Hilafetin ilgasında iki sima

3 Mart 2024. Yüzyıl önce bugün TBMM Genel Kurulu’nda halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının Türkiye dışına çıkarılmasına dair kanun teklifi kabul edildi.
Devletteki zayıflama Halife-Padişah’ın etkisinin ve gücünün azalmasına, kudretini gittikçe yitirmesine neden olmuştur. Tam da bu süreçte hilafetin meşruluğu tartışılır hâle gelmiştir. Bu tartışmalar çok yönlü ve çok taraflı bir hâl alarak sadece dışta değil merkeze de sirayet etmiş, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte halifenin konumu tekrardan sorgulanmaya ve tartışılmaya başlanmıştır.
- Hilafetin kaldırılması fikri, azımsanmayacak ölçüde İslâmcılar, dönemin din âlimleri hatta bir tarikat şeyhi tarafından da desteklenmiştir. Sürece katkısı olanlardan biri, 3 Mart 1924’te kanun teklifini veren Halvetî ve Kâdirî şeyhi olan Mustafa Saffet Yetkin’dir.

Bir diğeri ise dönemin adliye vekili olan Seyyid Bey’dir. Şeyh Saffet Efendi, elli üç arkadaşı ile süreci resmî olarak başlatmış, Seyyid Bey ise oylamadan önce yaptığı uzun ve ikna edici konuşması ile muhalifleri sindirmiştir.
Şeyh Saffet Efendi meclisin Urfa mebusudur. Klasik bir Osmanlı âlimi olan Saffet Efendi gençliğinde Mısır’a gidip Ezher’de eğitim almış döndüğünde de muallim olarak atanmıştır. II. Meşrutiyet döneminde yapılan üç seçimde de Urfa mebusu seçilmiştir. Aynı zamanda Kâdiriyye tarikatının Hâlisiyye koluna intisap ederek hilâfet almıştır. Aksaray’daki Oğlanlar Tekkesi’nde vekâleten şeyhlik yapmış bu görevi ile Meclis-i Meşâyih reisliğine getirilmiştir. Saffet Efendi hem Cem’iyyet-i Sûfiyye’de bulunmuş hem de Şâzeliyye şeyhlerinden İbn Atâullah el-İskenderî’nin el-Hikemü’l- Atâiyye eserini Türkçeye tercüme etmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yayımlanan dinî ve tasavvufî bir dergi olan Tasavvuf’un hem başmuharriri hem de imtiyaz sahibi olmuştur. Şeyh Saffet Efendi bütün bir hayatı ile klasik bir Osmanlı âlimidir. İzmirli İsmail Hakkı ile tasavvuf kitaplarındaki hadislerin sıhhati konusunda başlayan tartışmasındaki görüşleri bunun bir delilidir. Böyle bir zatın hilafetin kaldırılması için meclise teklif vermesi meselenin anlaşılması kritik bir noktadır.

Seyyid Bey ise Saffet Efendi’ye nazaran daha modern ve İslamcı bir kişiliğe sahiptir. İzmir’de doğan Seyyid Bey iyi bir medrese eğitimi aldıktan sonra İstanbul’a gelip Dârülfünun Hukuk Fakültesine girmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte İttihat ve Terakki’ye katılarak siyasete girmiş ve üç dönem İzmir mebusluğu yapmıştır. Hem modern hem de İslam hukuku bilgisi olması problemleri çözme konusunda Seyyid Bey’i öne çıkarmıştır. II. Meşrutiyet, Millî Mücadele ve Cumhuriyet’in kuruluşu safhalarında önemli görevler almıştır. Talat Paşa’dan sonra İttihat ve Terakki’nin başına geçmiş, Mustafa Kemal’in daveti ile kendisine hukukî konularda danışmanlık vermiş, son olarak da adliye vekilliğine getirilmiştir.

Seyyid Bey, hilafetin kaldırılması için verilen teklif mecliste görüşülürken adliye vekili olarak uzun bir konuşma yapmış, hilafeti ve halifeliği hem tarihî olarak hem de şer’i olarak açıklamaya çalışmıştır. Seyyid Bey, “Hilâfetin Mâhiyyet-i Şer‘iyyesi” başlıklı bu konuşmasında halifeliğin dini değil dünyevi bir kurum olduğunu savunmuş, hilafeti hakiki ve sûrî olmak üzere ikiye ayırmış ve halifeliğin gerçek bir hilafet olmadığını söylemiştir:
“(…) Benim asıl maksadım meselenin dinî cihetini, İslâmiyetin hilafet meselesi hakkındaki tarz-ı telakkisini izhar etmektir. Siyasi cihetini beyan maksadımdan haricdir. Ben ona karışmam! O ciheti Meclis-i Âlî halleder. Evvelemirde şu ciheti arzedeyim ki hilafet meselesi dinî olmaktan ziyade dünyevi bir meseledir ve itikat meselelerinden değil, millete ait hukuk ve mesâlih-i âmme cümlesindendir. İtikada taalluku yoktur (…)”
Seyyid Bey’in yaptığı bu konuşma hem mantık örgüsü hem de ikna ediciliği bakımından dönemin şartları içerisinde kabul görmüş ve savunulur bir hâle gelmiştir. Konuyu birçok taraftan ele alan bu konuşma, halifelik makamına, bir İslam hukukçusu tarafından getirilmiş ciddi bir eleştiridir de aynı zamanda:

“(…) Din-i İslâmda Allah ile kul arasına girecek bir vasıta yoktur. Bu bir hakikat-ı İslâmiyedir. Ne şeyh ne mürşit ne müctehid ne imam ne de bilmem kim asla vasıta olamaz. İslâmiyette ruhaniyet, teşkilatı-ı diniye yoktur. Papa, Hz. İsa’nın lâ-yuhtî vekilidir. Hz. İsa namına emr u nehy eder. İslâmiyette böyle bir şey yoktur. Hiçbir kimse Hz. Peygamber’in teşrî-i ahkâmda vekili değildir.”
Seyyid Bey yaptığı bu konuşmadan sonra halifelik makamı kaldırılmış ve hanedan üyeleri yurt dışına çıkartılmıştır. Hiç şüphe yok ki hem medreseli hem İslâm hukukçusu hem de bir İslâmcı olarak bu sürece katkısı açıktır. Halifelik kaldırıldıktan sonra, 5 Mart 1924’te Seyyid Bey’in içerisinde bulunduğu İnönü hükumeti istifa etmiş ve bir gün sonra kurulan yeni hükumette Seyyid Bey’e yer verilmemiştir. Adliye vekilliğinden sonra kısa bir süre daha milletvekili olarak devam etmiş yasa gereği milletvekillerinin bir başka memuriyette bulunmaları yasak olduğundan ötürü müderrislik ve vekillik arasında bir tercihte bulunarak vekilliği bırakıp Darülfünun’daki görevine dönmüştür. Bu süreçten bir yıl sonra 8 Mart 1925’te İstanbul’da vefat etmiştir. Sultan Mahmut türbesine defnedilen Seyyid Bey’in mezarının yeri belli değildir. Şeyh Saffet Efendi için de durum farklı değildir. Meclisin üçüncü dönem seçimlerinde seçilememiş ve o da bir nevi kenara itilmiştir. Bir dönem önemli görevlerde ve kritik konumlarda bulunan böylesi zatların unutulması, mezar yerlerinin bile belli olmaması siyaset açısından da düşünülmesi gereken ayrı bir bahistir.
Öncesi ve sonrasıyla hilafet meselesi imparatorluğun yarım yüzyılını meşgul etti. Cumhuriyeti kuran kadro bu konunun ileride gerçekleşecek inkılaplardan dolayı kendilerine ayak bağı olmaması için bu meseleyi baştan bitirmek istedi. Lozan’dan sonra ciddi bir eksen kayması yaşayan kadronun hem dine hem de dini kurumlara almak istedikleri mesafenin bir sonucuydu bu. İslamcıların ve muhaliflerin meclisten tasfiyesi, Seyyid Bey ve Şeyh Saffet Efendi gibi iyi niyetli zatların olması süreci daha da hızlandırdı. Hilâfet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olması sebep gösterilerek ilga edildi. Bu yüzyıllık süre zarfında dahi hilafet tartışmaları cılız ve yetersiz de olsa devam etti. Yazılanların ne kadarının meseleyi anlamamıza ve tahkim etmemize yaradığı ne kadarının ciddi olduğu üzerinde durmamız gereken konular arasındadır.