Her Hac bir diriliş, her Vakfe bir uyanıştır
Mekke ve Kâbe konusundaki izlenimlerini katmanlı bir biçimde sunan Martin Lings’e göre Kâbe, kalptir; onu ziyaret eden hacılar ise gerçek mekânları kalp bahçesinin sınırları üzerinde olan semavi arzular ve akli sezgilerdir. Kâbe’nin bulunduğu Mekke’den Medine’ye hicret, ashab dönemi ve nebevi miras geleneğinde “yöneliş” için kozmik bir gereklilik olarak tezahür eder.
Hac, başlı başına bir yol öyküsüdür. Bir bakıma kendini bulma ve bu suretle Kendi’yi bilme yolculuğu olduğu içindir ki zahirini ifa ve bâtınını tahkik şartları belirir belirmez, özlemi iliklere kadar hissedilen bir yöneliş öne çıkar. Gerek Doğu’da gerekse Batı’da gücü yeten Müslümanların kutlu beldeye yolculuk için seferber oluşlarının altında böylesi bir arayış ve anlayışın yattığı söylenebilir. Dil ve ülke farkının ortadan kalktığı bu tecrübe esnasında, geçmişte olduğu gibi günümüzde de hayret verici dönüşümlere tanıklık söz konusudur. İslam ülkelerinden akın edenlerin yanı sıra Malcolm X’ten Muhammed Esed’e Batı’da gözünü dünyaya açan çok sayıda Müslüman, bu mahşer denemesinin çekiciliğine kapılarak hayatlarının gidişatını değiştirecek bir seyre yelken açmışlardır. Bir bereket kuşanma imkânı barındıran haccın edası, gündelik işlerle meşgul olanlardan entelektüel muhite kadar çeşitli kesimlerin gönül seviyesinde aynı hasretle iştirak etmelerinin nişanesidir. Ovidio Salazar yönetmenliğinde çekilen ve İngiliz asıllı Müslüman mütefekkir Martin Lings’in (Şeyh Ebubekir Sirâceddin) ilki 1948 ve ikincisi 1976 yıllarında ifa ettiği iki hac yolculuğuna ilişkin izlenimlerini yansıtan Circling the House of God (2009) isimli belgesel, haccın tarihî arka planı yanında izhar ettiği ihtişam ve manevi kalkınmaya ilişkin önemli ipuçları sunmaktadır.
İngiltere’den Cezayir’e arayış içinde geçen yolculukların ardından gerçekleşen ihtida ve intisabın yol açtığı bayındırlık ve canlanma, Martin Lings’in yazdığı eserler ve konuşmalarında da ifade bulan tahkik çabasına ışık tutmaktadır. Daha sonra Kahire’de ders verirken kaleme aldığı Yakîn Risâlesi gibi eserlerde, modern dünyada tahakkukun nasıl anlaşılması gerektiği ve ibadetlerin mahiyeti açısından metafizik ve fenomenolojik bir telif aracılığıyla özün, diğer bir deyişle geleneğin âleme bakışımızı nasıl şekillendireceğini açıklamaya özen göstermiştir Lings. Nitekim 1948’de Kahire Üniversitesinde görevli olduğu sırada her yıl üniversitedeki hocalar, öğrenciler ve görevlilerden oluşan bir grubun haccetmek üzere Kızıldeniz üzerinden Cidde’ye gemi ile dört gün süren bir yolculuk yaptıklarını öğrenir öğrenmez yıllardır hasretini çektiği bu vazifeyi yerine getirme fırsatını yakaladığını fark eder. Böylece Lings, eşiyle birlikte haccetmek üzere Kahire’den yola çıkarlar. Gemiye bindiklerinde, o dönemde Kâbe için Mısır’da dokunan kisvenin güvertede olduğunu görmek, heyecanlarını daha ileri bir noktaya taşımıştır. Belli bir noktaya ulaştıklarında, ihrama girmek için hazırlık yapmaya koyulurlar. Ona göre bu aşamada, giyimdeki değişikliğin yanı sıra dile hâkim olma, tefekkür etme gibi yükümlülüklerle muazzam bir dönüşüm söz konusudur. Eşine dönerek olan bitenin ahz-ı tarik neticesinde husule gelen manevi bir dönüşümü andırdığını söyler.
Cidde’ye ulaştıklarında, gemilerin rahatça yanaşabilecekleri uygun bir liman olmadığından, sarkıtılan halatlardan inmek zorunda kalırlar. Bu durum, özellikle kadınlar için bir çile olmakla birlikte manevi bir mükafatla neticeleneceği için tatlı bir yorgunluğa dönüşür. Ne var ki Cidde’ye ulaşır ulaşmaz başlarından geçen bir hadise, Lings’i oldukça gücendirmiştir. On yıl önce Müslüman olup ihtida belgelerini beraberlerinde getirmiş olsalar da belgeler görmezden gelinir. Liman yetkilileri, İngiliz pasaportu taşımaları yüzünden Lings ailesinin gerçekten Müslüman olup olmadıklarında tereddüt eder. Üç yaşlı yetkili kendilerine günde kaç vakit farz namaz kılındığı, ikindi namazının kaç rekât olduğu şeklinde basit sorular yöneltir ve Fatiha suresini okuturlar. Sonunda “Müslüman olduğunuz için sizi tebrik ederiz.” demeleri üzerine, Martin Lings “Biz de Müslüman olduğunuz için sizi tebrik ederiz.” diyerek sitemle karşılık verir. On yıldır Müslümanca yaşayan bu insanlara yapılan muamele can sıkıcı olsa da diğer hacı adaylarını bu imtihan gerekçesiyle bekletmek daha üzücüdür. Yine de Beytullah’a kavuşma arzusu her şeyin önüne geçer. Zira bu arzu, insanın asıl yurduna dönüşünü çağrıştırmaktadır. Lings’e göre Mekke’nin fethine uzanan sürecin dikkat çekici yönlerinden birini, ashabın sıla hasreti oluşturur. Zira köklerinin Mekke’de olduğunun farkındadırlar ki bu durum bugün bile değişmemiştir. Dolayısıyla Müslümanların kıyamete kadar Mekke’ye hac için gidip yaşadıkları beldelere geri dönüşlerini, hac ile tazelenen bu bilince ya da hasrete bağlamak mümkündür. Belki de haccın barındırdığı yönler, bahsi geçen hasretin en belirgin biçimde dışavurumudur. Gerçi namazda da benzer bir hasret ve iştiyakın izleri açıktır. Her rekâtın secdesinde, nefsin kıbleye yani Kabe’ye akışı tahakkuk eder. Madem Hakk’ı anış en büyük meseledir, o halde iç merkeze dönmek de dış merkeze dönmekten daha büyük bir şeyi tazammun eder. İçe ve dışa aynı anda yönelebilmek ise ideal bir durum olan dışa yönelmekten maksadın aynı zamanda içe yönelmek olduğunu akla getirir.
Haccın rükünleri üzerine ilgi çekici tespitlerde bulunan Lings, burada yatay ve dikey boyutların müşahede edildiğini aktarmaktadır. Ona göre her din için iki zorunlu husus söz konusudur: vahiy ve gelenek. Menşei Cenabıhak olan vahiy, dikey unsur olarak ifade edilebilir. Gelenek ise dinin asırlar boyu sürdürülür olması için zorunludur. Gelenek, latince tradiere kökünden türemiş olup bir kuşaktan diğerine intikal anlamında ananeyi temsil eder ki tevarüs edilen şeye katkıda bulunarak sonraya aktarılmasını çağrıştırırcasına gelen+ek şeklinde düşünülmesi mümkündür. Hac bağlamında dikey unsur Mekke olup yatay unsur Arafat’a karşılık gelmektedir. Kâbe’de iken Sema ile yakınlık söz konusu olduğundan, vakit bu dünyada kayıtlı olunan zamansal durumundan bir şey kaybetmez. Bu mekânda, Sema ile arz arasındaki berzah kısmen gözden kaybolur. İşte Mekke’deki dikey konumda gerçekleşen budur.
1948 ile 1976 arasında yaptığı iki hac arasında durumsal bir karşılaştırma yapan Lings, ilkinde Kâbe’yi her yönden görülebilir olmasından memnuniyet duyduğunu aktarmaktadır. İkincisinde artan insan sayısı nedeniyle Dağ’ın görülemeyeceği bir izdiham yüzünden aynı hissiyata ulaşamadığını belirtmektedir. Ayet-i kerimede Allah’ın işaretlerinden (şeair) olarak zikredilen Safa ile Merve’nin zamanla etrafı çevrili bir alana indirgenmesi, Lings’e göre uygun bir çözüm olmamıştır. O yıl Kâbe’de ilk defa elektrikle çalışan lambalar ve mikrofon kullanılması enteresandır. Bir an Kâbe’nin yaklaşık 4000 yıl önce Hz. İbrahim tarafından inşa edildiğini ve bununda Yahudilerin mabedlerinden neredeyse bin yıl öncesine tekabül ettiğini düşünür. Üstelik bir âyette “Bekke”deki Kâbe’nin en eski ev olduğu ifade edilmektedir. Ahd-i Atik’te de benzer şekilde Bekke olarak geçen şehir, Kabe’nin inşasıyla tesis olunmuştur. Putperestler yöreye hâkim olana kadar, kadim bir mabed ve ataları İbrahim’den bir yadigâr oluşu nedeniyle Yahudiler tarafından uzunca bir süre ziyaret merkezi olarak anılmıştır. Bu bilgiler, Lings’in mübarek beldeye ilişkin farklı dinî bakış açılarına hâkim olduğunu ortaya koyarken, 20. Yüzyılda Bir Veli isimli eserinde İslam’ın bazı düsturlarına dair yeterli malumat sahibi olmamasına karşın Kâbe, Zemzem ve Hz. İsmail’in Hz. Hacer ile çöldeki seyirleri konusunda oldukça bilgili olmasına Şeyh el-Alevî’nin hayretini gizlemediğini dile getirmektedir.
Mekke ve Kâbe konusundaki izlenimlerini katmanlı bir biçimde sunan Lings’e göre Kâbe, kalptir; onu ziyaret eden hacılar ise gerçek mekânları kalp bahçesinin sınırları üzerinde olan semavi arzular ve akli sezgilerdir. Kâbe’nin bulunduğu Mekke’den Medine’ye hicret, ashab dönemi ve nebevi miras geleneğinde “yöneliş” için kozmik bir gereklilik olarak tezahür eder. İslam sanatı ve onda içkin nüve ya da arketip konusunda yazdıklarıyla sanatın tabiatına dair oldukça önemli tespitlerde bulunan Martin Lings, mütemadiyen bu nüvenin ezeliliğine atıfta bulunmaktadır. Aynı bakış açısı, Arafat’ın maddi varlığı yanında vakfe ile anılması gerekli manevi bir durumuna ilişkin tespitlerinde de öne çıkmaktadır. Belki de yaklaşımı, tasavvufî bir perspektiften vakfe ve Arafat arasında kurulabilecek ilişkinin bir izdüşümüdür.
Dağa Arafat isminin verilişi, dağın handiyse mârifetle özdeş olduğuna işarettir. Hacı namzedi, ötelerin kokusunu (urf) almak üzere Arafat’ta durmalı (vakfe) ve perdelerin gerisinde olan hakikate dikkat kesilmelidir. Bu vakfe anlayışı, İbnü’l-Arabî öncesinde yaşamış bir sufi olan Abdülcebbâr en-Nifferî’nin vakfe anlayışının bir özeti gibidir. Nifferî’nin şârihi Kâşânî’ye göre vakfe, sâlikin iki makam arasında durup öncekinin eksikliklerini gidermesi, gelecek olanın da bilgisini edinmeye çalışmasına vesile olur. Öylesi bilginin mertebelerine ilişkin Nifferî gibi âriflerce ortaya konan ilim, mârifet, vakfe, rüyet şeklindeki sıralama, hakikate uyanarak bir dönüşümü tecrübe etmenin safhalarını temsil etmektedir. Böylece Arafat’a gelen hacıların mârifet adı verilen özge bir bilme şekline erişmeleri murat ediliyor olabilir. Bilmenin hakikati idrake müzahir bir bilenme olarak tezahürü, mevcut maddî şartlardaki değişimler karşısında tüm inananlar gibi Martin Lings’in hayatına da sirayet eden bir bereketin var olduğu gerçeğini değiştirmemektedir, zira “görülen bunca değişime rağmen değişmeden kalan şey, berekettir”.