Hz. Mevlana,Batı’dan nasıl görünüyor?
Bu hakiki Rumi’dir. Kendi hayal perdelerinde yarattıkları Rumi tasviri üzerinden yine sadece kendilerini beğenerek onu edepsizce kullandılar. Bunu yaparak, hakiki manevi hayatın gerçek düşmanlarına yardım ve yataklıkta bulundular. Onlar, zamanı geldiğinde, uyanacak ve hiç kimseye acıması olmayan o aynada hakiki akislerini görecekler. O gün ya bir pişmanlık ya da çaresizlik günü olacak.
Mevlana Celaleddin Rumi şüphesiz tarihte en yanlış temsil edilen şahsiyetlerden biri olmuştur. Birçok Rumi vardır, Sevgililer Günü Rumi’si, dinler arası dostluğun ve evrensel barışın Rumi’si, “alkolik” Rumi, “eşcinsel” Rumi, katı sünniliğin karşısında duran gamsız ve biraz da “hippi” bir Rumi, ve tabii ki siyasileştirilmiş Rumi (ki bir yerlerdeki bir dışişleri bakanlığına bağlı bir “think-tank”te üretildiği her hâlinden belli olan bir Rumi’dir bu), İran karşıtlığının simgesi olan Rumi ve zararsız, evrensel ve neredeyse İslami olmayan bir İslam’ın bayraktarlığını yapan Rumi...
Rumi’nin bayraktarlığı yaptırılan bu tarz bir İslam, son yıllarda küreselleşmeci güçler tarafından açık bir şekilde desteklenmektedir. Çünkü bunun, İslam’ın, İslamcıların ya da geleneksel Müslümanların İslam’ının tersine, Yeni Dünya Düzeni’ne daha kolay adapte olacağı düşünülmektedir.
- Darü’l-İslam dışarıdan gelen askerî güçler tarafından sayısız kere tahrip edilmiş, “din” kavramının ise ağlak ve muharref bir tasavvuf ile içeriden altı oyulmuştur. Bu tahrif kısmen gelişigüzel bir şekilde meydana gelen kültür yayılımının sonucu olsa da asıl olarak kasıtlı ve tasarlanmış bir tahriftir. Bu tahribat, Rumi ve diğer mutasavvıfları İslami temellerinden koparmak için ellerinden geleni yapan bazı Batılı şairler tarafından ciddi şekilde desteklenmiştir.
- Inayat Han ve İdris Şah gibi İslamsız “sufi”lerin işi tamamlanmıştır. İslami temellerinden koparılarak sığ bir şekilde kurulan bu yeni sufizmde, seyr ü süluk, nefsin arzuları karşısında dengeli ve ciddi bir zihinsel mücadele değil, duygusal bir fantezi olarak karşımıza çıkar.
Meydanlarda yapılan savaş bu ciddi mücadeleye oranla daha kolay olduğu için Peygamber bu mücadeleyi “nefse karşı bir savaş” ve “cihad-ı ekber” olarak tavsif etmişti. İğdiş edilmiş bu sahte tasavvuf ise Müslüman gençliği yalnızca tasavvuf karşıtlığında konumlandırır. Gençliği, doğru İslam’a ihanet eden, Hz. Peygamber’den ve onun sünnetinden nefret eden şiddet yanlısı bazı İslamcıların yolunda gitmeye iter.
Britanya İmparatorluğu tarafından desteklenen Vehhabiler 1925 yılında Medine’yi işgal ettiğinde, sahabenin mezarlarını yıkmış ve Peygamber’in kendisinin mezarını ise neredeyse tamamen yok etmişti.
Ne kendi ne de başkalarının hayatlarına saygı göstermeyen bu yamuk mücahitlerin, masum ya da suçlu, asker ya da sivil, Müslüman ya da kâfir ayırt etmeksizin herkesi öldürme iştahlarının tersine cihad-ı ekber, kişinin asıl düşmanı olan nefse karşı, içi boş bahanelere düşmeden, Allah’ın yardımıyla girişilen ciddi bir mücadeledir.
Doğru tasavvufun küresel güçlerin işine hiç yaramadığı gerçeği karşısında (bunun karşısındaysa yanlış sufizm ve şiddet yanlısı İslamcılar açık bir şekilde işe yararlar ve birbirlerini sürekli yaratırlar ve bu sebeple küresel uzlaşıyı meşrulaştırmak ve geliştirmek için birlikte çalışırlar) Rumi endüstrisi büyümeye devam etmektedir.
Eşim ve ben kısa süre önce bir üniversitede dinler arası birliği konu edinen bir organizasyona davet edildik. Organizasyonun sponsorlarından biri Washington’da bulunan bir Rumi derneğiydi. Belediye başkanı, emniyet müdürü ve bir valilik temsilcisi davette hazır bulunuyordu. Söz konusu davetin, İslam’la, tasavvufla ya da en azından şiirle bile hiçbir ilgisi yoktu. Davetin tek amacı vardı o da Rumi’yi dinler arası vahdetin ve küresel barışın simgesi olarak takdim etmek.
Genel kanının bu yönde olacağını tahmin ettiğimden Mevlana’dan birkaç alıntının bulunduğu ufak bir metin hazırladım. Davet sona erdikten sonra Rumi derneği adına konuşan hanımın yanına yaklaşıp ona aşağıdaki metni ihtiva eden sayfaları gösterdim:
- “Bu din ne vakit bir olmuştur? Daima iki ve üç olup, aralarında cenk ve kıtal kaim olagelmiştir. Siz dini nasıl tevhid edebileceksiniz? Vahdet kıyamette olur; fakat bu dünyada mümkün değildir. Zira burada her birinin türlü türlü muradı ve hevası vardır. Vahdet, burada mümkün olmaz. Ancak kıyamette hep bir olurlar; ve bir mahalle nazar ederler ve bir kulak ve bir dil olurlar.”1
“Nefes aldığım sürece Yüce Kur’an’ın kölesiyim;
Muhammed Muhtar’ın yolunda bir toz zerresiyim.”
“Her kim ki yazdıklarımda bunlar dışında bir şey bulduğunu iddia ederse ondan buğz ederim –ve onunla işim olmaz.”
Şok olmuştu. Gözleri genişledi, ağzı gayri ihtiyari açıldı, ve sonunda birkaç söz edebildi; “Sanırım Rumi bile kötü bir gün geçirebiliyor.” [Not: Rumi’nin bugünün küreselcileri tarafından dinî evrenselciliğin bir simgesi olarak kabul edilmesi ne kadar yanlışsa, bazı “Müslüman” masonların onu kendi selefleri olarak görmesi de o kadar yanlıştır. Bkz. Hamid Algar in “An introduction to the History of Freemasonry in Iran” Middle Eastern Studies, vol. 6., no. 3; 1970.]
“Aşkın kutbu”
Dinler arası birliğin simgesi, eşcinsel şair, alkolik, hippi, kural tanımaz bir estetikçi; Rumi bunların hiçbiri değildi. O geçmişi uzun yıllara dayanan bir tasavvuf geleneği içerisindeki deruni bir ozan ve düşünürdü. Her zaman bütün Müslümanlar tarafından makbul görülmedi ve ehl-i zâhir tarafında bazen tahkir edildi. Ama Rumi’nin sahip olduğu bu tasavvufi gelenek, vahyi her zaman kendi manevi özü olarak kabul etti.
Hz. Peygamber(sav) ve onun damadı ve manevi varisi Ali b. Ebu Talib(ra) İslam’ın ilk döneminde yaşadılar. Bu dönemde, tasavvuf henüz ayrı bir manevi yol olarak cereyan etmemişti. (Yine de Ashab-ı Suffe denilen ve Mescid-i Nebevi’nin yanındaki gölgelikte barınan yoksul muhacirler ilk mutasavvıflar olarak kabul edilebilir.) Bununla birlikte Peygamber’in asıl sufi olduğunu söylemek yanlış olmaz ve Ali de birçok tarikat tarafından ilk kutub olarak kabul edilmiştir. Eğer nübüvvet vahiy ile geliyorsa, sufilerin muayyen bir sahası olan velayet de bu vahyin tefsiri ve içselleştirilmesi demek olan seyr u süluk ile gelmektedir.
Vahiy med, velayet cezirdir. Allah’a dönüşü simgeleyen bu sürekli akışın merkezinde, ki ona bir mıknatıs taşı da diyebiliriz, Ali’nin ilk örneği olduğu ve mutasavvıfların “Zamanın Kutbu” olarak tanımladığı kişi vardır.
Mevlana’nın zamanının kutbu olup olmadığı tartışılabilir, fakat her hâlükârda o sık sık “Aşkın Kutbu” olarak anılmıştır. Bu anlamda “İrfanın Kutbu” olarak adlandırılan Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbn Arabi’nin hem karşısında yer almakta hem de onun tamamlayıcısı olmaktadır.
İbn Arabi’nin ansiklopedik hikmet-i ilahiye dair metinlerinde bütün bir duygusallık ve estetik romantizm dünyasından daha fazla aşk olduğu gibi (gerçi İbn Arabi çok zarif tasavvufi şiirler de yazar), Celaleddin Rumi’nin şiirlerinde ve söylemlerinde de salt insan aklının bir ürünü olduğu söylenen bütün bir felsefe âleminden daha fazla hikmet vardır.
Rumi’nin [edebiyatta] Batı’daki tek emsalleri Dante, Blake ve Shakespeare’dir. Ve Rumi’nin müesses bir tasavvufi gelenek içerisinden konuşan bir şair olduğunu düşündüğümüzde, onun Dante, Angelus Silesius ve San Juan de la Cruz gibi Hıristiyan şairler (onların çalışmaları hem biçim hem içerik olarak tasavvufi çalışmalarla büyük bir yakınlık göstermektedir) ile kıyaslanması daha doğru olacaktır. Bu anlamda Rumi, Keats, Shelley, Ralph Waldo Emerson ya da Walt Whitman gibi bir geleneğe bağlı olmadan, serbestçe yazan ruhçu şairlere uzaktır. Tanrı, Aziz Sienalı Catherine ile konuşurken dedi ki: “Ben bizzat Ben olanım; ancak sen sen olan değilsin”. Aziz Catherina’nın duyduğu bu ses Rumi’ye ve tasavvufa, Goethe, Rilke ve Emily Dickinson’ın metinlerinde bulunan her şeyden daha yakındı.
Rumi’nin şiiri temelde bir ozan şiiriydi. Bunu derken kastettiğim şu: Rumi gelenekten gelen engin bir hafızadan yararlandı. İstisnalar hariç yalnıza Farsça şiirler yazmış olsa da o Arap ve Fars dilinde kendi zamanına kadar oturmuş birçok kalıbı kullandı: ezberlenen Kur’ani göndermeler, klasikleşmiş manzum mecazlar ve semboller...
Tıpkı Kelt ozanların kendi geleneklerine ait söylenceleri ve sembolleri kullanmaları gibi. Bütün geleneksel sanatlarda olduğu gibi, onun şiiri de “özgün bir dahi”nin eseri değildi. Rumi’nin şiiri, geleneksel motiflerin ve ölçülerin sınırları içerisinde çalışan ve bu gelenek içinde dikey olarak eşi benzeri olmayan eserler üreten usta bir zanaatkârın işine benzerdi.
Çünkü, yatay olarak geleneğin dışına çıkan işler ne şair ne de okuyucu tarafından makbul görülmezdi. Bu tabii ki Rumi’nin şiirinin mükerrer, özgün olmayan ve yapmacık bir şiir olduğunu söylemek manasına gelmez. Tıpkı dinde, evlilikte ve gerçek bilimde olduğu gibi, şiirde de gerçek özgürlük ancak kesin surette tanımlanmış sınırların içerisinde kalarak mümkün olur. Bu sınırlar aynı zamanda emek israfını ve yaratıcı gücün zayıflamasını izale eder.
Geleneğin içinde yazılan tüm manzum eserlerde olduğu gibi, Rumi’nin rubaileri de temelde bestelenmek ve terennüm edilmek için yazılmıştır. Bu sebeple onun rubailerinde def, sitar ve ney gibi geleneksel Fars müziğinde kullanılan sazlara çokça gönderme yapılır. Ve bu şiirlerde şairi/muganniyi, ya da onun kalbini, bu sazlara benzetmek sıkça karşılaşılan bir mecazdır. Tanrı şairin kalbini bir def gibi döver, bir sitarın telleri gibi titretir ya da onu bir ney gibi üfler.
Bu mecaz aslında “La ilahe illallah”ın tasavvufi anlamda idrakini temsil eder. Kelime-i tevhid, ilk mertebede “Allah’tan başka ilah yok demektir”, sonra “O’ndan başka Varlık yok” demek olur ve en sonunda da “O’ndan başka fail yok” anlamına gelir. Bu idrak, musiki alanında, müzisyenin ya da muganninin kaybolduğu, aradan çekildiği, sadece Müziğin defe vurduğu ve telleri titrettiği o anlarda ortaya çıkar. Sema sırasında meydana gelen bu hâl, sufilerin gizli manaları kelimelerden azade olarak aktarabildiği yollardan biridir.
İlginçtir ki, kalbi bir müzik aletine benzeterek yapılan bu teşbih İngiliz ve Fransız geleneksel şiir ve müziğinde de mevcuttur. “Kalbin telleri” (heart-strings) bunun en bilinen örneklerindendir ve tasavvuf şiirinde de çok karşılaşılan bir mecazdır. Aynı şekilde, My Fair Lady filminde George Harrison’ın söylediği “The Street Where You Live” şarkısında geçen “aşkının yolu” teşbihi, aslında kasvetli sokak aralarından ve daracık balkonlardan oluşan ve çamaşır ipleriyle dolu sefil bir mahallenin, sevgilinin varlığıyla güzelleşmesini, şiirsel bir cazibeye kavuşmasını anlatmaktadır. Ve gene Rumi’nin müzik aletlerinin insan sesiyle ağladığını söylemesi gibi George Harrison da “Gitarım yavaşça ağladığında” (As my guitar gently weeps) isimli bir şarkı söylemektedir. (Arp sırtlarının bazen kadın gövdesi şekline yapılması ya da kemanın kadınsı bir surete benzetilmesi de boşuna değildir.)
Kısıtlanmanın hazzı ve hazzın kısıtlanması
Klasik Fars müziği muazzam seviyede bir ustalık ve inceliğe ulaştı, ama hiçbir zaman kendi geleneksel folklorik temellerinden vazgeçmedi. Sazlar hiçbir zaman Batı klasik müziğindeki gibi sersemletici bir çok sesliliği kullanmadı. Sazendeler hep gök kubbenin altındaymışçasına yerde oturdu, hafif sallanmalarla ve el çırpmalarla müzik ilerledi. Sanki çölde geçirilen bir gecede kamp ateşinin etrafında çalınmaktadır bu müzik. Bu müzik gerçekçi bir tutkuyu izhar eder, yoğun bir ciddiyet içinde derin bir mest hâli.
Öyle bir hâl ki, Rumi’nin rubaileri sıklıkla şekerden bahseder ama tuzun acı tadını her zaman hatırlatır. (İran mutfağını bilenler aynı keyfiyetin şeftali ya da papayanın lezzetinden çok farklı bir mayhoşluğa sahip narda ya da gülsuyu veya kakuleyle tatlandırılmış enfes İran şekerlerinde olduğunu hatırlayacaklardır. Bu şekerler, mükemmel bir tatlılık bilgisi verir ama onu büsbütün teslim etmezler: kısıtlanmanın hazzı ve hazzın kısıtlanması.)
Arabi-Farisî müzik ve şiiri Avrupa sanat, kültür ve spiritüalizmi üzerinde büyük bir etki yaparak Batılı romantik geleneğinin oluşumunda temel katkı sahiplerinden biri oldu. (Romantik derken, duygusal, şairane, hülyalı gibi kavramlarla çevirebileceğimiz, kavramın sözlük anlamına işaret ediyorum, yoksa Romantik dönemin İngiliz ve Alman şairlerine değil. Bu romantizm kendini en çok Robert de Boron, Chrétien de Troyes ve Wolfram von Eschenbach gibi gerçek romantiklerin şövalye aşklarını ve kutsal kâse maceralarını yazdığı metinlerde gösterir. Bu metinlerde kişinin duyduğu aşk hem bir sembol olarak kullanılır hem de ilahî aşkı ve ona ulaşmanın yolunu somut olarak işaret eder.) Tam bir Batılı kavram olan “aşk şarkısı” son kertede tasavvuf menşeli olabilir.
Batılı ozanların2 çokça kullandıkları bir tema olan çok sevilen ama bir türlü elde edilemeyen kadın imgesini 11. yüzyıl Arapça aşk şiirlerinin yazarı olan uzri şairlerden3 aldıkları tartışma götürmez. Bu şairler, âşık oldukları kadınlara şeksiz şüphesiz boyun eğer ve onları mükemmel olarak görürler ki bu imge Batılı ozanların kullandığı âşık olunan kadın imgesiyle neredeyse birebir aynıdır. Ayrıca hem uzriler hem de Batılı ozanlar romantik aşkı insanın karakterini geliştirmesi ve temizlemesi için en güçlü araçlardan biri olarak görürler. (Âşık olunan kadın âşık olanın kendi tasarrufuyla elde edilemez. Bu kadın merhamet gösterir, iyilik yapar ve o merhamet göstermek ya da merhametini esirgemek konusunda tamamen özgürdür. Bu anlamda âşık olunan kadın ancak Tanrı ile kıyaslanabilir.)
Şövalye aşk hikâyelerinin kaynağı
Nihai kertede şövalye aşk hikâyelerinin oluşmasını sağlayan Batılı ozan geleneğinin gelişiminde esas etki sahibi olan Arapça ve Farsça tasavvuf literatürü, Avrupa’ya birçok farklı kanaldan girdi.
Haçlı seferleri, İtalya yarımadasının çoğunu yönetimi altında bulunduran Sicilya Kralı II. Frederick’in, içinde İslam kültürünü yaşatmaya çalıştığı sarayı ve Müslüman İspanya bu kanallardan sadece birkaçıydı. Uzri şairler ile akraba olan bir hissiyat tertibi Endülüslü yazar İbn Hazm tarafından Güvercin Gerdanlığı kitabında dillendirildi. Güvercin Gerdanlığı’nın, Batılı romantik geleneğin kanonu olan Andreas Capellanus’un yazdığı The Art of Loving Honestly (Dürüstçe Sevme Sanatı) kitabının doğrudan atası olduğu düşünülür. Bu kitap, Akitanya Düşesi Eleanor4 tarafından bizzat ısmarlanmıştır. Bazı araştırmacılar Capellanus, Dante, Boccaccio, Guido Cavalcanti, ressam Pedro de Pisa, Petrarch, Cardinal Francesco Barberino, Dino Compagni ve Brunetto Latini gibi önemli isimlerin Fedeli d’Amour ya da Fede Santa ismi verilen ve romantik aşkı hem bir mecaz hem de bilfiil manevi bir usul olarak kullanan gizli bir inisiyatik örgüte üye olduklarını savunur.
Ruzbihan Bakli5 (ö. 1209) gibi bazı büyük mutasavvıflar Henry Corbin gibi araştırmacılar tarafından İslami bir “Fedeli d’Amore” üyesi olarak tanımlanmıştır. Batılı Fedeli d’Amore ile ise hem Haçlı seferlerinde savaşırken bile İslam’a saygıda kusur etmeyen, Batı şövalyelerinin çiçekleri, Tapınak Şövalyeleri arasında hem de Şazeliyye diye bilinen tarikat arasındaki ilişkiye ve muhtemel bağlantıya dikkat çekilir.
Fakat Arapça ve Farsça müzik ve şiir ile Batılı ozanların ve dolayısıyla Batılı romantizmin, en doğrudan etkileşimi şu şekilde olmuştur. İlk Batılı ozan Guillem de Poitiers’in babası, Akitanya Dükü, ki kendisi Akitanya Düşesi Eleanor’un dedesidir, o zamanlar çok yaygın olarak yapılan feodal müsabakalardan birinde, bir İspanyol Emir’den, bir şarkıcı kadınlar grubu kazanmıştır. Bu gruplar hiç bilmezlerse yüzlerce şarkı bilirlerdi.
Guillem bu kadınlarla dolu bir sarayda büyüdü, aslında bu kadınlar onun dadılarıydı. Bu bağlantı, Arapça ve Farsça şiir geleneği ile Batılı ozanlar arasındaki bilinen tek dolaysız bağlantıdır. (Guillem ayrıca Neo-Platonizm ile de fazlaca ilgiliydi. Neo-Platonizm sufi ifade biçimlerini, her ne kadar doktrin ve pratik olarak İslami köklerini büyük ölçüde korumuş olsa da, çokça etkilemiş bir gelenektir.)
Her hâlükârda, Arapça-Farsça sufi şiir geleneğinin Batılı romantik gelenek üzerindeki etkisi derin ve yaygındı ve Batı’ya kesinlikle Rumi’den önce girdi.
Mevlana 1273 yılında vefat etti, Guillem de Poitiers ise 1126. Elizabeth dönemi şiiri6, kısmen İtalyan şiir geleneğinden, kısmen de Shakespeare’in -ama sufi gazelleri tarzında daha melankolik bir tonda okunan şekliyle- sonelerinden, etkilendi. Fakat onu büyük ölçüde bu sufi gelenek etkiledi. 20. yüzyıl gibi geç bir dönemde dahi, Juan Ramón Jiménez ve Antonio Machado gibi İspanyol şiirinin önemli isimlerinde tasavvufi temalara rastlanabilir.
Rumi, Mesnevi mütercimi Reynold Nicholson tarafından keşfedilmeden ve daha sonraki dönemde Amerikalı şair Robert Bily ve Coleman Barks tarafından popülerleştirilmeden (tahrif edilmiş bir versiyonu tabii ki!) çok önce Goethe (1749-1832) tarafından keşfedilmişti.
Goethe’nin şiirlerini topladığı Doğu-Batı Divanı adlı eserinde Farsça şiirin onu ne denli etkilediği açıkça görülebilir. Emerson (1803-1882) ve New England Transandantalistleri7 de Farsça şiir geleneğine aşinaydı. Rumi’nin ve diğer Müslüman şairlerin, İslam’dan soyunmuş bir şeklinin Batı’ya tanıtılması bu Hıristiyanlıktan soyunmuş şairler eliyle yapıldı.
Tahrif edilmiş Rumi, şu anda küreselciler tarafından darü’l-İslam’ın altını oymak için kullanılıyor. Darü’l-İslam ki ilahi vahye dayanan ve kısmen de olsa geleneksel diyebileceğimiz dünya üzerinde kalan son toprak parçası.
Dillendirilmemiş esin perisi
Manevi destek için bilinçli olarak tasavvufi eserlere yönelen bu ünlü yazarlar haricinde, tasavvufi şiirin henüz fark edilmemiş etkisi 20. yüzyılda dahi görülmektedir. Bu etki edebî baladlar8 yoluyla gelmiştir ve popüler müziği etkilemiştir.
Bunun güzel bir örneği 1780’de Jean Paul Égide Martini tarafından yazılan “Plaisir d’Amour” isimli şarkıdır. Bu şarkı daha sonra Joan Baez tarafından kısmen İngilizceye tercüme edilmiştir:
- “Aşkın neşesi
- Sadece bir dakika;
- Fakat aşkın acısı devam eder
- Bir ömür boyu
- Gözlerin gözlerimi öptü
- Aşkın onların içinde parladığını gördüm
- Bana cenneti getirdin tam o anda
- Gözlerin gözlerimi öptü
- Aşkım beni seviyor
- Bir mucizeler dünyası, görüyorum;
- Bir gökkuşağı pencereme aksediyor;
- Aşkım beni seviyor.
- Fakat şimdi o gitti
- Şafakla kaybolan bir rüya gibi
- Ama gönül telimde o sözlerin tınısı kaldı
- Aşkım beni seviyor.”
- Bu sözleri aşağıdaki rubailerle karşılaştırın:
- “Seni anmak sadece seni benden gizler, ey Sevgili.
- Yüzünün aydınlanması sadece onu perdeler, ey Sevgili.
- Dudaklarını hatırlamak, ki biliyorum şu an onlardan uzağım;
- Dudaklarını hatırlamak aslında onları kaybetmektir, ey Sevgili.”
- “Ben Aşk’ın Âşığıyım – ve Aşk? O da beni seviyor.
- Beden ruha âşıktır, ve ruh da bedene.
- Bazen boynunu kollarımla sararım;
- Bazen de o beni hırkamdan yakalar, tıpkı bir âşık gibi.”
- “Ayağını bastığında yeryüzünün tozu toprağı mutlu oldu ve yeşile kesti;
- Neşeye gebe, yüzlerce gonca tomurcuklandı.
- Ayağını bastığında yıldızlar ve gökyüzü hep birlikte haykırdı:
- Bu yaygaranın içinde, bir yıldız Ay’dan bir nazar yakaladı.”
- “Tanrı o Levha’ya ‘Yakında bir olacağız’ yazdıysa
- O vakit neden bunca çatışma ve şiddet, ey dostum?
- Eğer senin için kötü olduysam, yakındır bu beladan kaçman-
- Ve eğer iyi olduysam, aşkımız hatıralarda yaşayacak.”
Bir diğer örnek ise Sarah Teasdale’in (1884-1933) yazdığı “Umursamayacağım” (I shall not care) isimli şiirdir. Şiir, Pearls Before Swine isimli folk-rock grubundan Tom Rapp tarafından 1967 bestelenmiş ve kayda alınmıştır:
- “Öldüğüm zaman
- Ve üzerime pasparlak bir nisan
- Yağmurdan ıslanmış saçlarını silkelediğinde,
- Sen de eğilmelisin
- Üzerime kırık kalpli,
- Umursamayacağım
- (Umursamayacağım.)
- Huzurlu olacağım
- Tıpkı yapraklarla dolu bir ağaç gibi
- Yağmur boyun eğdiğinde
- Ben de olacağım
- Daha sessiz ve duygusuz
- Senin şimdi olduğundan
- (Senin şimdi olduğundan.)”
Bu şarkıyı Rumi’nin aşağıdaki rubaileri ile kıyaslayın. Tanrı’nın herkesten iyi ve elde edilmesi zor olduğunun söylendiği kısımda yukarıdaki şiirle benzer duygu ifade edilmiştir ama aynı sonuca varılmamıştır:
- “Aşk ve iman beni sana bağlasa da
- -ki sen durmadan azap veren güzellik-
- Yine de, sabırlıyım. Ama sen utanmıyor musun,
- Bir gün olsun, kalbimde bıraktığın bu acıdan?”
- “‘Eğer kendimi mahbubumdan uzak tutarsam’ dedim kendi kendime
- ‘Belki beni özler’.
- Çalıştım çabaladım, ama hep başarısız oldum:
- Kendimi nasıl Sen’den saklayabilirim ki?”
- “Şu dudakların mahvettiği gönlüm
- Bahar vakti bahçelerde dolaşmayacak bir daha.
- Ağaçların dalları secde eder, durmadan, durmadan,
- Rüzgârın gücüne.”
- “Mezarımın yanından geçtiğin gün, otur başına ve itiraf et
- Beni, seni ister hâle getirerek, öldüren sendin.
- O zaman haykırırım, içine karıldığım topraktan:
- ‘Ah benim kaybettiğim! Ah asrın Yusuf’u!’”
Hakiki Rumi
Batı’da aşk edebiyatının, romantizmin Katolik Kilisesi ile arası her zaman sıkıntılı olmuştur, tıpkı tekkenin ve medresenin arasındaki ilişki gibi. Mutasavvıflar neredeyse her zaman İslam’ın zâhirî kurallarına bağlı Müslümanlar olmuştur.
Maneviyatları, bazen makbul görülmese de, her zaman İslam dininin temel doğrularının meşru bir ifadesidir. Mutasavvıflar bu ifadelerini Kur’an-ı Kerim’in çoğunlukla bâtıni yorumlarından çıkarırlar.
Romantizm ise Batı’da, tasavvufun İslami olmasından çok daha az Hıristiyan’dır, en azından Dante ikisini sentezlemeden önce böyleydi. Buna bir örnek verirsek, romantizm Güney Fransa kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Bu bölgede mülhid Katharlar9 ortaya çıkmıştır. Provence bölgesi Albigeois Haçlı seferiyle Hıristiyanlaştırıldıktan hemen sonra, Batılı ozanlar yerel bir lordun karısını değil de Kutsal Bakire’yi şiirlerinde âşık olunan kadın koltuğuna oturtmuştur. Ayrıca şunu anlamak da önemlidir; tasavvuf manevi bir aşk edebiyatından ibaret değildir. Tasavvufta, felsefi ya da metafizik anlayış ve sıkı bir zühd anlayışı iç içedir.
Rumi’nin ve onun gibi şair mutasavvıfların İslam’ın zâhirî kısmına karşı çıktıklarını düşünmemizin sebebi romantizmin Hıristiyan ortodoksisi ile arasındaki belirsiz ilişki olabilir. Fakat bu düşünce tamamen yanlıştır. Farsça şiir, tıpkı Neşideler Neşidesi10 gibi, insan aşkını Tanrı’ya duyulan aşkın bir mecazı olarak almak kabiliyetindeydi. Bu mecaz, bizim içinde yaşadığımız post-Hıristiyan, modern toplumda anlaşılması neredeyse imkânsız bir mecazdır. Anında cinsel ilişkiye indirgenmeyen bir aşkı hayal edemeyen biziz, Celaleddin Rumi değil.
Onun mürşid-i kâmili Şems-i Tebrizî’ye duyduğu aşk, hem doğrudan tutkulu hem de neredeyse tamamen kişiler ötesi, manevi bir aşktı. Rumi, Şems kaybolduğunda sadece maşukunu kaybettiği için ağlamadı, o aynı zamanda, ne zaman baksa Tanrı’nın veçhinden başkasını görmediği, içindeki bir aynayı kaybetti. Eğer Batılı ozanlar çapkın birer güzellik düşkünü değil de keşiş olsalardı, Hıristiyanlığa, sufilerin İslam’a yakın olduklarından çok daha yakın olurlardı.
Son olarak söylemek gerekir ki, şiir sanatı Celaleddin Rumi için çok da önemli bir şey değildi. O en başta bir veli ve mürşitti, ancak ondan sonra bir şairdi. Burada Kur’an-ı Kerim’deki Şuara suresinden şu kısmı hatırlamak gerekiyor:
- “Haber vereyim mi size şeytanlar kimin üzerine inerler?
- Vebal yüklenici her bir sahtekâr üzerine inerler.
- Onlar kulak verirler ve ekseri yalan söylerler.
- Şairler, bunların arkasına da sapkınlar düşerler.
- Görmez misin bunlar her vadide hayran olurlar.
- Hem de onlar yapmayacakları şeyler söylerler.
- Ancak iman edip iyi ameller işleyenler ve Allah’ı çok zikredenler ve kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar müstesna.”11
Rumi’nin kendisi de şiir ile ilgili kendi görüşlerini şu şekilde serdeder:
“Benim bir huyum vardır ki, benden hiçbir kimsenin gönlü kırıldığını istemem. ... Benim huzuruma gelen ahbabın melül olmalarından havfen, onunla meşgul olsunlar diye şiir söylerim. O kadar terk ettiğim hâlde, yine şiir söylemek icab eder. Yoksa şiir nerede, ben nerede!... Vallahi ki ben şiirden bizarım ve benim indimde şiirden beter bir iş yoktur. Benim şiir söylemem ona benzer ki, bir kimse misafirin arzusuna tebean elini işkembeye sokup yıkar. Mademki misafir işkembe iştiha eylemiştir, benim için bu lazımdır.”12
Bu hakiki Rumi’dir. Kendi hayal perdelerinde yarattıkları Rumi tasviri üzerinden yine sadece kendilerini beğenerek onu edepsizce kullandılar. Bunu yaparak, hakiki manevi hayatın gerçek düşmanlarına yardım ve yataklıkta bulundular. Onlar, zamanı geldiğinde, uyanacak ve hiç kimseye acıması olmayan o aynada hakiki akislerini görecekler. O gün ya bir pişmanlık ya da çaresizlik günü olacak.
1) Tüm Fihi Ma Fih alıntıları Konuk’un tercümesinden yapılmıştır. Mevlana Celaleddin Rumi, Fihi Ma Fih, ed. Dr. Selçuk Eraydın, trc. Ahmed Avni Konuk (İstanbul: İz Yayıncılık, 1994), 28.
2) Troubadour. Eski Oskitanca şiirleri besteleyen ve okuyan ozanlar bu isimle anılırdı. 11. yüzyılda başlayan bu ozanlık geleneği daha sonra İtalya ve İspanya’ya yayıldı ve 14. yüzyılda tamamen kayboldu. Bu ozanların şiirleri genellikle şövalyelik ve soylu aşk idi. Buradan sonra Troubadour kelimesi Batılı ozan olarak çevrilecektir.
3) Beni Uzre kabilesine mensup şairlerdir. Bu şairler şiirlerinde iffetli aşkı konu edinirler.
4) Akitanya Düşesi Eleanor (1122-1204) 1137 senesinde babasının vefatıyla hem Akitanya düşesi unvanını kazanmış hem de dönemin Fransa kralı VII. Louis ile evlenerek Fransa kraliçesi olmuştur. Döneminin en güçlü ve zengin kadınlarından biridir.
5) İranlı meşhur sufi, âlim ve şair.
6) Kraliçe Elizabeth’in hüküm sürdüğü dönemde (1558-1603) yazılan İngiliz edebiyatını işaret etmek için kullanılan bir terimdir. Bu dönem, İngiliz edebiyatının en parlak dönemi olarak kabul edilir.
7) Transandantalizm 19. yüzyılın başlarında Amerika’da ortaya çıkan ve Ralph Waldo Emerson (1803-1882) etrafında kurulan edebî, siyasi ve felsefi bir harekettir.
8) Balad bir müzik eşliğinde okunmak için yazılan bir şiir türüdür. Önemli olaylar hakkında olabileceği gibi konusu aşk veya kahramanlık da olabilir. Yazarı genellikle bilinmez. Edebî baladları geleneksel baladlardan ayıran en önemli özellik ise yazarının belli olmasıdır.
9) Fransa’nın Albi bölgesinde ortaya çıkan ve 12-13. yüzyıllarda Avrupa’nın batısını etkisi altına alan bir tarikattır. Kilise’nin görüşlerine karşı çıkmış ve reenkarnasyonu kabul etmiştir. 1209 yılında 30.000 kişilik Haçlı ordusu Papa’nın emriyle bu bölgeye gelerek kadın ve çocuk ayırmadan herkesi katletti. Saldırıdan kurtulanlar engizisyon mahkemelerinde yargılanarak idam edildi. Bu olay, Albigeois Haçlı Seferi ismiyle ünlenmiştir ve Haçlılar tarafından sadece Avrupalı düşmanlara karşı yapılmış tek saldırıdır.
10) Süleyman’ın Ezgisi, Tevrat ve Zebur’u kapsayan, Museviliğin kutsal kitabı Tanah’ın son bölümü olan Ketuvim’in bir parçasıdır. Şulamlı bir kadın ve bir adam arasındaki aşk hikâyesini anlatır. Kitabın Hz. Süleyman tarafından yazıldığına inanılmaktadır.
11) Şuara, 221-227.
12) Fihi Ma Fih, 70.