Simone Weil, Avrupa ve dahi tüm dünyanın üstünde kara bulutların dolaştığı, sıkıntıyla beraber fikriyatın da güçlendiği, ideolojilerin insanlığın o anki tarihine yön verdiği, büyüsü bozulmuş ve lakin hırçınlığı artmış bir çağa gözlerini açmıştı. Yahudi kimliği dolayısıyla vatanını terk etmek zorunda kalan yazar, düşünce sathında da pek çok farklı durağa uğradı.
Simone Weil, yüzeysel bir şekilde gözden geçirildiğinde bile merak uyandıracak, ilk olarak böylesine kısa sürmüş, içine birçok çalkantı ve savrulmayı sığdırmış bu fütursuz hayatın süzgecinden neler geçtiğine dair bizi ilgiye sevk edecek bir yaşam öyküsüne sahip.
Kendi ifadesiyle liberal ve seküler bir Yahudi ailede dünyaya gelen Weil, henüz çocuk denecek yaşlarda Rusya’da kopan Bolşevik devrimden etkilenir ve ilk gençlik yıllarını heyecanlı bir komünist devrimci olarak geçirir.
Fransa’daki komünist çevrelerde duyulan adı, kendini adadığı devrimin mimarlarından Troçki ile tanışmasına, hatta Stalin rejiminin sürek avından kaçan Troçki’yi bir süre Fransa’da saklamasına vesile olur.
Fransa’nın en önemli okullarından biri olan Ecole Normale Superieure’ün felsefe bölümünden mezun olan Weil, kısa süren öğretmenlik kariyerinin ardından soluğu işçilerin çalışma şartlarını daha yakından tecrübe edip, onların mücadelesine destek verebilmek için madenlerde alır.
Çocukluk yıllarından beri hassas bir bünyeye sahip olan Weil, madenler ve fabrikalarda geçen seneler yüzünden daha da artan sağlık sorunlarıyla yaşamının sonuna kadar mücadele eder.
Ardından anarşistlerin safında, Cumhuriyetçiler için mücadele vermek üzere İspanya İç Savaşı’na katılır. Savaşın ardından kısa süreliğine Paris’e döner, fakat yaklaşan Nazi tehdidi dolayısıyla önce Fransa’nın güneyine, ardından da, Nazi karşıtı mücadelede yer almak üzere, Charles de Gaulle’ün İngiltere’deki Fransız diasporasına katılmak üzere ömrünün son günlerini geçireceği Londra’ya yerleşir.
Az zamana sığdırdığı bu çokça serüvenin arasında asıl büyük değişimi maneviyatında yaşar. Katoliklik inancına müntesip olur.
Öyle ki yaşamını çocukluktan beri sarıp sarmalayan bu mücadele ve zorluklar silsilesi, onun felsefesinde “talihsizlik”, “ızdırap” ve “acı” kavramlarının merkezî bir konumda olmasına sebep olur. Bu kavramlarla beraber, acıya boyun eğen bir umutsuzluğun değil, dünyada yaşanan hayatın ötesinde tabiatüstü bir bilincin varlığına duyulan inancın huşuuyla yeşeren umudun felsefesini yapar. Simone Weil felsefesi, ızdırap ve acı kavramlarına dayansa da, esasında bir umut felsefesidir.
Weil’ı çağdaşlarından ayıran ve belki de Batı düşüncesi içinde kıyıda köşede kalmış bir konumda kalmasına sebep olan bütün felsefesini Tanrı ile insan münasebeti, işbu münasebetin gündelik hayattan tefekkürün en derin sathına kadar olan serencamı üstüne kafa yorarak geçirmesidir.
Çağdaşı sayılabilecek, bir diğer Yahudi filozof Levinas gibi o da ahlakın peşindedir. Tabiata içkin ve ondan üstün olan hakikati keşfettiğinden beri, dünya hayatında çektiği tüm sıkıntıları, bir tür kutsal çilenin parçası olarak görür. Bunu da basit bir çilecilik tanımı altında yapmaz.
Antik Yunan düşüncesinden, ilk Hıristiyan metinlerine, Pascal’dan Roma İmparatorluğu’ndaki felsefi hayata pek çok fikrî arka planla düşünce sistemini şekillendirir. Doğa yasaları da, hastayken çektiği ızdıraplar da bu büyük arka plana dâhil olur ve ortaya bütünlüklü bir ilahiyat felsefesi çıkar.
Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler, Weil’ın felsefesine iyi bir girizgâh ihtimalini taşıyor. Adı üzerinde düzensiz olan bu düşünceler, kendi inanç dairesi içinde imana kavuşmuş bir zihnin, yaşadığı zorluk ve imtihanlar karşısında aldığı fikrî mevzileri açığa serip, günümüzde de dünyanın ve bireyin yaşadığı buhranlar karşısında, Batı’dan gelmiş olsa da esasında, bambaşka ve aşkın bir yerden konuşuyor.
Izdıraplarından doğan bir ihtişam yolculuğunun, meşhur tabiriyle “hakikat yolculuğu”nun, bambaşka bir coğrafya ve kültür havzasından gelmiş, parlak bir zihinde nasıl yansımaları olduğunu görmek de okumaya ve dikkate şayan oluyor.