanmışlardır. Çocuğunu evlendirecek aile, uzun endamlı kavaklarını satmış ve kendi yağıyla kavrulup düğün dernek etmiştir.
Anadolu’da, yeni doğana kavak çeliği dikilmesi, yakın zamana kadar sürdürülen geleneklerimiz arasında geliyor. Çocuğun her bastığı yaşta, yenisi ekleniyor. Bazen, doğduğu sene çokça dikilerek, iş bir kerede tamama erdiriliyor. Genç anne, hayal ederek ninnisini söylemeye başlıyor böylece: “Hop hopun olsun oğlum/Gül topun olsun oğlum/Sıralı kavak dibinde toyluğun olsun oğlum.” Kavak ile sabi birlikte serpilecek ve bir neslin ektiğini bir nesil biçecektir. Nice ulu ağaç, saati gelince bir nevi kirvelik eder. Sayesinde bir gelir elde edilir, belki başlık parası ödenir; belki evin damı yenilenir ya da meskene ilave yapılır; belki de soba harlanıp ev halkı ısınır. Ağacımız beklenen vakit çatana dek, delikanlılık hallerini anlama ve anlatmaya da, hal diliyle yol gösterir.
Toy delikanlının başında kavak yelleri esende, devran sürme çağı gelmiş demektir. Âşık Ruhsati’nin buyurduğu gibi: “Gençlik elde iken sürün devranı/İhtiyarlıkta devran sürülmez imiş.” Malum rivayettir a: “Dünya gençten gence, dinçten dince”dir. Dadaloğlu da aynı telden dem vurur: “Değip on beşime kendim bileli/Severim kıratı bir de güzeli.” Eğer genç, ele avuca sığmayıp ana babayı üzerse, şu atalar sözü, gönülden yük almaya yetişir: “Başını sallamadık kavak olmaz.”
- Kanın damarda delice aktığı bu çağda, ileriki yaşlara ait alametlerin görülmesi, işlerin yolunda gitmediğinin habercisi sayılır. Bir Urfa türküsünde geçen ak saç, dem süremeyişin kara haberi diye anılır: “Daha gençken benim yaşım/Ağarıyor saçım başım.” Şu Kıbrıs türküsü de, aynı derde su taşır: “Konma bülbül konma çeşme başına/Bu gençlikte neler geldi başıma.” Gençlikte neler gelmez ki başa! Kimine, kefen dahi biçilir. Kabına sığmayan delikanlı, bir kabre konur da yürekleri dağlar; nice âşığın sazının telini titretir.
Hadisenin can yakıcılığı, bilhassa annenin tasviri üzerinden hissettirilmiştir eserlerde: “Alan çayırlarında kanlıca mezar/Söylemeyin anneme aklını bozar.” Çanakkale Türküsü’nün nakaratı, iki kelimeyle yüreğe işler: “Gençliğim eyvah!” Gençlik demek, hayatın gümrah dönemi; ömrün baha biçilmez sermayesi demektir çünkü. Bu sebeple, “Mevla sıralı ölüm versin.” diye dua edilir. Türkülerde, ölümün sıra gözetmeyişi de vurgulanmıştır: “Ağlama a ninem ben gidiyorum mezara/Girdim de mezara çıkmam dünyü yüzüne.” Acının derinliği, bazen nesne üzerinden yansıtılır: “Yülekli baltaya verdim gençliği.” Az sözle ne çok anlam ifade edilmiştir burada; bileylenmiş baltanın anılması, başa geleni ziyadesiyle hissettirmektedir. Can yakan bu ayrılığın avuntusu ise, kederin kendi içinden verilir ki, genç ölümünün teselli kaldırmadığı söylenir böylece: “Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar/Anne benim sol yanımda sancı var/Ben ölürsem bende daha genci var.” Kavağımız bu kez, hal diliyle genç ölümünü fısıldamaktadır.
Anadolu coğrafyasında, çocukluk ve gençlik dönemiyle bütünleşen kavak, doğum ve büyümenin mümessili sayılmış. Pek çok yerleşim yerine de ad olarak konmuş. Özümüze ve sözümüze esenlik bağışlayan ağacın, gönlümüzde ayrı bir yeri var. Öyle ki, kavak kelimesini ağaç yerine dahi kullanmışız; kâğıt mendile selpak dememiz gibi. Bu kadim dostluğun mührü misali, dünyanın ikinci büyük kavak ormanı, yurdumuzda arzı endam etmekte: Samsun ilinin Terme ilçesinde.
Ulu kavağımızın köklerini derinlerde buluruz: Orta Asya’da. Mesela, bir Altay destanı olan Kozın Erkeş’te, kahramanın babası ihtiyar Ak Bökö, yedi dallı demir kavağın ağladığını görünce dünyadan ayrılma vaktinin geldiğini anlar. Çıktığı avdan hemen döner ve ahir ömründe dünyaya gelen oğluna bir isim koyar: Kozın Erkeş. Eski dünyanın insanı için, yeryüzü bir emsal karar hükmündedir.
- Anadolu’daki en yaygın anlatı, sanırım secde eden kavakla ilgili olanı. Farklı rivayetleri nakledilen efsaneye göre, bir genç hanım pınardan testisini dolduruyormuş. Bir de bakmış ki, kavak ağacı secde ediyor. Gördüğünü ev halkına anlatmak istemiş. Lakin gelene kadar ağaç secdeden doğrulur düşüncesiyle, onları inandırmak için bir yol düşünmüş önce. Başındaki yazmasını, ucuna bağlayıvermiş. Evdekiler gelip, ağacın tepesinde çemberi görünce, dediğine inanmışlar. Söz konusu anlatı, kavağı yücelten bir örnek olmasının yanında, delilin değerine işaret etmesiyle de önemli.
Millet olarak kendimizi bulduğumuz anlam dünyasıyla, aramızda mesafeler var şimdi. Kavak ağacı, imgesiyle beraber kurumaya yüz tuttu. Hayat tarzımız değişti. İnşaatlarda ahşap tercih edilmediği için, büyük ölçüde kullanımdan düşmüş durumda. Soba kullanımı azaldığından, odun yakma ihtiyacı da neredeyse kalmadı. Ancak, mobilya sektörü tarafından aranıp soruluyor. Yani, ticari bir metaya dönüşmüş halde. Dolayısıyla, manevi bir bağdan söz etmek mümkün değil. Küçük yerden göçün hızlanması neticesinde ise, bin yıllara dayanan dostluk bağı, hızla çözülmeye başladı. Tarlalar ekilmediğinden, hudut belirlemek için de dikilen kavaklara ihtiyaç duyulmuyor. Bir temaşa vesilesi olan kavaklık seyri de, unutulacaklar listesindeki yerini alıyor böylece.
Sözlü kültür unsurlarına günlük hayatımızda yer açalım ve şehirlere kavak dikelim desek, ağacımız baştan kaybediyor. Çünkü yerleşim yerine uygun bir yapı taşımıyor. Zaten küçük yerlerde dahi, tarla kenarları tercih edilmiş ekseri. Geçmiş döneme baktığımızda, selvinin gölgesinde kaldığını görüyoruz. Mesela, bir hayal unsuru olarak divan şiirinde kullanılmamış. Yazılı şiirimizle yıldızı barışmayan ağacımızın, günümüz kentleriyle de anlaşması mümkün görünmüyor. Pamukçuk oluşumunu engellemek için erkek kavak klonları dikilse dahi, yüksek binalar sebebiyle, ağacımız yeli ancak rüyasında görebilir. Ona da yazık! Zaten, taşıma suyla değirmen nasıl döner.
Hasılıkelam, “Başında kavak yelleri esmek” deyiminin, günlük hayatta gözle görünür bir karşılığını bulma ve yaşatma imkânımız yok gibi. Bir deyim daha aramızdan ayrılacağı günü bekliyor. Ama mümbit topraklarımız yeniden ihya edilirse, söz varlığımızın da ihya olacağını ümit edebiliriz. Böylece, hayata yüklediğimiz anlam zenginliği içinde kavağımız da hal diliyle, bize bizi anlatmaya, gençlikten dem vurmaya devam eder yine.