İnsanı tasarlamak
Lösemi hastası bir çocuğun ve ailesinin yaşadıklarını konu alan Kız Kardeşimin Hikâyesi ilk dakikasından itibaren alışılmışın dışında bir yönde akar. Olaylar, küçük yaştaki kızları Kate’in hastalığını öğrenen ve tabii olarak onun iyileşmesi için elinden geleni yapan ebeveynlerinin seçimleri etrafında gelişir. Film, tam da bu “elden gelenin”, tedavi için yapılabileceklerin bir sınırı olup olmadığına dairdir.
Genetik bilimi, son yirmi yılda birbirinden heyecan verici gelişmelere sahne oldu. Henüz klon koyun Dolly’nin doğumunun şaşkınlığını atamadan, İnsan Genom Projesi hızla gelişti. İnsanın gen haritası çıkarıldı, genlerin insan vücudunda hangi işlevlere karşılık geldiği tespit edilmeye başlandı. Genetik yaklaşımla, tıpta çığır açacak yeni bir dönemin başlayacağı müjdeleniyordu. Tıbbın artık tedaviyle uğraşmak yerine hastalık ortaya çıkmadan, hastalığın oluşması ihtimalini yok edebileceği umuluyordu. İnsandaki tek bir gene dahi müdahale etmenin veya değiştirmenin hayal ettiğimiz kadar kolay olmadığı zamanla anlaşıldı anlaşılmasına, ancak yine de genetiğin hastalıklara dair önemli bilgiler sağladığı yadsınamaz. Genetik sayesinde artık, hangi gen dizilerine sahip insanların hangi hastalıklara yüksek ihtimalle yakalanabileceği veya hangi davranışsal ve fiziksel kusurlara yatkın oldukları tespit edilebiliyor.
Ancak potansiyel kusurların ortaya çıkmadan tespit edilebilmesi, insanların doğuştan sahip oldukları özelliklerini hedef alan yeni bir tür ayrımcılığa maruz kalabileceğini endişesini beraberinde getirdi. Hâlihazırda, ABD’de yapılan bir araştırmanın sonucuna göre, genetik bozukluğu olanların yüzde kırk sekizi çalışma hayatında, sağlık ve hayat sigortasında ayrımcılık ile karşılaşıyor. Görünen o ki bugünün sınırlı bilgisiyle dahi, doğru kabul edilen genlerle hayata başlamayan kişi, toplum içinde dezavantajlı olmaktan kurtulamıyor. Belki de yakın bir karanlık gelecekte iktidar, makbul insan bedenini değil makbul insan genomunu biçimlendirmeyi arzulayacak. Eğer yeniden iktidara sahip biri, üstün ırk yaratmak ihtirasına kapılırsa bugünün teknolojisiyle yapabilecekleri dünün muhterislerinden çok daha korkunç olacak. Black Mirror dizisinin Men Against Fire bölümünde anlatılan gibi, insanlığın tüm zayıf gen dizilerine sahip mensuplarından vazgeçeceği bir gün gelecek mi?
- İnsanın, insan üzerindeki genetik seçim ve müdahalelerinin hangi ölçüde kabul edilebilir olduğunu, bu seçimlerin insanlık adına nasıl bir gelecek hazırladığını muhtemelen yirmi birinci yüzyıl boyunca çokça tartışacağız. Test tüpünde, doğacak çocuğunun göz rengini ve kansere yakalanma olasılığı düşük gen kombinasyonuna sahip olmasını tercih eden ebeveynin eylemi zararsız görülebilir. Ancak öznel tercihlerin rastgele seçimlerin yerini alması, insanlığın herkesçe makbul kabul edilen genetik özellikler yönünde gelişmesi endişesini doğurur. 2009 yapımı film, Kız Kardeşimin Hikayesi (My Sister’s Keeper) genetik hakkındaki ahlaki soruları mümkün mertebe naif ve makul görülebilecek bir olay örgüsü eşliğinde gündeme getirir. Dünyaya “tasarlanmış” bir insan getirmenin olası neden ve sonuçlarını aile bağlarının sevgi atmosferi içinde betimler.
Kız kardeşimin hikâyesi
Lösemi hastası bir çocuğun ve ailesinin yaşadıklarını konu alan Kız Kardeşimin Hikâyesi ilk dakikasından itibaren alışılmışın dışında bir yönde akar. Olaylar, küçük yaştaki kızları Kate’in hastalığını öğrenen ve tabii olarak onun iyileşmesi için elinden geleni yapan ebeveynlerinin seçimleri etrafında gelişir. Film, tam da bu “elden gelenin”, tedavi için yapılabileceklerin bir sınırı olup olmadığına dairdir. Zira Kate’in tedavisi için anne-babası tıp ve genetik biliminin ahlaki bağlamı muğlak alanlarında dolaşır. Anne-baba yeni doğanın kordon kanının Kate’in hastalığını tedavi edebileceği umuduyla bir çocuk daha dünyaya getirmeye karar verir. Ancak bu bebeğin DNA’sının hasta çocuklarıyla uyumunun “ayarlanması” gerekmektedir. Tüp bebek teknolojisi sayesinde ve “preimplantasyon genetik tanı” yöntemiyle Kate ile yüzde yüz doku uyumu göstermesi sağlanan Anna, tasarlanmış bir evlat olarak dünyaya gelir.
Ebeveynin diğer çocuğunun hayatını kurtarmak gibi ulvi bir amaçla, doğacak çocuğunun gen kombinasyonuna ilişkin seçimler yapmasında yanlış bir taraf yok gibi. Ancak yıllar geçtikçe işler bir parça çığırından çıkar. Çünkü Anna kordon kanı tedavisine kaynaklık etmekle kalmaz, lösemiye karşı geliştirilmiş bütün standart ve deneysel tedavilerde ablası için donör olur. Bir türlü sağlığına kavuşamayan Kate’e Anna’dan kök hücre, kemik iliği nakilleri yapılır. Şimdi de vücudu harap olan Kate için organ nakli gündemdedir. Çocukluğunu hastanede geçiren Anna, artık kendisinden hasta ablasının “yedek parçası” olarak bahseder. En nihayetinde bu faydasız tedavi girişimlerine bir son vermek için, reşit olmadığı halde bedeninin haklarını bizzat korumak ve tıbbi bağımsızlığını kazanmak için ailesini mahkemeye verir.
Filmin ilk bölümünde, biyoteknolojideki gelişmelerin yaratacağı yeni çetrefil insanlık durumları yoğun olarak gündeme getirilse de tartışma ileriki dakikalara taşınmaz. Olaylar geliştikçe aslında Anna’nın dünyaya öyle veya böyle gelmiş olmayı pek de umursamadığı ortaya çıkar. Anna’nın tasarlanmış bir çocuk olması, ablasının günden güne kötüleşen hastalığı yanında ikincil bir konuya dönüşür.
Yönetmen Nick Cassavetes filmin ikinci yarısında, yaşaması değilse de anlatması daha kolay olana yönelir: Ebeveyn haklarının sınırlarını tartışmaktan vazgeçerek, her bir karakterin ayrı ayrı trajedileriyle ilgilenir. Rahatsız edici derecede yönlendirici müzik kullanımı ile söz konusu duygu dolu atmosfer pekiştirilir. Anna’nın açtığı davanın duruşmasında bile yaşananların hukuki niteliğinden ziyade ailenin içindeki duygusal dengeler ön plandadır.
Kız Kardeşimin Hikayesi’ndeki anne karakteri, tedavinin bir sınırının olabileceği, bilimin ve teknolojinin hastalıklar karşısında aciz kalabileceği fikrini son ana kadar kabul etmek istemez; filmde Anna ile temsil bulan, tıbbın sağlayabileceği olası çözümlere umutsuzca sarılır. Hikâyenin ölümü kabullenmenin ve karşılamanın zorluğunda düğümlenmesi, bir bakıma filmin yolunu baştaki tartışmayla yeniden buluşturur. Bilim, evladını hayatta tutmak için sınırları zorlamaktan çekinmeyen annenin çabasını hatırlatırcasına, insanoğlu için ölümsüzlüğün yollarını arar. Neylersin ki tüm bu gayret, ne faniliğe bir çare bulur ne de veda etmeyi kolaylaştırır.