Her şeyin başı anneciğimin gösterdiği yoldur
" Kur’an okurken, sakın yüzünü buruşturma kızım. Yüzün muntazam dursun, Kur’an’a yakışan bir vakarla oku” derdi. Bazıları sallanarak da okur, asla izin vermezdi. “Saygılı, edepli, ölçülü olun” derdi. Annemden öğrendiğim güzel terbiyeden olsa gerek, İslam hakkında bildiğim en önemli şey ölçüdür.
Babam hafızdı. Annem de hoca ailesinden geliyor. Aslen Erzincanlı. Biz oraları görmedik çünkü 13 yaşındayken anneannemin hastalığı nedeniyle İstanbul’a gelmişler. Erzincan’da da bir şehir görgüsü var. Kendi dayıları İstanbul medreselerinde okumuş. Kîğ’li hocalar denirmiş kendilerine. Babam da asker ailesi olduğu için Cihan Harbi vesilesiyle İstanbul’a erken gelmiş. Evlenmişler. O zamanın şartlarına göre Darü’l-Bedai ve bunun gibi birçok kültürel etkinliklere gitmişler, kendi arkadaş gruplarıyla kitapları da mütalaa etmişler. Dördüncü sene ben dünyaya gelmişim. 1940 doğumluyum. Benden küçük bir kız, iki erkek kardeşim var.
- Küçüklüğüme dair annem şunu anlatırdı: “Senin dişlerin çok geç çıkmıştı. Ama her şeyi konuşurdun. Ezanı dinler, bitince dua ederdin. ‘Ajij Allah ijjetile, jelil Allah jennetile, beni gamdan halas eyle, jehennemden ajad eyle, jennetine nasip eyle, ejan hoştur, bu dünya boştur, kabristanda yatanlara yahmet eyiştiy ya Yabbim!’ der, elini yüzüne sürerdin.” Ben bu hadiseyi hatırlamıyorum, o kadar küçükmüşüm. Düşünüyorum da ezana saygıyla büyütülmüşüz. Annemin ilk olarak bize Allah’ın birliğini anlattığını ve kelime-i şehadeti öğrettiğini hatırlıyorum. Annem ve babamla namaz kılardık. İlkokula gitmeden Kur’an’ı annemden öğrendim. Öyle güzel öğretti ki! Kur’an konusunda çok hassastı, hatalı okunmasına okuyan kim olursa olsun dayanamazdı. Bazıları “Kul füvellah” diye okurlar ya, annem küçücük bir çocuk bile öyle okuduğunda düzeltirdi.
Hiç unutmam bazen çocuklar gelirdi, yöresel konuşmaları ile Amentü’yü okurlardı. Bir gün bir çocuk, “Ve’l-ba’sü ba’de’l-mevt” diyeceğine “Ve’l-ba’sü ba’del deli mevlüt” dedi. Nasıl gülüyorduk çocukken, “Deli mevlüt” diyor diye. Biz daha okula bile gitmiyoruz o zaman. Küçük kardeşime soruyor annem: “Aklın nerede?” “Başımda.” “Semi’ nerede?” “Kulağımda.” “Basarın nerede?” “Gözümde.” “İmanın nerede?” “Göğsümde” diyordu. Bir keresinde “göğüslüğümde” demişti, biz ona da gülmüştük.
Anlatmak istediğim şu: Güle eğlene bize doğruları öğretmeye çalışıyordu anneciğim. Biz de öğrenmişiz, yanlışları çıkarıyoruz. Kur’an toplantılarında da birisi yanlış okuduğunda, mahreç ya da med hataları yaptığında annemin kaşlarından anlardım. Sonradan öğrendim ki bütün hocalar annem gibi hassas.
- Her şeyin başı anneciğimin gösterdiği yoldur. Her şeyimizle ilgilenirdi. “Kur’an okurken, sakın yüzünü buruşturma kızım. Yüzün muntazam dursun, Kur’an’a yakışan bir vakarla oku” derdi. Bazıları sallanarak da okur, asla izin vermezdi. “Saygılı, edepli, ölçülü olun” derdi. Ondan öğrendiğim güzel terbiyeden olsa gerek, İslam hakkında benim bu yaşıma kadar dinlediğim, bildiğim, aklımda kalan en önemli şey ölçüdür. Her şey ölçülü olacak, mizan meselesi. İbadette, gitmekte gelmekte, yemekte, konuşmakta ölçü İslam’ın koyduğu en önemli kuraldır. Kur’an-ı Kerim bu konuyu “muksit” kelimesi ile ifade eder.
Annem beni Beyazıt İlkokulu’na kaydettirdi. Mercan Camii’ne yakın oturuyorduk, okula giderken Beyazıt Kulesi’nin yanından geçerdik. Ben kardeşlerimin elinden tutardım. Annem her gün bize, “Kuleye falan çıkaralım, derler; sakın merak edip çıkmayın çocuklar!” diye tembih ederdi. Hakikaten annemin istemediği hiçbir şeyi yapmazdık. O kadar güzel eğitmiş ki, o kadar güzel anlatmış ki, Allah ondan razı olsun. İlkokula başlamadan evvel, Beyazıt Camii’ne götürürdü bizi. Evimiz küçüktü, sokakta oynayacak yer yoktu, hep iş yeriydi çevremiz. Beyazıt Meydanı’na gelince ferahlardık. Meydanın ortasında bir havuz vardı. Kardeşlerimle havuzun bir ucundan yarışa başlardık. Oyunlar icat ederdik. Top oynardık, ip atlardık. Biz bize yetiyorduk zaten, bir ikincisi de annemin akrabalarının, arkadaşlarının çocukları vardı.
Beyazıt Camii’nde mevlit dinlemek annemin verdiği bir zevk
Beyazıt Camii’nin hünkâr mahfilinin altına ikindiden sonra mutlaka bir vaiz gelirdi. İstanbul’un en kıymetli vaizlerinden Hacı Cemal Efendi, Hacı Fazıl Efendi, Konya Hâkimi… Annem tek tek söylerdi isimlerini biz öğrenelim diye. Katiyen konuşmazdık camide. Üç çocukla oraya giderdi anneciğim, düşünün. Ben 3,5 yaşındayım o zamanlar, en hareketlileri benim tabii. Kız kardeşim 2,5 yaşında, erkek kardeşim ise kundakta. Ben birazcık kıpırdamaya başlayınca, annem bana eliyle sus işareti yapardı. Hemen normale dönerdim.
- Bugün diyorlar ya, anne camide böyle dedi de ondan sonra psikolojisi bozuldu çocuğun, korkudan namaz kılmıyor. Yalan! Camiler çocuklara açılsın, diyorlar ama nereye kadar açılsın? Bir konser salonu açılıyor mu çocuklara? Hele hele opera falan dinlenecekse... Aman Allahım! Nefes almadan dinliyorlar. Onu da bırakın sinemada ses olsa kızıyorlar. Amenna! Kimsenin olmadığı zamanlarda, cemaat namazı yokken, koşsunlar oraya buraya çocuklar. Ben de götürüyorum torunumun çocuğunu. Benim itirazım: Muazzam bir hafız cemiyeti oluyor mesela, hafızlar boy boy, onlara hürmeten bir sürü kıymetli hocaefendiler gelmiş. Ama ortamda parende atan çocuk mu istersin, koşan çocuk mu istersin, ne arasan var. Böyle de olur mu!.. İfrat ve tefritten Allah bizi korusun. Onun için “ölçü” diyorum. Her şeyde ölçü lazım.
Annem de konuşmazdı camide, kendisine bir şey soranlara cevap vermez, sus işareti yapardı. O zaman, “Bu kadın dilsiz herhâlde” derlerdi. Ben kaç kere şahit oldum. Bize de sessizce derdi ki, “Hocaefendi sohbetini bitirince koş ve elini öp.” Hemen koşar, öperdik. Ben o kadar alışmışım ki, el öpmeye orta birinci sınıftayken Hacı Cemal Efendi’nin yanına gittim, elimde de çantam var. “Hocam affedersiniz, acaba Peygamber Efendimiz miraca çıkarken kaç yaşındaydı?” Ben bunu bir yerde okumamıştım. Hoca, “52” dedi. O zaman öğrendim ve bir daha hiç unutmadım. Çok severdim kendisini. Çok komik anlatırdı hadiseleri. Miracı anlatmıştı o gün. Annem onun için derdi ki, “Sanki mübarek, kendi çıkıyor gibi anlatıyor miraca!” Bizi hocalardan korkan kaçan, onlardan çekinen değil, onlara âdeta aşk ile bağlı evlatlar olarak yetiştirdiler. Bu tasavvuf terbiyesinin başıdır.
Beyazıt İlkokulu’ndan çıkıp hemen Beyazıt Camii’ne gidiyorum, düşünün. Annemin verdiği bir zevk bu. Caminin kapısına geliyorum, hemen kapıyı açıyorum. “Bugün gelmek istemiyorum” demiyorum hiç, annem gitmese de gidiyorum. Bakıyorum, kürsü süslenmiş mi? Eskiden kürsüyü sünnet karyolası gibi süslerlerdi. Satenler, kurdeleler… O zaman anlaşılırdı ki mevlit var, en kıymetli hocalar gelecek. Esad Gerede’ler, Hafız Hasan Akkuş’lar... Ben güzel okuyan hocaları hemen anlardım. Kulağım da hassas! 12 yaşında mevlit okumaya başladım akrabalar arasında. Taklit ederek başladım, Osmanlıcasından okuyordum. Sadece mevlit değil, şarkıları da taklit ediyordum. Hamiyet Yüceses’in “Çeşmi siyahı”nın aynısını söylüyordum. Ses güzelliği de Allah vergisi. Hepsinin taklidini ayrı ayrı yapardım. Perihan Altındağ, Müzeyyen Senar… Annem onları da dinliyordu benden. Annemler bir yere gitsin, kardeşlerimi güldürürdüm. Tek başıma bir tiyatrocu gibi jestlerle, mimiklerle kardeşlerime gösteri yapardım. Hürriyet gazetesinde Fatoş Güngörmüşler vb. vardı. Onları çevirerek anlatırdım, bayılırlardı. Sahaflara gider ikinci el kitap alırdım ilkokuldayken, ortaokuldayken, hele hele lisedeyken...
Fi Mebhasi Ahmediye
Dört çocuk okutuyordu babam, kolay değil, zor zamanlar, İkinci Dünya Harbi var. Pencerelere battaniye kapatırlardı ki, evde yanan ufacık bir elektrik dışarıya çıkmasın.
- Akşamları annem bize Ahmediye okurdu, Osmanlıcasından. Dedelerinden kalma kitabını memleketinden getirmiş. Babam da Osmanlıcadan siyer okurdu. Oturduğumuz yerde çok kıymetli Konyalı amcalarımız vardı. Onlar bize geldiğinde hemen Ahmediye açılır ve şu âdet üzere okunurdu. “Üç ihlas, bir Fatiha; okuyalım bunu yazanın ruhuna” denir, tefe’ül derler ya, bir sayfa rastgele açılır, yedi satır sayılırdı. Annem, hepsini ezbere bilirdi, bütün konuları çocukluğundan beri dinlemiş. Mesela “Fi Mebhasi Haram Yemek” haram yemenin zararlarından bahsediyor. Önce onu hadis ve ayetle anlatıyor. Sonra kıssaya başlıyor. Bittiğinde sırayla herkes bir yer açıyor, sırayla okuyor. Ben de kardeşlerime okuyordum. Bazen diyorum ki, “Hiçbir sevabım yok ama ‘Allah için ağlamak’ bahsini okuduğum gün çocuk saflığıyla ağladığım, o gözyaşlarım ne kadar samimiydi ya Rabbi. Sen onları kabul ettiysen onları heba etme.” Ne ağlama, ne ağlama, tek başımaydım evde.
Babamdan da Osmanlıcayı massetmişim sanki. Bir şeye sevinince “Ooo, fe ni’me’l-matlub” derdi. Babam rüştiyede okumuş. Bütün peygamber kıssalarını aynen birebir Kur’an’daki gibi anlatırdı. Annemi çok üzdüğümüzde bazen derdi ki; “İhsan Efendi, beni ne kadar üzdü çocuklar bugün.” Babam çok mutedildi, hiç bağırmazdı. “Gelin bakayım çocuklar” derdi. Yanına oturturdu.
- “Benim bir tane daha Mukaddesim, bir tane daha Muhibbem, bir tane daha Hasan Yücelim var. Onlar birbirleriyle hiç münakaşa etmezler.Annelerini hiç üzmezler. Ne zaman gitsem anneleri, ‘Onlardan çok razıyım’ der” derdi, biz de inanırdık. “Saçları şöyle mi, gözleri böyle mi?” diye sorular sorardık. Babam bizi böyle terbiye eder, “Annenizi bir daha üzmeyeceksiniz” derdi. Mesela benden bir bardak su isteyeceği zaman -taşırken dökmeyeyim diye- “Yarım bardak getir kızım” derdi.
Evimizde Osmanlıca yazılmış güzel levhalar asılıydı. Maddi durumu bizden daha iyi olanların evlerine gittiğimizde ünlü hattatların yazdığı levhaları görürdüm. Ne yazdığını okuyup anlamaya çalışırdım. Yaz tatillerinde halamlara giderdik. Kartal’da otururdu, o zamanlar orası sayfiye yeri... Bir tarafta deniz diğer tarafta demir yolu... Arabalı vapurlar iskeleye gelip gider, görürüz. O kadar güzeldi ki! Halam benden üç tane ekmek isterdi sabahları. Şevket Kazan’ın abisinin büyük bir bakkaliyesi vardı. Oradan alışveriş ederdik. Dükkânlarında asılı olan hat levhalarını okumaya çalışırdım. Bir gün yine levhayı okumaya çalışıyorum, o zamanın binaları da yüksek tavanlı, boyum yetişmiyor, iyi göremiyorum. “er-Rızku...” falan diyorum mırıl mırıl. Naci Kazan beni kucağına aldı. “Şimdi oku” dedi. Bunu da oku, bunu da... Derken ben okudukça o sevindi. “Maşallah sen ne kadar güzel okuyorsun” demiş, çok şaşırmıştı. Benim yaşlarımda Kur’an okuyabilen çok azdı o zamanlar.
Lise yıllarımdan hatıralarım
Lisedeyken başımı örtüyordum, bir dekar giyiyordum sıcak olsa bile. İstanbul Kız Lisesi’nde okudum. Resim öğretmenimiz çok hanımefendi bir insandı. Kontes derdik kendisine. Bizi karşıdan görünce selam verirdi. Talebeye selam vermek nerde o günlerde. Ramazan ayında bir gün resim öğretmenimiz bizden plaj resmi yapmamızı istedi. O günlerde de haziran ayına rastlıyor ramazanlar. Ben de arkadaşlara “Bula bula konu buldu” dedim, son sınıftayız ya efeliğim tuttu.
Aradan biraz zaman geçti. Hoca bana kâğıdımın neden boş olduğunu sordu. Yanımdaki arkadaş, “Hocam, o yapmayacakmış, oruç tutuyor” dedi. Hocamız çok şaşırdı. Oruç tutan kimse yok çünkü sınıfta. Arkadaşlar, “Namaz da kılar hocam, başörtülü gelir okula” dediler. Hoca bu sefer daha çok şaşırdı. “Nasıl yani kısa kollu da mı giymezsin, onu da mı yapmazsın, bunu da mı...” dedikçe ben cevap veriyorum. Hoca ne dese beğenirsiniz. “O zaman neden okula geliyorsun Mukaddes!” Ben hemen cevap verdim. “Peygamber Efendimiz buyurur ki, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyanız için, yarın ölecekmiş gibi ahiretiniz için çalışın.” Bu sefer hoca, “Bak bak, hadisler de biliyor” dedi. Zil çalıp yalnız kaldığımızda “Mukaddesçiğim, ben böyle konuştuğum için beni sakın inançsız zannetme” dedi. İnanın ki ben o zamana kadar insanların inançsız olabileceğini zannetmiyordum. Herkes inanıyor sanıyorum. İnsan günahkâr olabilir, ama inançsız olmak! Çok şaşırmıştım. “Estağfirullah efendim” dedim. Yıllar sonra elektrikli trende karşılaştık. Annem de yanımda, bir yere gidiyoruz. Otobüse ya da trene binerken yanımda mutlaka kitap taşırdım. Es kaza gözüm birisine değse insanlar gözünü ayırmazdı çünkü. Karşımda birisi konuşuyor, ses bana tanıdık geliyor. Dayanamadım, kafamı kaldırdım kitaptan. Meğer resim öğretmenimizmiş. “Mukaddesçiğim, anneniz mi?” dedi. Anneme döndü, “Hanımefendiciğim, öyle güzel bir evlat yetiştirmişsiniz ki, maşallah” dedi.
Tarih öğretmenim Bedriye Hanım vardı. Dışarıya çıkarken eski usul başını örterdi. Yıllar sonra bir gün Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’nın evinde karşılaştık. Ben o toplantıda Rahman suresini okudum. Tarih hocam, ben okurken hüngür hüngür ağladı. Sonra bana, “Evladım, ‘Biz hocalarımızın arkasından birer Fatiha okuyabiliriz, bizim arkamızdan Fatiha da okunmayacak’ derdik. Seni tanıdım, ne kadar sevindim” dedi. Annemin ismi de Bedriye’dir, hıfza çalıştığım hocamın ismi de… Bedriye ismini çok severim. Bedriye Hocamızla kendi evinde yaptığı iftarlarda, mukabelelerde de görüştük.
Bir edebiyat dersinde hocamız Melahat Hanım bizden kompozisyon istemişti. Konumuz: “Bugün hangi yabancı ülkeyi görmek istersiniz, niçin?” Düşündüm nereye gidebilirim diye. Aldım elime kalemi dedim ki, “Bu soru ne zaman zihnimi kurcalasa içimden gelen bir ses bana hep aynı cevabı veriyor. Ben Suudi Arabistan’ı görmek istiyorum. Evet, dünyanın en kavurucu çölleri arasında ama bana göre en güzel vahalarından daha çekici… Çünkü o Kâbe ki Hz. İbrahim ve İsmail tarafından inşa edilmiş. O Kâbe ki içi putlarla dolu olduğu hâlde Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) tarafından temizlenmiş. Zaten oralara gitmek her Müslüman için bir görev. Rabbimden en büyük duam ölmeden o toprakları görmek.” Ben o yaşımda bir hac tarif etmişim ki sanki gidip görmüşüm. Ailemizden de hacca giden yok henüz. İşte annem ve babam öyle anlatmışlar ki oraları görmeden, ben de yazabilmişim. Aradan bir hafta geçti.
Kâğıtları dağıttı hocamız. Benim adıma gelince durdu ve şöyle dedi: “Öyle bir kâğıt aldım ki senden, 38 senedir hiçbir öğrencimden almadım. Kızım acaba sizin ailenizde sana bu kadar tesir eden birisi mi var?” “Bir kişi değil, biz bütün aile böyle düşünürüz efendim” dedim. “Tabii kızım, ben karışamam düşüncelerinize. Ama evladım, sen daha çok küçüksün, bunlar için çok erken” dedi. Öyle bir söylüyor ki, ben bitmişim ona göre. Doğar doğmaz kanser olurlar ya, sanki hoca için ben o hâldeyim. Kâğıdımı aldım hocanın elinden, herkes merakla elden ele dolaştırdı. Bu hadiseyi yıllar sonra Ankara’da yayınlanan İslam Mecmuası’nın gençlere ayırdığı bölümde okuyucularla paylaştım. Yazımı Akif’in şu mısraı ile bitirmiştim:
- Görünmez âşinâ bir çehre olsun rehgüzârında; / Ne gurbettir çöken İslâm’a İslâm’ın diyârında?