İki kıta bir kaya: Su Ada
Belki bir Kız Kulesi kadar fotoğraflara konu olamaz, güzelliğiyle büyüleyemez ama başkalarının anılarında gezinmeyi, hikâyelerini kovalamayı seven benim için özel bir yeri olmuştur Su Ada’nın. Her vapura binişimde, sahil yolundan kıvrım kıvrım ilerleyişimde Ayşe Şasa’nın sözünü hatırlar, geçmişe doğru hayaller kurarım.
Başlık atmak yazının en zor kısmı gibi geliyor bazen. İki kıta arası bir ada mı desem kaya mı? Bu küçük kayalığa bir ada diyebilir miyiz ki? Güzelim Kız Kulesi’ne haksızlık yapmış olmaz mıyım? Peki ya kayalık desem, Kız Kulesi’nin biraz çirkin olduğu için daha az bilinen kız kardeşi gibi mi olurdu Su Ada? Öyle ya Kız Kulesi Türkiye’de en çok fotoğrafı çekilen yerdi ardındaki Tarihî Yarımada’yla. Su Ada da aynı iki kıtanın arasındaydı, aynı Boğaz’ın dalgaları eteklerine vuruyor, aynı lodosa göğüs geriyor, denizin altındaki girintili çıkıntılı kısımları aynı balıklara ev sahipliği yapıyordu. Peki ya neden bilinmiyordu?
Rahmetli Ayşe Şasa’nın çok sevdiğim bir sözü gelir aklıma bazen; “Herkes geleceğe doğru hayal kurar bense geçmişe doğru.” diyordu Bir Ruh Macerası kitabında. Ayşe Şasa’nın dediğini bilmesem, defalarca o satırları okumasam ben söylemiştim bu sözü diye iddia edebilirdim belki. Öylesine benimdi bu cümle; bugünü yaşarken her taşın altında, hep geçmişi arayarak. Eskilerin deyimleri, eskilerin âdetleri. Mesela ‘İstanbul’a inmek’, mesela ‘Boğaz Vapuru’. Ailem Anadoluhisarı’nda yaşayıp Eminönü’nde çalıştığı için hep Boğaz Vapuru’nu kullanmışlardı yıllarca, hâlâ daha seksen yaş civarındaki büyüklerim Eminönü’ye gitti demez de “İstanbul’a indi” derler. Pek severim bu deyimlerini, üstelik bugün dağ taş İstanbul olmuşken.
Boğaz Vapuru bindiğiniz an yavaşlatır zamanı. Varılacak yerden çok gidilen yolun kıymeti vardır içindeki yolcuları için. İskele iskele dolaşır Boğaz’ı bir baştan bir başa. Ne kitap okumaya, ne telefona bakmaya kıyabilirim o yolculukta. Sadece karşı kıyıları seyrederek, başkalarının geçmişinde hayal kurarak geçen sayısız yolculuklar… Rahmetli Ayşe Şasa’nın yolculukları kendi çocukluğuna oluyordu belki ama benim yolculuklarım hep bir ailede birleşiyordu: Balyanlar. Mimar Sinan için İstanbul’un hakkakı denir ya hani, koca bir şehri elleriyle şekillendirdiği için. Biraz eksik bulurum bu tanımı her Boğaz Vapuru’na binişimde. Boğaz iki yüz yıl evveline kadar küçük köylerin olduğu, ancak sürgüne gönderilenlerin ceza olarak yaşadığı bir yermiş. Sinan’ın İstanbul’u Üsküdar ile Tarihî Yarımada arasında şekillenmiş o yüzden. Balyanların devrinde ise Boğaz artık hanım sultanların ve paşaların birbirinden güzel yalılarını yarıştırdıkları, padişahların saraylarını taşıdıkları yer olmuş.
- Bir Boğaz yolculuğumda elime sihirli bir silgi alıyorum bu yüzden. Balyan eserlerini izleye izleye değil, sile sile gideceğim bu sefer. İşte daha vapura bineli on dakika olmadan bir mücevher kutusu gibi süslü Küçüksu Kasrı’nı siliyorum silgimle ilk.
Artık yok yerinde. Kuleli Askeri Lisesi, Beylerbeyi Sarayı, Ortaköy Camii, Çırağan Sarayı, Beşiktaş’ın güzel yokuşu Akaretler, Dolmabahçe Sarayı, Kulesi ve Camii, daha nice camiler, saraylar, kışlalar, kuleler, bentler… Sildikçe Boğaz’ın tüm güzellikleri gözden kayboluyor. “Sinan olmasa İstanbul, İstanbul olur muydu?” sorusuna, “Balyanlar olmasa Boğaziçi, Boğaziçi olur muydu?”yu ekliyorum ister istemez. Silgimi yelkovan kuşları arasından geçirip bir başka Balyan eserini silmek için elimi uzatıyorum ama o da ne? Birisi benden önce davranmış ve silmiş bile! Silmiş ve yerine pek bir çirkin pek bir hoyrat yeni bir binayı çizmişti bile: Su Ada. Oysaki üzerinde küçük bir kulübesi olmalıydı dumanı tüten. Kız Kulesi’nin küçük, sessiz kardeşi Sarkis Balyan’ın adacığı neredeydi?
Padişah mimarına borçlanırsa
Mimar Sinan 1500’lü yıllarda bir şehri baştanbaşa inşa ederken, hiç tahmin edebilir miydi; kendisinden üç yüz yıl sonra kendi memleketi olan Kayseri’den bir aile gelecek ve nesillerce İstanbul’u şekillendirme işini devam ettirecek. Bali Kalfa adı üstünde bir kalfa olarak gelmiş bu şehre. Genlerinde varmış mimarlık. Kalfa bildiği ne varsa üç oğluna da aktarmış. Boynuzlar kulakları geçmiş elbette her azim hikâyesinde olduğu gibi. Daha gencecik otuz yaşındaki oğlu Krikor, saraya Hassa Mimar olarak atanmış ve beş nesil boyunca nakış gibi işlemişler tüm taş binaları. Bir fırıncının hamura, bir çömlekçinin çamura şekil vermesi gibi onlarca yıl koca koca taşlara şekiller vermişler. Batı etkisi tüm ülkeyi sarmışken, bu hareketin öncüsü olmuşlar ve altı padişaha kesintisiz hizmet etmişler. Fransa’da mimari eğitimi görüp rokokoyu, ampiri, baroku almışlar, ama klasik Osmanlı üslubuyla en güzel, en eşsiz şekilde sentezlemişler. Tıpkı bir ipe birbirinden güzel işlemeli boncukları geçirir gibi Boğaz’a binalarını konduruvermişler. Sonunda İstanbul Boğazı âdeta bir gerdanlık halini almış.
Aralarında özellikle Sarkis Balyan’ın yıldızı pek bir parlamış. Hem mimarlık hem mühendislik eğitimi alan Sarkis Balyan, kırk yıllık hassa mimarlık süresine yüze yakın eser sığdırmış. Sultan Abdülaziz Sarkis Balyan’ın hızından öyle etkilenmiş ki daha bir eseri bitmeden bir diğer eserin siparişini vermeye başlamış. Kendi kaderini bilmeden kurduğu hayaller yarım kalmış ve tahttan indirilmiş. Beşinci Murad ve ardından İkinci Abdülhamid tahta çıkmış. Fakat İkinci Abdülhamid, amcasının müsrifliğinden çok farklı bir politika izlemiş. Savaşlar patlak verdiğinden çalışanlara ödenecek para bile yokmuş. Rivayet odur ki saraydaki altın tabak çanaklar eritilip ödenek haline getirilmiş.
Sarkis Balyan da sarayın borçlandığı kişilerin başında gelirmiş. Üstelik onunkisi birkaç altınla ödenecek gibi de değilmiş. Birkaç aylık düzenli ödeme sonunda İkinci Abdülhamid bir çıkar yol bulmuş. Kuruçeşme açıklarındaki kayalığı alacaklarına karşılık olarak Sarkis Balyan’a vermiş.
Sarkis Balyan o küçük kayalığı doldurmuş çevresine duvarını örmüş, içine de küçük iki katlı bir konak kondurmuş.
İki kıta arasında boğazın ortasındaki bu kayalığı öyle sevmiş ki ömrünün sonuna kadar burada yaşamış. Sarkis Balyan’ın tüm sanatkâr, yazar arkadaşları adacığı ziyaret etmeye başlamış. Sonunda küçük adacık gözleri Kız Kulesi’nden kendi üzerine çekebilmiştir işte! Öyle ki ressam Ayvazovski bile İstanbul’u ziyaretinde burada misafir olmuş. Fakat Sarkis Balyan’ın vefatından sonra ailesi hiç ilgi göstermemiş adaya, vergilerini ödememiş, hatta uğramamışlar bile! Ada tekrardan eski terkedilmiş günlerine dönmüş. Vergileri ödenmediği için adaya devlet el koymuş ve bir süre sonra Boğaz’dan geçen Şirket-i Hayriye vapurlarının kömürlüğü olarak kullanılmış. Vapurlar adaya yaklaşmış ve kömür ikmali yapmış yıllarca. Ta ki 1957 yılında Galatasaray satın alana kadar. O yıldan sonra adacık tümüyle görünümünü değiştirmiş. Belki ıssız bir kayalık olmaktan çıkmış ama yine de ne görüntüsüyle ne de kucaklayıcılığıyla hiçbir zaman bir Kız Kulesi olamamış.
Belki bir Kız Kulesi kadar fotoğraflara konu olamaz, güzelliğiyle büyüleyemez ama başkalarının anılarında gezinmeyi, hikâyelerini kovalamayı seven benim için özel bir yeri olmuştur bu adanın. Her vapura binişimde, sahil yolundan kıvrım kıvrım ilerleyişimde Ayşe Şasa’nın o sözünü anarım, geçmişe doğru hayaller kurarım. Çok değil bir asır evvelinde Sarkis Balyan’ın vefatı sonrası o sessiz kayalığın sahipsiz bırakıldığı dönemde ortaya çıkıp, o küçük iki katlı konakta birkaç yılımı geçirmeyi hayal ederim, yelkovan kuşları ve lodos rüzgârları arasında.