İsmail Kara: Gerçek manasıyla grup, gelenek ve üslup, statü ve dil olarak ilmî otorite ve âlim yok artık Türkiye’de
Kopuş devrinin çocukları olarak kavramakta zorlandığımız pek çok mesele var. Âlim konusu da bunlardan biri. Yazdığı kitaplarda ve makalelerde izleğini kaybettiğimiz sorgulamalar için bize mühim kılavuzlar sunan İsmail Kara ile ilmin intikali, âlim-halk münasebetleri, ilmî otoriteler ve bugünkü ilahiyat akademisyenlerini merkeze alan bir söyleşi gerçekleştirdik.
Osmanlı’da bir ulema sınıfından söz ediyoruz ama bunun ne olduğu bütün yönleriyle pek de bilinmiyor gibi. Buradan başlayabilir miyiz?
Niçin olmasın. Osmanlılarda hem eğitim sistemi hem kurumsallaşma hem de üslup olarak kuvvetli ve yaygın bir ilmiye sınıfının, bir ulema grubunun varlığı tartışma götürmez. Ayrıca devlet katında, bürokraside, toplumda, zihniyet ve değer oluşturmada bugün anlamakta zorlanacağımız kadar çok etkiliydiler. Modernleşme dönemine kadar en etkili gruptular, desek başımız ağırmaz.
Devletin padişah ve sadrazamdan sonra üçüncü adamı şeyhülislam ilmiyeden; Anadolu ve Rumeli eyaletlerinin en üst kişisi kazaskerler ilmiyeden; kadıların, yargıçların tamamı ilmiyeden; saraydaki en üst görevlilerden padişah hocası, sertabip, müneccimbaşı, bazan nişancı, vakanüvis ilmiyeden; XIX. yüzyıla kadar eğitim sisteminin neredeyse tamamı demek olan medreseler bütünüyle ilmiyeden; bugün din görevlileri dediğimiz tabaka ilmiyeden vesaire. Bilgiyi her kademede onlar üretiyor, yayıyor, değerleri onlar inşa ediyor, savunuyor. Adalet, itaat, hak hukuk, ahlak, nizam gibi hem devlet hem toplum için temel kavramların esas kurucu, yorumcu ve yürütücüleri onlar.
Mahalle ve şehirlerin, köylerin merkezî kurumları olan camilerin, medreselerin, vakıf ve imaretlerin, mahkemelerin başında bulunanlar, halka en çok hitap eden, doğumda, düğünde, bayramda, hastalıkta, cenazede, yemede içmede, sohbette onlarla birlikte olan vaizler, hocalar, şifacı-okuyucular, yağmur dualarını idare edenler ilmiye mensubudur. Bazan tekkelerin başında bulunanlar da aynı zamanda ilmiyeden olur. Geride ne kaldı?
Bu ilmiye sınıfı içine girmek, onun içinde kalabilmek hangi şartlarla mümkündü?
İlmiye sınıfı diyoruz ama bu Batılı manada bir sınıf değil. Önünde duvarlar yok. Herkese açık. Osmanlılarda ilmiye ile askeriyenin kaynağı halktır, köylüdür. Bu bugün bile büyük ölçüde böyledir; üniversite hocaları ve muvazzaf askerler köy menşelidir.
Medrese büyük köylere kadar inmiş, nüfuz etmiş bir müessese olduğu için herkes o kapıdan girebilir. Sıbyan mektepleri ise neredeyse her mahallede, caminin olduğu her yerde var, çünkü mektebin hocası genellikle caminin hocası, ayrıca kız erkek bütün çocuklara eşit derecede açık.
Elbette medresenin de, burada verilen eğitimin de kademeleri var. En üst kademede eğitim almak için büyük şehirlere, meşhur hocaların yanına, İstanbul’a intikal etmeniz lazım. Belli bir düzeyde medrese eğitimini bitirenler hocasından icazet alır ve böylece talebelikten hocalığa, müderrisliğe, ilmiye sınıfına intikal eder. Naip ve kadılığa geçebilir, tekrar müderrisliğe dönebilir. Elbette başka görevler de alabilir. Bunların da dereceleri ve kademeleri var ama şeyhülislamlığa kadar önü açık.
Ders okutacak, talebe yetiştirecek, yargıda bulunacak, kadı aynı zamanda bulunduğu beldenin bir tür mülki amiri ve belediye başkanı da olduğu için yönetmeyi, idareyi öğrenecek, memleketi tanıyacak, halkla iç içe olacak, belli bir yaştan sonra da eser yazacak. Çalıştığı kadar olacak. Eh kader, talih de var tabii.
“İslam dünyasında ilmin ve felsefenin durduğu tezi oryantalist bir tahayyüldür”
Osmanlılar bir mirasın da takipçileri değil mi?
Elbette büyük bir mirasın takipçileri. Hz. Peygamber’e, ashab-ı suffaya kadar çıkıyor. Bugün anladığımız manada medrese sistemi ve ilmiye sınıfı büyük ölçüde Selçuklular zamanında, Nizamiye Medreseleri ile yeni bir merhaleye çıkıyor, devletle daha yakın yeni bir sistem kuruluyor.
Osmanlılar bu mirası devralıyor ve fakat her bakımdan geliştiriyorlar. Bu geliştirme kısmı önemli, çünkü XIX. yüzyıldan itibaren önce oryantalistlerin seslendirdiği sonra Müslüman aydınların da içselleştirdiği ilmin, felsefenin XII. yüzyıldan sonra İslam dünyasında durduğu, gerilediği tezi Osmanlı ilmiye sınıfını önemsiz, eserlerini ve sıçramalarını da tekrardan ibaret görüyor, öyle gösteriyor. Benim bir kitabımın konusu olan şerh ve haşiye aleyhtarı edebiyat da buradan çıkıyor.
Ne yazık ki bu zayıf ve empoze edilmiş görüş ilahiyat fakülteleri dâhil Türk ilim ve fikir çevrelerinde hâlâ hâkim görüş sayılır. Hâlbuki söylemin tarihi takip edildiği zaman açıkça görüleceği üzere bu iddianın, tezin esas itibariyle tasfiye etmek istediği yapı, sistem ve coğrafya Osmanlılar, Müslüman Türkler, Türkiye ve biziz.
Tekkelerden de bahsetmişken sorularımız arasında yer alan bir soruyu soralım: Osmanlı ilim telakkisinde ve ilmiye sisteminde tasavvuf nasıl bir yer tutuyor?
Geniş bir soru aslında. Her şeyden önce şunu söyleyelim; XI ve XII. yüzyıllarda Sünni İslam dünyasında, biraz da siyasi ve dinî birlik arayışları sebebiyle her biri müstakil ilim ve meşrep hâline gelmiş alanlar ve kurumlar arasında bir ilişki ve geçişkenlik tesis edilmişti.
Gazâlî ve eserleri bunun tipik bir örneği. Felsefe, tasavvuf, kelam, mantık, fıkıh usulü, dil ve edebiyat-sanat ilimleri ve diğer İslami ilimler, hepsi kendi istiklallerini muhafaza ederek birbiriyle ilişkili hâle geliyor. Kendi istiklallerini muhafaza etmeleri önemli, çünkü bu olmazsa ilim şubeleri geriler ve hatta ortadan kalkar, usul olarak yakınlaştığı bir diğerinin içinde erir.
Osmanlı ilmiye sistemi bu ilişkilendirilmiş yapıyı da devralıyor ve geliştirerek sürdürüyor. İlk Osmanlı medresesi olarak kabul edilen İznik Medresesi’nin kurucu ismi Davud-ı Kayserî’nin böyle bir sembolik tarafı var. Hem felsefeci ve kelamcı, hem vahdet-i vücutçu hem de tabii bilimlere üst düzeyde ilgisi var.
Bütün bu sahalarda ders okutup eser mi veriyorlar?
Elbette. Bugünkü ihtisaslaşma mantığıyla zor anlayacağımız bir şey bu. Kelam dersi okuttuğu veya kelam eseri yazdığı zaman onun metodolojisi, öncelikleri ve kavramlarıyla hareket ediyor, vahdet-i vücutçu koltuğuna oturduğu zaman o ilmin ve meşrebin gereklerini yerine getiriyor. Felsefe veya ilm-i nücum için de durum bu. Osmanlılarda böyle yüzlerce üst düzeyde âlim ve bunların kütüphanelerimizde duran binlerce eserleri var.
Tasavvuf dersi okutuluyor mu peki medreselerde?
Nizami olarak hayır. Böyle bir medrese dersi yok bildiğimiz kadarıyla. Ders olarak ahlak da yok. Fakat bu bütünüyle olmadığı manasına gelmez. Çünkü bir defa diğer derslerle irtibatlı bir mesele bu. Üçüncü kademede kelam veya hikmet dersi okutan üst düzeyde bir müderris tasavvuf meselelerine temas etmeden dersini kıvam düzeyde okutamaz.
Daha işin başında önündeki metinde geçen “Hakikate ulaşmanın meşru yollarından biri akıl ve istidlal diğeri keşf ve müşahede yoludur” cümlesini açıklaması ve okuttuğu dersle ilişkilendirip mukayese etmesi, tartışması lazım. İkincisi nizami dersler dışında koltuk dersleri, cami dersleri, ikindi dersleri denen dersler var. Bu derslerde doğrudan ahlak ve tasavvufla ilgili eserler okutuluyor.
Ayrıca Osmanlı tecrübesinde medresenin bitişiğinde veya yakınında tekke var; Mesnevi, Füsusu’l-Hikem, İhya, Şifa, Tarikat-ı Muhammediye okutan şeyhler var. Bu dersleri camilerde okutanlar da var. Ben 1969 yılında İstanbul’a geldim, Fatih Camii’nde hâlâ düzenli olarak İhya ve Mesnevi okutan hocalar, ehl-i tarik insanlar vardı.
Alimin toplumdaki fonksiyonu
Osmanlı âliminin halkla, toplumla, cami cemaatiyle arası nasıldı? Bunu biraz da “Ulema devlete göre konumlanmıştı” fikrini, iddiasını açmanız için soruyorum.
Bu iddia biraz ideolojik biraz da dönemsel bir şey, geriye doğru taşınamaz. Ayrıca iki taraftan birine yanaşmaya sizi mecbur ediyor. Bu tek tip çerçeve ile ilmiye sınıfı hiçbir şekilde anlaşılamaz. Bunu aşmak için elbette tarihî tecrübeden yola çıkarak yeni bir çerçeve geliştirdim.
Diyorum ki Sünni ulema neredeyse bütün tarihi boyunca üç temel konuda ortada –isterseniz denge noktasında diyelim- duran, bir yüzü ana kaynaklara, geçmişe ve devlete, bir yüzü halka ve geleceğe bakan bir yere, istisnai bir konuma sahiptir. Ulema Kur’an ve sünnetle, ilmî birikimle Müslüman bireyler ve toplum arasında ortada bir yerde durur. Kaynaklar ve yorumlar onun üzerinden büyük kalabalıklara intikal eder fakat halkın dönemsel yahut coğrafi ihtiyaçlarını ve arayışlarını görmek ve onları karşılamakla, yeni yorumlarla da mükelleftir.
İkinci olarak devletle tebaa arasında da ortada bir yerde durur. Devletten halka adalet ister ve taşır, halktan da itaat ister ve taşır. Daha da önemlisi adalet ve itaat kavramlarının çerçevesini o çizer, o kurar. “Adaletin olmadığı yerde itaat yoktur” fikrini ve meşruiyetini ilmiye kuracak ve yaşatacaktır.
Geçmişle gelecek arasında da ulema orta yerde durur. Geçmiş, öncekilerin ilmî mirası olmadan ulema vücut bulamaz, aynı şekilde geleceği hesaba katmadan da varlığını sürdüremez. Sadece nakilci değildir yani. Nakil kademelerden sadece biridir ve bu çerçevede önemlidir. Hâlde, bugünde duran bir âlim geçmişi hem tevarüs edip taşıyacak hem de içinde bulunduğu dönemin ihtiyaçları, talepleri ve meselelerine göre tevarüs ettiklerini yeniden harmanlayıp yorumlayarak, tenkit ederek geleceğe intikalini sağlayacak.
Bu ancak bugünü iyi kavraması ve gelecek tasavvuruna sahip olmasıyla mümkün olabilir, sadece geçmişi bilmek, geçmişe sarılmakla olmaz. Elbette bunların da kademeleri var. Her medreseli, her ilmiye mensubu bu üç fonksiyonu yerine getiremez, sadece nakille kalanlar elbette vardır.
Eski dünya için kademe, hiyerarşi ve çeşitlilik çok önemli. Tektip ve eşitlikçi gözlük kullanarak bunları yeteri kadar göremeyiz, göremiyoruz. Onun için nakilci, ezberci, devlete yanaşık deyip geçiyoruz, bu körlükleri artırıyor ve meseleyi anlamaktan uzaklaşıyoruz. “Bugün yola nasıl devam edeceğiz?” sorusunu da gelenekle irtibatlı hâle getiremiyoruz.
Mızraklı İlmihal’i neşretmiştiniz. Bugünse birçok “ilim adamı”nca Mızraklı ilmî sayılmıyor. Bu değerlendirme farkının sebebi nedir? Bununla bağlantılı olarak, Osmanlı’nın “halk kitapları”nı bizzat Osmanlı âlimi nasıl algılamıştı?
Eğitimli insanların, imam hatip ve ilahiyat tahsili yapanların çoğunlukla küçümseyerek geçtikleri Mızraklı İlmihal’i yayına hazırlamamın birçok sebebi var, bunların bir kısmına kitabın sunuşunda temas ettim. Birçok bakımdan, özellikle de Anadolu topraklarında ve kısmen Rumeli’de asırlara tahammül ederek gelen halk Müslümanlığının ana kaynaklarından biri olması bakımından çok önemli bir metin bence.
- Konuştuğumuz konuyla alakalı olarak şunları söyleyebilirim: Mızraklı İlmihal anonim bir eser, yazarı bilinmiyor. Fakat hem üslup hem dini anlatma tarzı olarak yaslandığı metin İmam Birgivi’nin ilmihali. Şimdi Birgivi üst düzeyde bir âlim. Halk için bir ilmihal yazıyor ve buradaki dini anlatma biçimiyle diyelim ki eğitimli insanlar için yazdığı Tarikat-ı Muhammediye’deki farklı. Kaynak kullanımı, öncelikleri, üslubu bambaşka. Hatta bu yüzden ilmihal Birgivi’ye ait olamaz diyenler var. Niçin? Çünkü tektip düşünüyorlar, onu yazan bunu yazamaz zannediyorlar. Bu yaklaşımla muhtemelen birçok şeyi anlamamızın yolu kapanıyor, kendimiz kapatıyoruz. Soruyu “İki, üç farklı metni nasıl yazıyor, niçin yazıyor?” diye sormamız lazım belki.
Unutmadan söyleyelim, halkın okuduğu, ezberlediği dinî muhtevalı metinlerin büyük çoğunluğu, belki tamamı ilmiye mensuplarının kaleminden çıkmadır. İlmihaller böyledir; Mevlid, Muhammediye, Envaru’l-Âşıkîn böyledir. Bugün Mevlid deyip geçiyoruz, maalesef meslektaşlarımız da geçiyor, bu metin sadece bir halk kitabı, bir siyer değil aynı zamanda bir felsefi metindir, döneminin tartışmalarıyla doğrudan irtibatlıdır.
Orada bir dünya tasavvuru ve çok ince işlenmiş bir dinî anlatım ve hissiyat var. İkisini, üçünü birlikte nasıl yapabiliyor ve asırlara hükmederek gelen bu başarıyı nasıl sağlıyor, bu dili nasıl kuruyor diye bakmak lazım. Bunun için de farkında olmak, önemsemek lazım…
“Bugün medrese geleneği ilim aktarımıyla sınırlıdır”
Osmanlı ilim geleneğinin Cumhuriyet döneminde devam edegelen ve etmeyen tarafları nelerdir? Osmanlı’dan Cumhuriyete neler intikal etti?
Osmanlı modernleşmesi medreselerin yanına mektepleri de koydu. Böylece eğitim ve zihniyet dünyası çatallaştı ama hem geleneksel hem modern olan, varlıklarını yan yana sürdürdüler, birbirlerini etkilediler, yer yer iç içe geçtiler yahut sürtüştüler. Medresenin, ulemanın itibar gören mekteplere daha sempatik baktığı da oldu.
İslam dünyasının büyük coğrafyalarında da böyle oldu. 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat, adına uygun olarak eğitimi birleştirmedi; büyük ve canlı bir ilim geleneğini ortadan kaldırdı. Bir tarafı tamamen budadı. Medreseler çökmüş falan da değildi ayrıca ama böyle gösterildi, bugün de böyle gösteriliyor. Böyle gösterenler arasında sadece aydınlar, Batılılaşmadan yana olanlar değil dün Cevdet Paşa gibi ilmiye mensupları da vardı, bugün de ilahiyat fakülteleri mensupları da var.
Cumhuriyet devrindeki ideolojik bir şeydir ve esas itibariyle İslam’ın paranteze alınmasıyla alakalıdır. Fakat olan oldu, ilmiye geleneği ortadan kalktı. 50’li, 60’lı, hatta 70’li yıllara kadar yaşayan ve bir kısmı ders okutup eserler veren âlimler de oldu elbette ama bunlar biten bir dünyanın insanlarıydı. Çünkü tevarüs mekanizmaları işlemiyor artık.
İlim geleneği için zaruri olan tevarüs mekanizması dediğimiz şey sadece düz bir bilgi aktarımı değildir, bunun içinde bir dil ve üslup, bir yaşama tarzı arayışı, toplum ve devlet içinde bir konumlanma, bir değerler ve tutumlar manzumesi de vardır. Bina, kıyafet, ders okuma biçimi gibi maddi unsurlar da… Bu manada tevarüs mekanizması olmadığı ve işlemediği için bugün Türkiye’de bir şekilde gördüğümüz ve sadece bir düzeyde bilgi aktarımıyla sınırlı kalan medrese tarzı eğitim çok sınırlı şeyler yapabiliyor.
Bugün toplumu ikna edebilen, giderek ona rehberlik eden bir ilmî otorite var mıdır? Mesela Diyanet’te, İlahiyat’ta?
Bu soruyu kimseyi rencide etmeden, ümitsizliğe sebebiyet vermeden nasıl cevaplayabiliriz acaba? Gerçek manasıyla bir grup, bir gelenek ve üslup, bir statü ve dil olarak ilmî otorite ve âlim yok artık Türkiye’de. En azından bence öyle.
Sizin sorunuzdaki âlim denilen kişiler cümleye “İslam’da ruhbanlık yoktur” diye başlıyor ve “İslam’da ulema sınıfı ve din adamı yoktur” diye devam ediyorlar. Hâlbuki bu söylem ulemayı, medreseyi tasfiye için, elbette laiklik fikrini yerleştirmek adına kurulmuş bir söylemdir.
Kimse bunun farkında değil. Yani İslami ilimlerle uğraşanlar kendi meşruiyetlerini ve değerlerini ortadan kaldıran bir söylemin savunucusu olabiliyorlar. Bu konuda uzun bir makale neşretmiştim Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde. Bu makalenin hayli gelişmiş hâli yeni çıkacak kitabımda yer alacak. İlgililer oraya bakabilirler.
Âlim denince sizin zihninizde hemen kim ya da kimler beliriyor?
Zor bir soru bu... “Bilemem eyleyecek hande midir, girye midir” demiş şair.
Küçük soruşturmalar yaptık. Özellikle gençlerden, bir âlim ismi vermelerini istediğimizde, zorlandıklarını gördük…
Bence haklılar. Çünkü âlim sadece malumat sahibi demek değil. Bir duruşa, bir eda ve sadaya, bir üsluba da işaret etmesi lazım. Medya ve medyatik hocalar da bu karışıklığa sebebiyet veren unsurlar arasında.
“Siyasi tartışmalar asıl meselelerimizi örtüyor”
Âlim ile ilahiyat akademisyenini mukayese etmek makul müdür? Bu mukayese bizi nereye götürür?
Zor soruları sona saklamışsınız… Sanıyorum âlim ile aydın arasındaki farkı iyi kavramak lazım. Bir de meşhur “aydın din adamı” var. Sade bir şey söylemek gerekirse birinin içeriden diğerinin dışarıdan baktığını söyleyebiliriz. Kur’an ve sünnete, dinî meselelere, İslami ilimlere bir araştırma nesnesi, bir tenkit ve tartışma alanı olarak bakmakla aynı meselelere bir usul ve adap çerçevesinde, bir gelenek ve birikim içinden, kendinin varoluşsal olarak irtibatlı olduğu bir manzume gibi bakmak aynı şey olmaz.
Neticeleri de aynı olmayacaktır. Bu çerçevede akademisyenler daha ziyade aydın tarafına düşerler. Türkiye’de âlim tarafı pek kalmadı veya çok zayıfladı diyelim. Fakat ara tipler, ara yapılar da ortaya çıktı. Bir vakıa olarak bunlara da bakmak ve belki imkân olarak değerlendirmek lazım.
Ben İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslam Enstitüsü’nde okudum. Tespit ve tenkitlerim aynı zamanda kendime, çok şey borçlu olduğum kurumlarıma dönük. Buralarda okuyanlar, bu çevrelerle münasebeti olanlar hatırlayacaklardır; hocalarımız bize “Çift kanatlı-iki cenahlı olacaksınız, öyle yetişeceksiniz” derlerdi. Bir kanadımız dinî ilimler, diğer kanadımız pozitif bilimler. Bu slogan aslında eskidir, Osmanlı-İslam modernleşmesinin ortaya çıkardığı bir söylemdir ve bütünüyle müspet bir şey olarak anlaşılmıştır. Psikolojik olarak da fena değil. Uç uçabildiğin kadar. Hâlbuki felsefi olarak çok problemli bir cümle bu.
Şimdilik bu problemlere girmeyelim fakat şu soruyu soralım: Bu iki kanatlıdan daha ziyade âlim mi çıkar yoksa aydın mı? Yoksa ara bir tip mi? Bunları derinliğine konuşamadık, hep öne çıkan sahte yahut suni, ideolojik problemler ve siyasi tartışmalar esas meseleleri örttü, bugün de örtüyor. Düşünsenize, Türkiye’de din eğitiminin, ilahiyatların o kadar köklü problemleri varken en son basına da intikal eden tartışma felsefe dersleri olsun mu, olursa ne kadar olsun hikâyesi idi.
Son bir soru: İlmiye ile alakalı yakınlarda bir kitabınız, bir yazınız çıkacak mı?
Bugünlerde büyük makalelerden oluşan bir kitabım yayınlanacak. Adı Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak-Çağdaş Türk Düşüncesinde Din, Siyaset, Tarih, Medeniyet. Dört bölümden oluşan hacimli bir kitap. Bir bakıma Din ile Modernleşme Arasında kitabının devamı.
Burada modern dönemde ilmiye meselelerine temas eden birçok yazı var. Biraz önce bahsettiğim “İslam’da Ruhbanlık Yok mudur!-Çağdaş İslam Düşüncesinde Dinî Otorite ve Ulema Karşıtlığı Üzerine Birkaç Not” yazısı da burada.