İçim oyuk derdim büyük
Bu yazı, Filistin halkının acı dolu mücadelesini ve İsrail’in baskıcı politikalarını sert bir dille eleştiriyor. Filistin’deki zulüm ve adaletsizlik, modern zamanların en büyük trajedilerinden biri olarak sunulurken, İsrail'in haksız uygulamalarına karşı insanlığın vicdanına sesleniliyor. Geçmişin izleri ve şimdiki zamanın karanlığı, Filistin'deki direnişin haklılığını ve İsrail'in zalimce tutumunu gözler önüne seriyor.
I.
Kabul etmek lazım ki karışık zamanlarda yaşıyoruz.
“İç dünyası yıkılmış insanların, mutlu olma şansları yok: boşuna uğraşıyoruz…”: İçinde yaşadığımız “karışık” zamanlara dair, ortalama nihilist bir metnin cümlesi yaklaşık budur. İç dünyamız -ne demekse artık bu- yıkılmış, dış dünyamızı hiç sormayın bile, orası şahane bir hayat işte; herkes kadar yalnız, herkes kadar saçma, herkes kadar yorgun.
Gençken etkilenirdik böyle cümlelerden, notlar falan alırdık. Demek ki diyorum, bizde de varmış bir karşılığı böyle şeylerin. Öyle ya, hangimiz üyesi değiliz ki sahiden şu kaybedenler kulübünün?
İnsanız işte, o vakitler soramıyoruz, şimdi sormak aklımıza geliyor; iç dünya ne demek, mutluluk ne; şans ya da uğraşmak: sözlüğe bakmanın yeterli olmayacağı tuhaf vakitler, garip hâller işte.
“Güpegündüz, yol ortasında adam öldürüyorlar hâkim bey!” repliğine öykünerek söyleyecek olursak, “başkalarının acıları”nı yaşamaya çoktan yazgılı, buna fazlasıyla meyyal, “Buna inanmak için bahse giriyoruz beyler!” denilse ilk sıraya kendi ismini yazacak bizler, tüm zamanların en sinsi tuzağı nihilist kavisin aldırdığı tavırla savrulup duruyormuşuz o vakitler işte.
Şimdi geriye dönüp bu geçen zamana bakınca, kendi adıma olan kısma yazının sonunda geleyim, bütün bunlardan zamanın “gerçekten” de kötüye gittiğini düşünmemek işten bile değil gerçekten de…
İşte, böyle böyle büyüyüp serpilirken iç dünyası yıkılmış, İbrahim Tatlıses’in, “Yıkılmışım ben” demesini yankılayan hâllerimize entelektüel pozlar beğenirken iyiymişiz sahiden.
II.
Bir şeyler izlemenin ya da dinlemenin “imkân”ından çok, her videonun altındaki milyonlarca yorum birikintisiyle bir geçmiş sayıklaması olarak adlandırılmayı fazlasıyla hak ediyor “YouTube” aslında. Öyle ya, uç uca eklenince yerin dibine inmeye ramak kalacak uzunluktaki melankolik-duygusal- şizofrenik hezeyanlardan bitmeyecek bir kitap yapmak isteyenlere buradan açık bir çağrıda bulunmak artık farz oldu galiba: Evet, hepiniz en mutlu günlerinizi geçmişte, sizi bırakıp giden, tutamadığınız o zamanlarda, 90’larda, yetmedi 2000’lerde falan yaşayıp, ununuzu eleyip, eleğinizi astınız.
En güzel günlerinizin katili bu şimdiki zaman heyulasıyla baş etmenin, en makulü olmasa da en kabul edilebilir versiyonu bu başını kuma gömme olabilir sahiden de, kabul.
Muhteşem çocukluğunuz, yetmedi ilk gençliğiniz, yetmedi adam olma yolunda ilerlediğiniz zamanlar: HEPSİ VE DAHA FAZLASI İÇİN, SİZE NE İSTERSENİZ VERELİM, GÜZEL ABİLER VE DE ABLALAR. Verelim ve kurtulalım sizlerden artık ne olur…
Çünkü bütün bu aptallık endüstrisi çıktıları, o mutlu mesut günlerin özlemiyle yanıp yıkılacaklar, belli ki hayatlarının sonuna kadar, bunu anlamayacaklar…
İnsanın, “Keşke,” diyesi geliyor, “Keşke, bir an için bile olsa, şu dijital hayaletler çağında, bir kavgaya şahit olduğumuzda mesela, onu ayırmak yerine ilk olarak telefonuna sarılıp kavgayı ‘kayıt altına’ almak isteyen zombileşen halimize hayıflanarak, kültürel çalışmalar ya da kimlik kuramları açısından değil de içerden, evet, çok içerden, kendisinden çıkmayacağına emin olduğu bir sözle, -çünkü vicdan insana bırakılmayacak, onu bir parçası sayılamayacak kadar Rabb’ül alemin’indir- içinde yaşadığımız zamanlara karşı, geçmişe sığınıyor olsak.”
Ama heyhat! Nerede o ferasetli ama mahcup eda, nerede biz.
Şimdi izninizle size, metinlerarasız bir dipsiz kuyu olarak “YouTube”un altına yazıl(a)mayacak sahici bir “mutluluk” tablosu çizelim, o engin hoşgörünüze sığınarak.
III.
Sahne: 77
Sekans: 453
Konu: Filistin
Ders: Filistin’in Bir Günü
“Bugün günlerden Çarşamba.
Kız kardeşim Esma’yla yalınayak avluda oynamak için aşağıya inerken sesleniyor bize annem: ‘Babanın çarşıdan getirdiği menekşelere su vermeden sokağa çıkmayın sakın…’ Çünkü benim güzel annem, çiçekleri pek sever. Babam da ‘çiçeğim’ der ona.
Biz, kardeşim Esma’yla bunu her duyduğumuzda güleriz biraz da utanarak: ‘Ayşem, güzel çiçeğim benim, bi’tanem…’
Annemi pek çok seven babamın bir nalbant ustası olduğunu burada, Gazze’de yaşayan herkes bilir.
‘Atların en güzel dostudur.’ der annem onun için: ‘Herkesin dostu, atları çok seven, buraların en iyi nalbandı…’
Ah, işte şu uzaktan sesi gelen benim güzel dedem; camimizin imamı.
Ne de güzel okur ikindi ezanını….
O, ezanı okuyunca, köydeki herkes işini gücünü bırakır ve şenlenir bizim şu küçük cami.Dedem, namaz kıldığımız her vakit camideki bütün çocukların yanına gelir, hepsinin gözlerinden öper ve yumuşak sesiyle, “Allah kabul etsin inşallah!” derken cebinden hiç eksik olmayan o güzel şekerlerden verir her birimize.
Oyunumuza kaldığı yerden devam etmek için caminin avlusundan çıkarken arkadan gelen camimizin yaşlı dedelerinin maşallahları, duaları, bize her şeyden koruyan bakışları en az bu şekerlemeler kadar güzel gelir bize.
İşte, şimdi annem sesleniyor bana: ‘Ahmed, ibrikleri al da su getir aşağıdaki çeşmeden.’
Üç gözlü çeşmemize doğru yaklaştığım her adımda, biraz ilerideki buğday başakların kokusu gelip bulur beni.
‘Sonbahara az kaldı.’ derim hep; aklımda bizim tarlanın buğdayları, rüzgârın dört bir yanı kolaçan eden sesiyle, yazın bu son günlerinde.
Güzel rüzgâr, başımızın üstünde, aheste, süzülerek dalgalanan; bizim mi ona onun mu bize emanet olduğunu bir türlü çözemediğim, sancağımızı da unutmaz ama.
Babam, ne zaman onun yanından geçsek hep aynı şeyi fısıldar, başını çevirip göğe: ‘Ey Kudüs, ey gökte yapılıp yeryüzüne indirilen şehir…’ Bu gece, daha da erken uyumamız gerek.
Babam, artık büyüdüğümü ve bayram namazına onunla gelebileceğimi fısıldadı kulağıma çünkü. Ben Ahmed. Dedem Talip, babam Hassan, annem Aişe ve 6 kardeşimle, Filistin’den selam ederiz hepinize…”
IV.
Dün Afganistan’da, dün Irak’ta, dün Suriye’de ve dahi bugün her yerde olan şu savaş endüstrisi tasviri yerine, size bir bayram sabahına doğru yol alan bir ailenin kırık dökük hikâyesi, hiç tanıdık gelmedi mi sahiden; bir bayram sabahında, daha gün doğmadan?
Ama durun; siz, yani biz, yani ben, savaş denilince, ilk elden ikinci dünya savaşı şeysini, bilmem kaç milyon ölüyü, hitler’i, YAHUDİLERİ (keşke daha büyük yazabilseydik onları da bir an önce yükselselerdi göklere de kurtulsaydık hepsinden), gaz odalarını, HOLOKOST’u (Hay yeri dibine batsın holokostunuz!) hayat güzeldir’i, zamanın ötesinden, zamanın ötekisine seslenen Heidegger’in sevgilisi post-seküler-yahudi Arendt’in metinlerini ve daha birçok şeyi hatırlayan bir nesildik, değil mi?
V.
Arkadaşlar, bu sayı için bir “savaş ve bayram” yazısı yazmamı istediler. “Biraz,” dediler, “Filistin olsun içinde, biraz bayram.” Nihayet okurları için Filistin kokan bayramlar. Artık, olduğu kadar diyerek, idare edin lütfen. İşbu müstesna yazıyı, bir fıkrayla bitirmek hiç de fena olmayacak:
Her şeyin yeniden yazılmaya başlandığı yirmibirinciyüzyılda, herkeslerin ötekileri olduğunu iddia eden bir filozof yaşarmış. Dünyanın bütün ötekilerinin filozofu; adı da küçük levinas’mış, emanuel levinas. Sormuşlar içi Yahudi dışı Fransız’a, dışı insan, içi kokuşmuş leşe; 1982’deki Sabra ve Şatilla kamplarındaki katliamdan sonra, “Başkasıyla karşılaşmanın esas yeri tarih değil midir, siyaset değil midir ve her şeyin ötesinde Filistinliler ‘başkası’ değil midir?” diye.
Fazlasıyla Yahudi fazlasıyla münafık fazlasıyla hokkabaz filozofumuz da, durur mu yapıştırmış cevabı: “Filistinliler benim komşum değil ki…”
VI.
“Şimdi geriye dönüp bu geçen zamana bakınca, kendi adıma olan kısma yazının sonunda geleyim, bütün bunlardan zamanın ‘gerçekten’ de kötüye gittiğini düşünmemek işten bile değil gerçekten de…”: Gelelim bu sorunu cevabına…
- Gazze’de, şu anda ve bayram sabahında, ihtimal ki devam eden bombalar altındakiler orada öylece dururken zamanın “iyi” olduğunu, iyiye doğru yol aldığını iddia etmek pek mümkün görünmüyor gerçekten.
Aramızda -kimse artık onlar- “Allah dostları” olanlar hariç, muhtemelen hiçbirimiz orada olan bitene karşı “kendiliksiz” bir hâl yaşayamıyoruz. O yüzden, bol keseden, şimdiki zaman güzellemesi yapmaya pek gerek yok sahiden; sadece bir şartla: Filistin’de, Gazze’de, Kudüs’te her geçen gün an dozu artarak devam eden zulmü bir an olsun şöyle ta bütün iliklerine kadar hissederek biraz sabit kıdem durmak kaydıyla.
Biz modernler severiz böyle şeyleri; sayın ki bir meditasyon bu: böyle meditatif bir eylemle, az biraz düşünmek şu geçen zamanı bir asrı…
Neymiş sahiden de kötüye giden şu hayatlarımızda, neymiş bizi aptallık endüstrisinin bir parçası kılan zaman bükme teknolojilerine gönül verişimizin sebepleri; her türlü felsefi, ahlaki, düşünsel, duygusal hezeyanlarımızla dolup taşan hakikate karşı savaşımız, YAHUDİ olmanın nasıl bir düşmanlık olduğunu anlamayışımızın nedenleri neymiş falan filan işte.
Ortalama gündelik hayatımızda; içimize aldıklarımızla dışımızda kalanlar arasındaki farkı bir an hesap edip sonra sahici bir karar verelim: Evet, zaman kötüye gidiyor, kıyamete, hem de hepimiz için, en hızlısıyla….
Çağımız bir Yahudi çağıdır artık: İçimizdeki sahte tanrılarının, nihilist edaların, hakikatsizliği vaz eden bütün söylemlerin “derin sahipleri” zamanı bükmeye hiç bu kadar yakın olmamışlardı:
- Bu kadar “bozgunculuğun” ortasında, herkese kendini unutturup gözümüzün içine baka baka yaşamlarını sürdürmeleri, nereden baksanız, şahane bir sihir, neredeyse mükemmel bir büyü olsa gerek.
O yüzden, Yahudilikle gerçekten hesaplaşmadan “zamanın kötüye gidişi”, bu kanamalı süreç durmayacak sahiden.
VI.
Bu kırık yazının başında Pir Sultan Abdal, “içim oyuk derdim büyük” diyordu; bu dertlenmenin sonunu da en başından alarak o getirsin:
“içim oyuk derdim büyük ben onun için inilerim”. Mutlu günler, mutlu bayramlar...