Ines Asceric-Todd galiba haklı

Saraybosna.
Saraybosna.

Güzellik demek sadece göze hitap eden, onu ilgilendiren değil ahlaki ve ruhi tarafı da olan nazari bir olgudur. İşin bu taraflarını yakalamak, kişinin kısaca “ferdiyet” sahibi olmasını gerektirir. Yani estetik zevki alabilmek ve varlıkların özündeki güzele ulaşabilmek için kendimizi yoğunlaşmak istediğimiz nesneye doğru giden yolda başkalarından soyutlamak bir önkoşul gibidir.

Yakınına yanaşmak istediğimiz şey “şehir” ise bu manada giyindiğimiz “teklik” kisvesi bir anahtar rolüne bürünür. Şehir ve o şehrin insanları tek olan insanı rahatlıkla kuşatır ve fetheder. Bütün her şey önüne bir panorama olarak serilir. Onun her ayrıntısı hakkında uzun uzun düşüncelere dalıp, muhayyilesinde ilk bakışta o şehirle hiç alakası olmadığı anlaşılan, belki de şehrin insanlarının bile aklına gelmeyen senaryolar yazabilir. İmgeler, metaforlar, gündüşleri, gölgeler ve yansımalar zihninde uçuşur. Şehrin tapusu resmen ona verilmiştir; onunla konuşarak, cerbezesiyle onu razı ederek, biraz hakkında hüküm verme iznini koparabilir. Bundan sonra, herkese öyle kolay açılamayan o nazlı şehirle kendisi arasında mahrem bir ilişki meydana gelmiştir. Tekrar tekrar orayı ziyaret etme istencinin arkasında yatan sebep de büyük ihtimalle budur.

Teklik konusuna önem verenler için diğer önemli husus zaman dilimidir. Tarihi şehirlerin çoğunun turistik kolonyalizme maruz kaldığı, insansızlaştırıldığı, dondurularak müzeleştirildiği ve böylece kendine has ruhunun gömüldüğü, paranteze alındığı, akan hayattan kopartılarak kimsenin görmek istemediği ama esasında mezarlık hâline getirildiği bir çağda, şehrin yaşayan bütünlüklü bir organizma olduğu gerçeğini unutanlar tarafından yapılan bütün bu işkencelere, şehrin haykırışlarına şahit olmamak ve onun ağlayışına katılmamak için kış mevsimi bir kurtuluş reçetesi sunar. Kış, sam yeli gibi tüm bahsedilen olumsuzlukları, üzerlerinden geçerek kurutur, imha eder.

O şehrin akan, yaşayan damarını deklanşörleriyle tehdit edip dondurmaya çalışan ve böylece kendi sanal gerçekliklerine eklemleme paniğinde yarışan yığınlar, önlerine aldıkları bir rehber belki de lider olarak gördükleri kişiyle birlikte orayı tarihi veriler yığını olarak hemencecik okuyup geçen turistler şehre odaklanıp fenomenolojik bir nazarla özüne inmenin, onun sakin ve huzurlu ruhunu kavramanın önünde aşılması gereken eşiklerdir.

Yağmuru rahmet, nimet, yeniden diriliş, hayat olarak görmekten aciz, bilakis bir “felaket” olarak; karı ise “beyaz ölüm” olarak gören modern insanın çapraşık zihninin bu mevsimlerde buralarda bulunmak istememesi, aslında şehirle kurulması planlanan diyalogda aşılması gereken eşikleri ivedilikle, hiç de efor sarf etmeden atlamak için şıpın işi hazırlanmış bir panzehir sunar.

Hersek bölgesindeki Stolaç şehri her ne kadar başka mevsimlerde genellikle açığa çıkan bu kötü atmosferle, şanssız bazı diğer şehirler kadar istila edilmese de yine ben işimi garantiye almak için soluğu bir kış mevsiminde burada alıyorum. Şehrin kendisi üzerine yoğunlaşmak niyetindeyim, bu yüzden dikkat dağıtıcı harici unsurlarla arama mesafe koyuyorum. Ama esas görmek istediğim şey önünden, arkasından nehir akan, tabiat ile şenlik ve uyum içerisinde yaşayan tekkesi. Bu tekkenin akan suyla kurmuş olduğu ilişki nedir?

Tekkenin içindeki sınırlı sayıdaki hat eserlerinde geçen isimlerin tesadüfi olmadığı bilakis onun tarihî silsilesi ve bulunduğu coğrafyayla ilişkili isimler olduğunu fark edersek mekân seçimin de gelişigüzel olmadığını anlarız. Zaten altından bir kanal oyularak nehir sularının tekkenin içinden geçirilmesi, bunun ayrı bir delili niteliğinde. Bu esasında çok da yeni bir gelenek değil. Bölgenin en eskilerinden İsa Bey Tekkesi’ne baktığımızda da aynı manzarayı görürüz: tabiatla ve şehirle bütünlüklü nehrin kenarına inşa edilmiş bir tekke, sanki camilerle beraber oranın kalbini oluşturuyor.

  • Yaratıcıyı düşünmeye fırsat bulamayacak kadar meşgulüzdür kendi yaşadığımız şehirlerde. Çünkü onu hatırlatan ayet ve göstergelerin üzeri reklam panolarıyla örtülmüş, tüketim piyasasının haz odaklarına pazarlanmıştır.

Böyle bir bağlamda bu şehre savaş sonrası tekrar gelen sufiler etraflarını tabiat ve sadelikle süslenmiş olarak bulmuş, bu akışın içerisine kendilerini memnuniyetle bırakıvermiş, burada bir perdeleme oyununa izin vermemişlerdir. Hırvatların yıktıkları eserlerin kalıntılarını nehrin dibinde bulup tekrardan şehri aynı taşlarla inşa eden Boşnak ahalisinin sanki suyla kurdukları bu kader bağına nazire yaparak, zaten onlardan biri olarak suyla varoluş ilişkisine girmişlerdir. Şehir ve akan su onları öyle kabul etmiş ki inşa ettikleri yeni mekân marjinal durmaktan ziyade; esas silüetini, ruhunu veren bir sembol gibi orada kök salmış. Çünkü tekke nehirle birlikte harici dünyanın süfliliğini, sürekli olanın önünde çıkan uçurumlara rağmen cesaretle akmak, eklemlenmemek ve temizlenmek, yenilenmek olduğunu hatırlatıyor savaşta dik duran, eğilmeyen asil Boşnak halkına.

Tekkenin içindeki sınırlı sayıdaki hat eserlerinde geçen isimlerin tesadüfi olmadığı bilakis onun tarihî silsilesi ve bulunduğu coğrafyayla ilişkili isimler olduğunu fark edersek mekân seçimin de gelişigüzel olmadığını anlarız.
Tekkenin içindeki sınırlı sayıdaki hat eserlerinde geçen isimlerin tesadüfi olmadığı bilakis onun tarihî silsilesi ve bulunduğu coğrafyayla ilişkili isimler olduğunu fark edersek mekân seçimin de gelişigüzel olmadığını anlarız.

Sufilerin bu tekkede yönleri kabeye dönüktür, bu İslam’ın değişmeyen tarafını, eskimez esaslarını çağrıştırır. Ama bir yandan önleri, arkaları ve altları nehrin hareketliliği, sesi tarafından sarılmıştır. Sürekli bir akış vardır. Bu ibadetin gayesi olan manevi arınmayı devamlı ve asıl hâline getirme, peygamberde olduğu gibi daimî zikri ilke edinmeyi hatırlatır mahiyettedir. Buradan da varılacak esas maksat akan suyun ilham ettiği pirüpaklıktır. Belki, yüzleri kıbleye dönük ibadetle meşgulken aynı zamanda bu denli suyla meşgul olmaları ait oldukları ekolün farklılığa, çeşitliliğe, esnekliğe ne kadar önem verdiğine de bir atıftır ki bu müsamahakâr taraflarından dolayı bölge halkı onları daha kolay benimsemiştir.

Dervişler bu mekânda gözleri açık uzun gündüşlerine dalabilirler. Akan su bir aynadır. Suya bakarken gökyüzünün, ayın, güneşin, ağacın yapraklarının, tüm etraftaki varlığın ona yansıyarak oluşturduğu menevişi, kadifemsiliği, revnakı kendisiyle beraber izleme ve kendi yerini tayin etme şansına sahiptirler. Kendilerini böyle aynı karede görmek diğer varlıkla doğalarının bakışımlı olduğunu imler. Aynı tuvalde kendisine bakan insanın sanki nebati ve hayvani taraflarını nehir resmeder ve esas olanın o bağları dizginlemek olduğuna dem vurur. Akışın, sürekliliğin vermiş olduğu bulanıklık hissi bunların hakikatte serap olduğuna bir işaret; yüzeyine yansıyan varlık da hakikate giden yolda geçilmesi gereken mecaz köprüleridir.

Akan su etrafına da ses katıp yeniden konuşmayı öğretir. Nehir etrafındaki kuşlar durgun sudakinin aksine daha coşkunca öterler. Aynı tarikat farklı coğrafyalarda sessiz zikir yaparken burada nehri taklit edercesine sesli zikri tercih etmişlerdir. Tabiatla uyumu bozacak her adım onların estetik algısında kendisine yer bulamamıştır.

Akan suyun sadece sözü yoktur, şiiri ve şarkısı da vardır. Bazen fısıltıyla, en çok da devingen ve delişmenlikle şetaretli bir makamda bize terennüm eder. Bu terennüme serinlik ve berraklık eşlik eder ki insana fıtratının çocuksuluğunu, kirlenmemiş zamanlarını yad ettirir. Akan suyla hem sözsel hem de tözsel bir alın yazısı birlikteliği vardır insanoğlunun. Hatta bazen susup dinlenir nehir, zaten biteviye akması da bir zamandan sonra onun sükûneti hâline gelir ve Gazzâlî’nin dediği gibi “vecd hâlini, genellikle en sessiz kişi yakalar.”

  • Okyanuslar ne kadar sonsuzluğu andırıyorsa nehirler de o kadar derinlikle özdeştir. Serinliğin çekiciliğine kapılan dervişler nehrin içinde yüzercesine duran tekkeden bir sandaldan atlar gibi kendilerini bırakır, derinliklerine dalarak uzun seyahatlere çıkarlar.

Serin su onları cimcikler, uyandırır, gençleşerek yeniden doğarlar. Hayallerindeki saflaşma fikrinin somut ve soyut formları onda kendini bulur. Serin su içlerini kaynatır. Ulaşmak istedikleri yer ise onun en rafine olduğu yer yani çıkış noktasıdır. Bu iradelerini daha açık ifade etmek için belki de Buna Nehri’nin hemen çıkış noktasına başka bir tekke yapmışlardır.

Bizi böyle bir okuma yapmaya iten sebep, insanın ayağı yeryüzüne basan metafiziksel bir varlık olması gerçeğinden kaynaklanır. Çift yönlüdür ve imgeler dünyasında gezinen muhayyilesi berzah gibi iki âlem arasındaki dolayımı sağlar. Bu berzah ile dünyanın realitesini kazır. Belli bir nesne üzerine mercekleri indirerek en banal zannedilen şeylerin ne kadar olağanüstü olduğunu fark etmeye başlar. İmgeler varlığın çerçevesinden taşarak üzerine doğru sızarlar. Yoğunlaştığımız şey üzerinden artık bir kuram geliştirmişizdir ve kalan varlığı onunla idrak ederiz. Dervişler burada akan suyu seçmiş gibi görünmektedir çünkü varlığa ihsan ile muamele etme gayesini güderler. Bregava Nehri’nin temiz suları onları bu gurbet dünyasında teselli eder, yalnız komaz ve ona benzemek istedikleri içinde eteğinde diz çökerler, kazığı oraya bağlarlar.

İvo Andriç.
İvo Andriç.

Bu açıdan Ines Asceric- Todd’un tezi doğru olabilir. Burası İvo Andriç’in iddia ettiği gibi zorla veya Bogomil teorisinin söylediği gibi bir anda İslamlaşmamıştır. Ines Asceric-Todd’un dediği gibi, dervişlerin baskın etkisiyle 200 sene boyunca İslamlaşma devam etmiştir. Zira dervişler buranın akan suyla dans eden şehirlerine hayran kalıp yerleşmiş, ahalisi olmuş, bir daha çıkmak istememişlerdir.

Burada hayat bir garip, nehre sırtımı yaslamış tenhalığın lezzetini tadarken alelade giyimi olan, hiç selam verecekmiş gibi durmayan yaşlı amca tevazuyla beni selamladı ve Halid Salihagiç’in mezarının önünde zamanı dondurarak dua etti. Yönümü ona çevirdim. İşte bu kadar.