O sırada yani 2006 yılında bir araştırma şirketinde sahada çalışıyordum ve İstanbul’da Süleymaniye semtinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi için bir saha çalışması yapıyorduk. Belediye, Süleymaniye semtini ele geçirmiş olan atölyelerden kurtulmak istiyordu.
Sosyal Bilimlerde Metot derslerinde öğrendiğim neredeyse bütün araştırma metotlarını saha çalışmasında uyguluyordum. Anketler, mülakatlar yapıyor, bu endüstrilerde çalışan kişilerle birçok odak grup çalışması yürütüyordum.
Sekiz tane mahalle araştırma kapsamındaydı. Bir gün araştırma ekibinden birisi “Sen gitme oraya” diyerek beni korumak istedi, ekipteki erkek sosyoloğun o mahalleye gitmesini rica etti. “Gitme” denilen mahalleyi merak ettim ve Küçükpazar bölgesi ile tanışmam o şekilde gerçekleşti.
İstanbul’da yaşayan biri olarak daha önce de o mevziden geçmiştim ve oluk oluk akan erkek kalabalığını görmüştüm, ama o bölgenin zaten yerel halk tarafından bir mekân olarak bu özelliği ile yani bekârların “yattığı” hanların, bekâr odalarının, bekâr evlerinin yoğun olması ile zaten bilindiğini, hatta yüzyıllardır şehre “bir atlama taşı” olarak işlev gördüğünü, ilk defa bu şekilde öğrenmiş oldum.
Ülke göç şekilleri ve tarihi ile ilgili bir aydınlanma yaşadım. 2008 yılında bu sefer tezim için bölgede dolaşmaya ve araştırmaya başladım. Bölgede yaşayan bekârların dünyasına girişim öbür araştırmadan tanıdığım muhtarlar dolayısıyla gerçekleşebildi. Önceki araştırmadan tanışıklıklarım bölgedeki değişik erkek grupları tarafından kabul edilmemi sağladı.
Daha ilk günden itibaren çok yoğun bir şekilde araştırmanın bana hissettirdiği şey: Ben kadındım! Ve bir kadın olarak nereye gidersem gideyim, erkekleri o mekân içinde rahatsız ediyordum. Sadece erkeklere has, “male only” mekânlarında istedikleri gibi otururlarken benim gelmemle toparlanmak zorunda kalıyorlardı ve onların konforlarını bozuyor, rahatlarını kaçırıyordum.
Üzerime çuval da giysem kadındım, saçımı da kessem kadındım. Başı açık bir kadın olarak benimle paylaştıkları şeyler eğer başı kapalı bir kadın olsaydım büyük ihtimalle değişecekti, benimle belki de dinî konularda sohbet etmeye başlayacaklardı.
Eğer erkek olsaydım benimle çok daha başka konularda sohbet edecek, belki de belli konularda bana rakip olacak, benimle yarışacaklardı.
Dolayısıyla bedenim ben konuşmadan konuşuyor ve iletişimin önünde bir engel teşkil ediyordu. Daha sahaya adımımı atar atmaz öğrendiğim ilk şey bu oldu: Araştırma sonuçları kişilerin cinsiyetlerinden bağımsız değil.
Sosyal bilimlerde yöntem konusunda sosyoloğun cinsiyeti sahada kendisine avantajlar mı yoksa sınırlandırmalar mı yaratır, en önemli tartışmalardan biri de bu olmuştur.
Tamam, kültürel-sosyal özelliklerimiz, kullanılan dil, ideolojiler ve siyasi tercihler ve sahada izlenen ilişkiler de data toplama ve yorumlamayı etkiliyor ama bizim cinsiyet kimliğimiz diğer değişkenler, örneğin yaşımız, görüntümüz kadar hatta belki de daha fazla önemli oluyor.
Dolayısıyla içinde bulunduğum kadın bedeni içinde erkeklik çalışmak hiç de kolay olmadı. (Bunun tersi de elbette ki geçerli: Kadınlık çalışan erkekler de aynı tecrübeleri yaşıyorlar.) Teorik anlamda tezimde cinsiyet ve mekânın kesiştiği alana yoğunlaştım. Bu alana genellikle mimarlar ve coğrafyacılar ilgi duymuş.
Mekân ve cinsiyet ilişkisellik içinde: Yani mekânlar cinsiyetlendiriliyor, cinsiyetler de mekândan etkileniyor. Memleketin hatta dünyanın binbir çeşit memleketinden bekâr evlerinin yoğun bulunduğu mahallelere yerleşen bekârlar şehrin binbir çeşit erkeklik biçimine buralarda tanık oluyorlar ve birkaç çeşit geçiş birden yaşıyorlar: kırsal alandan kente geçiş, kendi mahallî erkek kimliğinden daha ulusal bir erkeklik hâline geçiş. Küçükler için oğlan çocukluğundan yetişkin erkek olmaya geçiş.
Birçok erkeklik hâlinin birbiri ile yarıştığı mekânlar bunlar. Ülkemizde en bariz olanı da kahvehaneler. Bir mekânın adı ne olursa olsun, eğer orayı belli bir cinsiyet etkisi altına alıyorsa orası cinsiyetlendirilmiş oluyor.
Örneğin bir yerin illa kahvehane olması gerekli değil, erkekler bir araya gelir ve orayı “kahvehaneye çevirirler”, kadınlar da bir araya gelir ve orayı “kadınlar hamamına çevirirler”. Bizim toplumumuz, şehre çalışmak için gelen tek erkekleri bekâr odalarının bulunduğu bu mahallelere doğru yönlendiren bir sosyal yapıya sahip ve bir mekân olarak birçok büyükşehrimizde bu mahallelerden oluşan bölgeler oluşmuş.
Yani kahvehanelerdeki gibi sadece mikro düzeyde değil, makro düzeyde de, cinsiyet ilişkileri mekânı-şehirleri belirliyor. Yani bir belediye olarak, istediğin kadar şehir planlamacıları ile şehri planla, eğer içinde yaşadığın toplumsal yapıyı tanımıyorsan şehirlerdeki bu oluşumları hiç anlamayabilirsin.
Öncesinde çok az okuma imkânı bulduğum, tezimi yazma sırasında karşılaştığım erkeklikler literatürü açıkçası beni tam anlamıyla şok etmişti.
ODTÜ ve Bilgi Üniversitesi kütüphanelerindeki erkeklik ile ilgili kitapları masada önüme yığıp, neresinden tutacağımı anlamaya çalışırken, kendimi uçsuz bucaksız bir bilgi ummanının içinde nereye kulaç atacağımı bilemez bir durumda bulmuştum.
Çünkü uzun bir süre kadın hareketi içinde kaldıktan ve ODTÜ’de Kadın Çalışmaları bölümünde master sırasında kadınlık üzerine çok yoğun okuduktan sonra geldiğim noktanın bir nevi aşırılık olduğunu ancak erkeklik üzerine okumalar yaparken fark edebildim. Çünkü erkekler de eziliyordu!
Evet bence kadınlar hâlâ haklıydı, insanlık onuruna aykırı muameleye tabi tutulan milyonlarca kadın vardı ve elbette onların hakları için söylemler geliştirilmeli ve pratiğe aktarılmasında önayak olunmalıydı ve haklar literatürü de hak üzerinde düşündürtüyordu ama acaba yanlış giden neydi?
Ne söylendiği üzerinde insanları doğru dürüst düşündürtmeden, özellikle erkekleri “politically correct” konuşmaya zorlamak da bir çeşit baskı yaratmıyor muydu?
Bir baskıdan kaçarken, aşırıya gitmiş ve başka bir baskının kucağına mı düşmüştük? Her kadından bir “güçlü kadın” çıkarmak artık bir baskıya mı dönüşmüştü? İşte nihayet herkes “güçlü kadını” bağrına basıyordu, ama bu karambolde “kadın gücüne” ne olmuştu?
Erkeklikler literatürü geç başladı, geç fark edildi, çünkü ülkemizde ve dünyada cinsiyet meseleleri ile ilgilenmek uzun bir süre kadınlara bırakıldı. Bu “kadın bilim insanları” haklı olarak kadınlık konusundaki büyük bilgi açığını telafi etmek istediler ve erkeklik konusunda çalışmakta isteksiz davrandılar.
Kadınlığa dair tüm bilgiler Batılı erkek bilim insanları tarafından ve oldukça eksik/çarpıtılmış bir şekilde üretilmiş iken neden erkeklik çalışılsındı? Ne gerek vardı? Dolayısıyla, kadın ve erkeği birbirine karşı konumlayan ikili karşıtlıklar üzerinden analizler yapıldı, hâlbuki feminist düşünce bilim dünyasında tam da buna karşı çıkmak üzere yola çıkmamış mıydı? Neredeyse bütün çalışmalar, tam olarak böyle demese bile, soyutlandığında, kadınların uğradığı adaletsizliklerin tek suçlusunun erkek olduğunu söylüyordu.
Hâlbuki başlangıçta, modern bilimin hakikatin tekliği iddiasına karşı olarak, kadın olarak kendi hakikatinin erkek bilim insanları tarafından anlaşılmadığını ve toplumda bir iyileşme sağlanamadığını söyleyerek yola çıkılmıştı. Sonrasında, beyaz kadından farklılıklarını vurgulayan siyahi kadınlar, Müslüman kadınlar feminizme meydan okudular ve feminizmin de kendi hakikatleri üzerinde tekelleştirici bir söylem öne sürdüğünü söylediler.
Postmodern felsefenin hakikatin çoğulluğu düşüncesini feminist düşünce kendine felsefi temel olarak alıyor ancak paradoksal biçimde bununla modern hayat içinde yer bulmak istiyordu. Toplumsal cinsiyet üzerine çalışan çoğunluğunu kadınların oluşturduğu bu akademik dal kendi dünyasında çalışıyor, birçok yönden haksızlığa uğrayan-ezilen kadınların sorunlarına yönelik ürünler üretiyor ve devletin uygulamalarına sahada etki etmeye çalışırken, sahadaki toplumsal hareketliliğin de etkisiyle bir aktivizme yol açıyor.
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım