Kars’a gitmek için Kars’a gidilir
İlk kez burada gördüm, adına peç denen ısıtma sistemini. Aslında, iki duvarın kesiştiği noktada kalın bir kolon içine yerleştirilmiş birer şömineden ibaret. Ama dışarıda iç içe silmelerden oluşan yuvarlak kemerli alınlıkları yok mu, o kara binaların süsü olmuş âdeta.
Bir şiirin dizelerini takip eder gibi başladı Kars yolculuğum. Ben kısa bir uçak yolculuğunun ardından Kars’a varacağımı düşünürken bir günü devirdim Kars yollarında. Şair boşuna dememiş Kars’a uzun gidilirdi diye... Ben bir şairin dizelerinden, babamın adından, annemin çocukluğundan bir rüya devşirdim. Şiirin Cemal Abi’si benim babamdır. Kars benim memleketimdir.
Hani diyorlar ya, Kars’a gitmek için Kars’a gidilir, öyle yol üzerinde filan karşınıza çıkmaz. Hele kışın yola çıktıysanız uçsuz bucaksız bir beyazlığı göze almanız gerekir. Reha Erdem’in, karla kaplı düzlüklerin arasından bata çıka şehre varan Kosmos’u gibi. Bir şeylerden kaçıyor gibidir bu yarı meczup yarı şaman anti kahraman. Yaklaştıkça daha bir uzaktır sanki Kars. Sahi herkes Kars’a bir başka yerden kaçarak mı gelir? Ağlayan bir şamanın adımlarını izlemek… Bilmez miyim; ağlayarak bir şehre varmak, o şehre aşk getirir. Tevrat’ın diliyle konuşur Kosmos, bir şehrin ıssızlığını dağıtır âdeta; “Çünkü aşk hastasıyım ben, Sol eli başımın altında olsun, Sağ eli beni kucaklasın” der.
Oysa aşk badesi içenlerin sonunda kavuşma olmaz. Ak sakallı bir derviş midir, yoksa Hızır mı Karslı âşıkların rüyada gördüğü; aşk dolusu mudur tasların içindeki mayiler? İlk Allah aşkına içilir bade Hızır’ın elinden. Sonra üçler, beşler, yediler, kırklar aşkınadır. Son bir tas Sevgili’yedir. Sonra uzun bir uykudur, beklemede. Ta ki âşığı bir saz uyandırıncaya kadar. Karslı Âşık Tüccarî dile gelir; söyler.
- Biz de nûş eyledik ‘mim-ya tasından’
- Bade içtik güzellerin hasından
- Yâr giyinmiş hasından
- Elvanlı libasından
- Ağız püste, dil anber
- Mis kokar reyhâsından
- Biçare Tüccarî, aşk belâsından
- Dest-i bûs ediben damana düştü.
- (Alıntı: Metin Turan, "Kars Halk Edebiyatı", Kars, "Beyaz Uykusuz Uzakta")
Şehirde önce Kosmos’un adımlarını takip ettim. Bir şamanın şefkatli dokunuşuyla ilk, bir minibüsün ücret çizelgesinde karşılaştım. Öğrencilere ve çıraklara indirimli yazıyordu. Âşıkların çıraklığı bundandır dedim. İyilik, Kars’ı kar gibi kuşatmıştı. Kâh sarkıtlardan sakınarak kâh dizlerime kadar gelen karın içinde bata çıka yürüdüm. Bir âşıklar kahvesine varmadan, filmde Kosmos’un sığındığı terk edilmiş o belediye binasına düştü yolum. Sanki kırk yılı aşkın bir Rus işgalinin tüm griliği, sınırda ve uzak bir kentin sesi olmuştu taşlarda. Bazen bazalt taşından bazen Karslıların kevek dediği andezitten yapılmış binaların arasında, Ermeni ustaların çekiç seslerini duyuyordum. Barok’tan Kafkas mimarisine, hatta Art Nouveau’ya her bir ayrıntıda neler saklı acaba? Birbirini dik kesen geniş caddelerin her bir yanına dağılmış bu binaların Kars’ın ıssızlığını çoğalttığını düşündüm nedense. Ruslar dönemin bazı devlet binalarını sarı ve beyaza boyamışlar; askerî bir sınır şehrinin pusunu dağıtmak ister gibi. Oysa Rus ressam Victor Vasnetsov’un fırçasından Kars nasıl da sarı sıcak. (“Kars’ın Alınması” tablosu, 1878)
Bir de soğuk kış gecelerinin Kars’ı vardır. İlk kez burada gördüm, adına peç denen ısıtma sistemini. Aslında, iki duvarın kesiştiği noktada kalın bir kolon içine yerleştirilmiş birer şömineden ibaret. Ama dışarıda iç içe silmelerden oluşan yuvarlak kemerli alınlıkları yok mu, o kara binaların süsü olmuş âdeta. Peç deyip geçmemek lazım; İsmail Habib Sevük’ün kaleminden ayrı bir güzel anlatılmış arada kalmışlığımız.
"Kars’taki Çarlık Rusya’sının şarka karşı nereye kadar ayrılıp garba karşı nereye kadar gidebildiğini onların ‘peç’ denen sobalarından anladım. Bu uzun kışlı beldelerde eski bir ‘tandır’ kullanmışız. Ruslar ‘peç’i getirmişler. Peç şarkın tandırından ileri, fakat garbın kaloriferinden geri. Biz iki garplılığın küheylanına bir şehsüvar gibi atladık; ne gerideki tandır, ne ortadaki peç; hızımızın parolası en ilerdekiler." (Alıntılayan: Burcu Yılmaz. Kars, "Beyaz Uykusuz Uzakta" kitabı içinde)
- Cemal Süreya “Kars” şiirini, Kars’ı görmeden yazmış. Utanırım der; Rimbaud’un “Sarhoş Gemi”yi denizi görmeden yazmasıyla avunur. "Akşamları eve doğru, beş yaşında ve annemin elinde fener, yürürken, yıldızlar Kars'a doğru gidiyordu sanki" diye yazar. Malum, Kars’ı bilmese de Kars’a giden yolları bilmektedir.
Ben de Ani’ye gitmeden Kars’ı yazamazdım. Köylülerin sürüleri, köpekler ve kazlar; yol boyunca bir tek onlar vardı. Sonra ufuk çizgisinin bile kaybolduğu bir beyazlığın içinden Ani göründü ansızın. Harabeler arasında zorlukla yürüdüm. Büyük Katedral’in çatısından yağan karı seyrettim bir süre. Sonra Manuçehr Camii’nin penceresinde durup soluklandım. Yarı donmuş Arpaçay’ın ayırdığı halkları, bir zamanlar iki yakayı birleştiren İpek Yolu köprüsünün nelere tanıklık ettiğini düşündüm. Sahi çocuklarda geçmiş midir o köprüden? Şairin dediği gibi "Kars çocukların da Kars’ı”.
"O şiir aslında bir yerde Kars'ı anlatan değil, Kars olmuş bir şiir." Cemal Süreya öyle diyor. Bir şiirin dizelerinden, bir başka şiirin dizelerine yolculuktu yaşadığım. Burada insanlar şiirden, romandan daha yalın, daha alçak gönüllü. Orhan Pamuk, Kars’ın fısıldayabileceği hikâyelerden çok, içimizdeki hikâyeleri keşfetmeyi salık vermiş anılarında. Bence Kars’ın anlatacağı daha çok şey var. Önce Kars’a gitmeli.
Bir de, ben göremedim ama Leyla ile Mecnun heykeli duruyor mu hâlâ?