Holokost’tan Oscar’a Hollywood’un Kültürel İktidarı
Sinemanın evrimiyle birlikte Hollywood, küresel sinema endüstrisinin belirleyicisi hâline geldi. Bu değişimle birlikte sinema sadece film gösterimleriyle sınırlı kalmayıp bir toplumun kültürüne ve tarihine dair var olan algıyı şekillendirebilen bir sisteme dönüştü. Hollywood’un kendi yarattığı kültürü, dünya geneline ihraç etmesi ve geçmişi manipüle edebilmesi, izleyicilerine belirli bir perspektifi dayatma gücü verdi. Bunu en iyi yaptığı alanlardan biri de siyonizm propagandası. Bu durum, sinemanın sadece bir eğlence aracı ya da sanattan ibaret olmadığını, aynı zamanda toplumsal algıları ve değerleri yönlendiren, olayları kavrayışımıza şekil veren bir yapı olduğunu gösterdi.
Sinemanın evrimine dair bu dönüşümün kökenini, sinemanın ve Hollywood’un doğuşuyla ilişkilendirirsek konuyu daha açık bir şekilde anlayabiliriz. Sinema, 1895’te Fransa’da Lumiere Kardeşler tarafından keşfedildi. Avrupa’nın iki büyük savaşı, kıtayı harap edince, birçok Avrupalı sanatçı ve yatırımcı Amerika’ya göç etti. Özellikle Doğu Avrupa kökenli Yahudi göçmenlerin çoğunlukta olduğu bu topluluk, Amerika’nın film endüstrisini belirleyecek ve Hollywood’un temelini oluşturacak yeni prodüksiyon şirketleri kurdu. Bunlar, William Fox, Carl Laeammle, Adolph Zukor, Marcus Loew ve Warner kardeşlerdi. Hollywood gelişmeye ve büyümeye devam ederken diğer yapım şirketlerinin yönetici pozisyonlarında da Yahudiler etkin hâle geldi. Örneklendirmek gerekirse; News Corp. Yöneticisi Peter Chernin, Paramount Pictures Başkanı Brad Grey, Walt Disney İcra Kurulu Başkanı Robert Iger, Sony Pictures Başkanı Michael Lynton ve Warner Bros Başkanı Barry Meyer Yahudiydi. Hatta CBS Corporation
İcra Kurulu Başkanı Leslie Moonves’in büyük amcası İsrail’in ilk başbakanıydı. Bu isimler sadece Yahudi değiller tabii, aynı zamanda siyonistler.
Bu şirketler hemen hemen her yıl “Yahudi Soykırımı”nı anlatan filmler yayınlıyor. Yaptıkları filmler bir trajediyi anlatmaktan fazlasına hizmet ediyor tabii ki: Dünyanın İsrail’e karşı sessizliğine zemin hazırlıyorlar. Bugüne kadar izlediğimiz, II. Dünya Savaşı’nı konu alan filmleri düşünün; neredeyse tamamı Holokost’u merkeze alıyor. Hollywood politik, kültürel, tarihi ve sosyal konularda belirli bir bakış açısının öne çıkmasına neden olmakla kalmayıp sürekli olarak belli bir ideolojiyi dayatıyor.
Hollywood’un tarihsel gerçekliği ele alışı da saptırma veya abartma eğilimi gösteriyor. Nazilerin Yahudileri katletmesinin, tarihi bir gerçek olduğunu hepimiz biliyoruz. Fakat Naziler, Avrupa’da sadece Yahudileri öldürmediler. Sistematik olarak Romanları ve engellileri de katlettiler. Fakat Nazilerin kimi düşman bellediği sorusuna herkesin ilk cevabı aynı oluyor; Yahudiler. Bu cevapta sinemanın, Hollywood’un etkisi sizce ne kadar büyük?
Hollywood’da üretilen Yahudi filmlerinin ana teması, Yahudilerin dünyanın en mazlum halkı olduğu tezidir. Yaşanan trajedinin benzersiz olduğu ve insanlık tarihinde buna benzer bir şey yaşanmadığı da özellikle vurgulanır. Acıları kıyaslamak, bir acının büyüklüğünü sorgulamak elbette doğru değil. Ancak Holokost filmleriyle bize, Yahudilerin acılarının dünyadaki tüm acılardan daha büyük ve daha üstün olduğu mesajı veriliyor. Yahudi kurbanların diğer kurbanlardan daha üstün olduğu savı empoze ediliyor. Bu filmler aracılığıyla izleyiciye, ne yapılırsa yapılsın Yahudilere karşı işlenen suçların asla telafi edilemeyeceği dayatılıyor; dünya halklarının, Yahudilere hep bir borcu olduğu dikte ediliyor. Norman Finkelstein’in dediği gibi; “Holokost’un benzersiz olduğu iddiası aslında Yahudiliğin benzersiz olduğu iddiasıdır.”
Dünyanın en büyük küresel etkiye sahip sineması olan Hollywood’da hakimiyet kuran Yahudi yönetmen ve yapımcıların çokluğu, Yahudi aleyhtarı -haklı veya haksız- her tepkiye en başından mâni oluyor, Yahudi karşıtlığına karşı bir kalkan görevi görüyor. Yahudilik aleyhine olabilecek tarihî gerçekliklerin dahi önü kesiliyor. Mesela, Mel Gibson’ın yönetmenliğini yaptığı Tutku: Hz İsa’nın Çilesi (The Passion of the Christ, 2004) filmi, Hz İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki son 12 saatini konu ediyor. Film, Yahudileri aşağıladığı ve antisemitizm yaptığı iddiasıyla büyük tepkilere maruz kalmıştı. Filmde İsa’yı oynayan aktör Jim Caviezel, Hollywood kariyerinin İsa’yı oynadığı için mahvolduğunu ve sektördeki birçok kişi tarafından dışlandığını söylemişti. Dünya çapında 400 milyon dolardan fazla gişe hasılatı elde etmesine rağmen film, dağıtımcı bulmakta zorlanmış ve Yahudi karşıtı olduğu gerekçesiyle her aşamasında kınanmıştı.
- Hollywood kelime anlamı olarak “sihirli asa” demektir. Bu sihirli asa sayesinde mağlubiyetleri zafer gibi pazarlamanız ya da cinayetleri halk mücadelesi olarak göstermeniz mümkün.
Bu sihirli asa ile Yahudilerin ilelebet mağdur olduğu, büyük zulme ve haksızlığa uğradığı izlenimi oluşturularak, onlara daima özel bir hassasiyet gösterilmesi ve bir kez daha mağduriyet yaşamamaları için sürekli korunmaları gerektiği mesajı açık veya örtülü kanallardan aktarılıyor. Yaratılan bu imaj aracılığıyla, Yahudilere yönelik eleştiride bulunmak veya herhangi bir olumsuz görüş belirtmek, siyonizmi ya da İsrail’i eleştirmek hemen antisemitizm ve ırkçılıkla suçlanmaya sebep oluyor.
Oscar’ın daimî kazananı: Holokost
Oscar Ödülleri olarak bilinen Akademi Ödülleri, Hollywood’un bir başka hakimiyet alanı. Sinema dünyasının en büyük organizasyonu olan Akademi (Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi), Elia Süleyman’ın Kutsal Direniş (Divine Intervention, 2002) filmini Oscar adayı olarak değerlendirmeyi reddetmiş, Süleyman’ın devletsiz olmasını gerekçe göstermişti. Elia Süleyman, Nasıra’da Hristiyan bir ailede doğmuş, İsrail pasaportuna sahip bir Filistinli. Resmi olarak İsrail vatandaşı olsa da filmini bir Filistin filmi olarak sunmuştu ve bu yüzden de kabul edilmemişti. Akademi yetkilileri “Akademi, Birleşmiş Milletler tarafından tanınmayan ülkelerin filmlerini kabul etmiyor.” açıklamasını yapmıştı. Oysa İsrail’i tanıyan aynı Birleşmiş Milletler kararı Filistin’i de tanıyordu. Dolayısıyla Filistin bir devlet olarak kabul edilmiyorsa, aynı durum İsrail için de geçerli olmalıydı. Akademi’nin bir diğer gerekçesiyse, bir filmin En İyi Yabancı Film kategorisine seçilebilmesi için ilk önce kendi ülkesinde gösterilmesi gerektiğiydi. Fakat işgal altındaki Filistin topraklarında fiilen işleyen sinema salonu bulunmuyordu.
Birkaç yıl sonra tutumunu değiştiren Akademi, Hany Abu-Assad’ın Vaat Edilen Cennet (Paradise Now, 2005) filmini Yabancı Dilde En İyi Film Dalında aday olarak kabul etmişti. Başlangıçta filmi kendi web sitesinde “Filistin’i temsil ediyor” olarak tanıtan Akademi, siyonist grupların protestoları ve baskıları sonucunda Vaat Edilen Cennet’in “Filistin toprakları”ndan olduğunu belirten bir bilgi formu yayınlayarak geri adım atmıştı.
Akademi’nin İsrail’e ve siyonizme kredisi ise oldukça fazla. İsrail, Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar ödülüne en fazla aday gösterilen Orta Doğu ülkesi. Hollywood’un sınırsız imkân sunduğu, daha çok komedi filmleriyle bildiğimiz Siyonist yönetmen Woody Allen ise oyuncularına en çok Oscar kazandıran yönetmen olarak biliniyor. İsrail’i açıkça destekleyen Allen, İsrail’i eleştirmenin aslında gizlenmiş Yahudi düşmanlığının açığa vurulması olduğunu söylüyor. Bir röportajında Yahudilerden hoşlanmayan insanların, Yahudileri eleştirmek yerine İsrail’i eleştirdiğini ifade etmişti. Ünlü yönetmen ayrıca hiç ziyaret etmediği hâlde İsrail’in harika bir ülke olduğunu ve kurulduğundan beri onu desteklediğini de açıklamıştı.
Benzer şekilde bir diğer siyonist yönetmen Steven Spielberg’ü de örnek gösterebiliriz. İsrail ve Amerika militarizminin suçlarını filmlerle temizleyerek suça ortak olan Spielberg, Er Ryan’ı Kurtamak’tan Münih filmine dek çektiği filmlerle işgalcileri kahramanlaştırmaya çalıştı. Spielberg’ün, Alman bir iş adamının binin üzerinde Yahudi’yi kurtarmasını anlatan Schindler’in Listesi (Schindler’s List) filmi 1993 yılında “En İyi Film” dahil 7 dalda Oscar kazanmıştı. Birçok film çekmiş olan Spielberg’ün bu filmi çekene kadar hiç Oscar almaması da bir rastlantıdan çok Hollywood’daki Yahudi etkisinden kaynaklanıyor.
Roman Polanski’nin yönettiği Piyanist (The Pianist) filminde Polonyalı bir Yahudi piyanistin, Nazilerin Polonya’yı işgal etmesinden sonraki yaşam mücadelesi anlatılır. Bu film de 2002 yılında 3 dalda Oscar kazanmıştı. Aslına bakarsanız, Yahudi Soykırımını ele alan filmlerin birçoğu, çoğu zaman Oscar kazanır.
Akademi’nin Holokost filmlerine ödül vermesi Hollywood içerisinde de alay konusu oluyor. Ricky Gervais’in unutulmaz Figüran (Extras, 2005) dizisi sahnelerinden birinde, Kate Winslet, dört kez Oscar’a aday gösterilmesine rağmen ödül alamamasını hiciv dolu bir espri ile “Şimdi bir Holokost filmi yapmalıyım, mesela Schindler’in Listesi veya Piyanist. O zaman alabilirim.” diyerek ironik bir şekilde Akademi’yi eleştirmişti. Winslet, sonraki yıllarda; savaş sonrası Almanya’da genç bir adamın daha yaşlı bir kadına duyduğu saplantılı aşkı, o aşkın onu savaş suçları mahkemesine ve korkunç bir gerçeğe savuruşunu konu eden Okuyucu (The Reader, 2008) filminde başrol olarak yer aldı. Winslet’in bu filmle Oscar kazanması Figüran dizisindeki şakasını, mizahi bir gerçekliğe ve trajikomik bir duruma dönüştürdü. Gervais, Altın Küre ödül töreninde sahneye çıktığı sırada, Winslet’in bu filmle ödül almasını hatırlatıp “Sana bir Holokost filmi çekmeni söylemiştim Kate” diyerek, dizideki bu mizahi olaya bir gönderme yapmıştı.
Stanley Kramer’in Nürnberg Duruşması (Judgement at Nuremberg, 1961) filmi 2 Oscar kazanmıştı. İtalyan Yönetmen Roberto Benigni’nin Hayat Güzeldir (Life is Beautiful) filmi, 1999’da 3 Oscar ödülü almıştı. 2009 yılında yapılan Quentin Tarantino’nun yazıp yönettiği Soysuzlar Çetesi (Inglourious Basterds, 2009) ise 1 Oscar ödülü almıştı. Bu filmlerdeki temsiller, bir taraftan belirli bir topluluğun mağduriyetini vurgularken bir taraftan da diğer halkların mağduriyetlerinin üstünün örtülmesine ve farklı bakış açılarının bastırılmasına sebep oluyor. İzleyicilerin tarihe ve olaylara bakışlarını etkileyerek belli bir dünya görüşünün yayılmasına ve dolayısıyla bu dünya görüşünün benimsenmesine katkı sağlıyor.
Hollywood sadece İsrail veya Amerika’nın zaferlerini öne çıkarıp cinayetlerini aklamakla kalmıyor, aynı zamanda Müslüman ve Arap karakterleri olumsuz bir perspektifte sunuyor. Lübnanlı- Amerikalı kitle iletişimi uzmanı Profesör Jack G. Shaheen, kitaplarında 11 Eylül 2001’den sonra Hollywood filmlerinde Arap ve Müslüman karakterlerin bilinçli şekilde olumsuz bir imajla gösterildiğini vurguluyor. Yaklaşık bin Hollywood filmini analiz eden Shaheen, bu filmlerde Müslüman veya Arap Amerikalıları tiksindirici ve genellikle Amerikalıları öldürmek isteyen karakterler olarak yansıtıldığını belirtiyor. Jack Shaheen Hollywood’un Arap kimliğini, kötü adam stereotipi olarak kullandığını ifade ediyor.
Dostoyevski Ezilenler kitabında şöyle söyler: “Bir aslanı gün boyu takip etseydiniz ve aslanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız günün sonunda bu aslanın bir ceylan yakalayıp yemesi sizi mutlu ederdi. Aynı hikâyeye ceylanı takip ederek başlasaydınız ve ceylanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız günün sonunda bu ceylanın bir aslan tarafından yenmesi sizde bir öfke uyandırırdı.”
Hollywood’un kurduğu düzende bize hep Yahudilerin uğradığı katliam gösterildi. Yahudilerin, Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurmaya neden hakları olduğu anlatıldı. İsrail devletinin varlığının ve varlığını sürdürmesinin gerekçeleri sunuldu. Bu düzende ceylanların ölümü hep görmezden gelindi. Filistinlilerin yaşadıkları acı ve işgal hiç gösterilmedi.
İçimizdeki adalet duygusu, hangi hikâyeyi ne kadar süreyle takip ettiğimize göre şekillenmesin diye, Filistinli çocukların, küçük ceylanların da hikâyesi bilinsin diye Hollywood’a karşı eleştirel yaklaşmak, onun bu gücü ve etkisi üzerinde baskı oluşturmak zorundayız.