Hac: Dışarıdan içeriye bir mana yolculuğu
Haccın cismani yönünün yanında niyet ve ihramla başlayan ruhanî bir yönü de vardır. Bu ruh takvadır, Kâbe’nin sahibine kavuşma iştiyakıdır. Haccın ruhunu hac yasaklarını anlatan ayetin sonunda görüyoruz: “Siz ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. Azık hazırlayın. Kuşkusuz azığın en hayırlısı takvadır. Ey lübb ehli! Bana karşı takva üzre olun.”
Anadolu erenlerinden Dede Paşa’ya hacca gitmeyi isteyip istemediğini sorarlar. “Allah edebini nasip etmeden bize oralara gitmeyi nasip etmesin.” diye cevap verir. Son Hicaz yolculuğumda bu sözü düşünürken gün dağlara yaklaşıyordu. Yolda arkadaşlara Mekke’ye uzanan dağları gösterdim. İlahî celal bu diyarda öyle tecelli ediyor ki dağları taşları yokluktu. Ot yok, ağaç yok, su yok!
Mekke’ye ulaşınca muhteşem bir canlılıkla karşılaşıyoruz. Şehirdeki bereket kutlu bir niyazın yankısı olarak köpürüyor. İbrahim nebi kendi adıyla indirilen surede karısı Hacer’le oğlunu ekin bitmeyen bu diyara bırakıp giderken şöyle niyazda bulunuyor: “Ey Rabbimiz! Namaz kılsınlar diye soyumun bir kısmını ekin bitmez bir yere, kendisine saygının vacip olduğu evinin yanına yerleştirdim. İnsanların gönüllerini onlara meylettir ve çeşitli ürünlerden onlara rızık ver ki şükretsinler.”1
Hazreti İbrahim, namaz kılsınlar diye ekin bitmeyen bir yere yerleştiriyor ailesini. Zira dünyalığın insanı Hakk’a itaatten uzaklaştıran bir cazibesi olduğunu biliyor. Rabbimiz bu ekin bitmeyen bir yerdeki sebatkârlığı bir anneyle örneklendiriyor. Annemizin adı Hacer değil Hâcer… Taş değil, hicret eden kadın…
Haccın cismani yönünün yanında niyet ve ihrâmla başlayan ruhanî bir yönü de vardır. Bu ruh takvadır, Kâbe’nin sahibine kavuşma iştiyakıdır. Haccın ruhunu hac yasaklarını anlatan ayetin sonunda görüyoruz: “Siz ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. Azık hazırlayın. Kuşkusuz azığın en hayırlısı takvadır. Ey lübb ehli! Bana karşı takva üzre olun.”2
Bu ayetteki takva vurgusu mali ve cismanî eylemleri değerli kılan en büyük nimettir. Zira takva Hakk’a karşı haşyet, halka karşı merhamet üzere olmaktır.
Hac ibadetindeki sembollere “şeair”, davranışlara ise “menâsik” denir. Terim anlamı hacdaki semboller ve davranışlar demek olan şeâir ve menâsik sözcükleri “şiâr” ve “mensek” sözcüklerinin çoğullarıdır.
Bizi takvaya hazırlayan bu şiar ve menseklerin hem fıkhî hem irfanî anlamları var. Haccdaki şiar ve mensekler sırasıyla; ihram, niyet, Arafat, vakfe, Müzdelife, Mina, şeytan taşlamak, Kâbe, Hacerü’l-esved, Makam-ı İbrahim, tavaf, Safa, Merve, say, tıraş ve kurbandır.
İhram ve niyet
Hac istiğfar-tövbe kavşağıdır. İstiğfarla batıldan uzaklaşır, tövbeyle Hakk’a yöneliriz. Hacca niyet edince statümüzü gösteren giysileri, makam ve mevkimizi ortaya koyan üniformamızı, süs, zinet ve makyaj zevkimizi, kültür ve karakterimizi yansıtan göstergeleri terk ederiz. Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk istikametinde ihrama bürünerek herkesle eşitleniriz.
Buharî’de aktarılan ilk hadisi şerifte şöyle buyurulur: “Ameller niyetlere göredir.” Varlık vehminden soyunarak haccetme niyetiyle ihrama gireriz. Kendimizde vehmettiğimiz makamın da kudretin de Rabbımızın katında bir anlam ifade etmediğini; servet ve statümüzün tutsağı olmadığımızı baş açık, ayak ikrar ederiz. “Lebbeyk” diyerek Harem bölgesine girer, “Takva elbisesi daha hayırlıdır.”3 deriz.
İhram tek renk, dikişsiz, rozetsiz hâliyle tabiatımıza, şeytanımıza, nefsimize karşı giriştiğimiz savaşta bizi koruyan bir kalkan, ölmeden önce ölme bilincine ulaşma anlamında fiilî bir telkin, Kâbe’nin temsil ettiği birliğe hazırlayan bir vesiledir.
Hazreti İbrahim oğluyla Kâbe’yi Hazreti Âdem’in yaptığı yerde yeniden yaparak insanları belli bir zamanda belli bir yere çağırır. Dolayısıyla hacı, Hakk’ın bu özel davetine karşılık veren, zaman ve mekânı kendisinde birleştiren kimsedir. Zira hac dışındaki temel ibadetlerde vurgu zamana yapılır. Namaz, beş vakittir; oruç, imsakla iftar arasındadır; zekât, yılda bir defa verilir.
Hac bizim ezberimizi bozar, alıştığımız hayatı, kaygı ve bağımlılıklarımızı parçalar, bizi iğreti niteliklerden soyar, gösterişten uzaklaştırır, bize kendimizle hesaplaşma kapısını açar, servet ve statüyle böbürlenmemeyi öğreterek yeni bir yaşama başlama iradesini güçlendirir.
Hac; ihrama girmek, Arafat vakfesi ve ziyaret tavafıdır. Başka bir deyişle dünyadan soyunmak, Hakk’a durmak, fıtrata dönmek ya da Allah için bürünmek, Allah için durmak, Allah için dönmektir.
Ekrem Demirli’nin bir konuşmasında vurguladığı üzere, mali durumumuzun, kazanımlarımızın, inanç, apolet, iktidar ya da zayıflıklarımızın alameti olan elbise başlangıçta zaruret olarak ortaya çıksa da zamanla toplumsal kimliklerin göstergesi olmuştur. Kılık ve kıyafetler birer sosyal kimlik, kendimizi sergilediğimiz vitrinler ve farklılaşma biçimlerimizdir. Birliğin değil ayrışmanın aracı, zenginlik ya da yoksulluğun göstergesidir. Dolayısıyla ihrama girmeyi anlamak için neyi soyunduğumuzu bilmeliyiz. Şeriat bizi Mekke’de toplayarak bu kimlik göstergelerini iter, insanlığın ilk var olduğu tarz ve düzeye döndürmek ister.
İhram anlatılan bağlamda fıtrata dönüştür. Yani üzerinde yaratıldığımız denge durumuna… Bize “Birbirinize karşı üstünlük kurmayacaksınız!” der. Zira ihrama bürünmek mahşer bilincini besleyerek bize ölümdeki eşitliği anımsatır. Ölümdeki eşitlik doğumdaki eşitliğe bağlıdır. Din; soya, mala, makama bağlı üstünlük savlarını kaldırarak bu eşitliği vurgular.
İhramla gelen yasaklar bize hiçbir canlıya zarar vermeme, bütün yaratıklara şefkat gösterme, zorluklara sabırlı olma, düzenli bir ibadet ve itaat ruhuyla yeni bir yaşama biçimini göstererek önce zararsız olmayı, sonra yararlı olmayı öğütler.
İhram yasakları
Helal ve mübah olan bazı şeyler sırf ibadet kastıyla ihrama giren kimseye yasaklanır. Nitekim “Hac bilinen aylardadır. Kim bu aylarda hacca başlarsa artık ona refes/cimâ, füsûk/günaha sapmak, cidâl/kavga yoktur…” 4 ayetinde üç türlü yasaktan söz edilir: Rafes, fısk, cidal.
Rafes, cinsel arzularla ilgili konuşmalar ve şehvetli davranışlardır. Fısk ve fusûk her türlü günah ve kötülüklerdir. Cidâl ise kavga, kapışma, tartışma, sövüşme, dövüşmedir. İlk yasak kişiyi şehvetine, ikincisi nefsine, üçüncüsü ise başkalarına karşı korumayı amaçlar.
Hacı, Allah’ın belirlediği sınırda hem şehvetiyle hem nefsiyle hem kardeşleriyle barışır. Kaygılarını bırakarak ruhunu arındırmaya çalışır. Vahdete odaklanarak Rabbinin beytine yokluğuyla girer. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz -Allah ona salât ve selam etsin- bu yasaklara uyan kimsenin anasından doğduğu gibi temizleneceğini muştular.5
Arafat ve vakfe
Kurban Bayramı’ndan bir gün önce Arafat’ta öğle ve ikindi namazları öğle namazının vaktinde birleştirilerek kılınır. Böylece “saat” değil “vakit” öne çıkarılır. Vakfe vakti o gün, yani zilhicce ayının dokuzuncu günü zeval vaktinin girişiyle başlar ve bayramın ilk günü fecir vaktine kadar devam eder. Zira nimet, masiyet, musibet ve taat vakitlerinden dördüncüsü olan vakfenin sabit bir saati yoktur. Biz vaktin çocuklarıyız; Batılılar saatin çocuklarıdır. Saat sabittir; vakit ise sabit değildir.
Arefe günü Arafat’ta batan güneş, itibar ve iftihar güneşimizdir. Bütün fani dayanaklarımız yok olur. “Ben batanları sevmem” idrakiyle Hakk’tan başkasını terk ederiz. Güneş battıktan sonra Arafat’tan Müzdelife’ye geçer, akşamla yatsı namazlarını birleştirerek kılarız. Gece burada kalır vakfeden sonra Mina’ya gideriz.
Arafat, Âdem babamızla Havva annemizin “muârefe mahalli”, yani tanışma yeri; Müzdelife ise onların “ülfet yeri” yani mübarek babamızın dölündeki nüvenin annemizin rahmine intikal yeridir. Âdemoğlu’nun belirdiği ilk makamdır.
Vakfenin sözlük anlamı “durmak”, “beklemek”, terim anlamı zilhicce ayının dokuzuncu günü Arafat’ta durmak demektir. Böylece Ramazan Bayramı’ndan bir gün önce ve bayram günlerinde Arafat’taki vakfeyle başlayan hac ibadeti bayram günlerinde Kâbe ve Mina’da tamamlanır.
Arafat, mîkât yeridir. “Mîkât”, A’raf suresinin 143. ayetinde “belirlenen vakit”, “tarih”, “buluşma yeri” anlamında kullanılır. Hazret- i Musa -Allah ona selam etsin- bir mîkâtta Rabbıyla konuşmakla şereflenir. Hazreti Muhammed -Allah ona salât ve selam etsin- Rabbinin Cibril ile tayin ettiği bu mîkâtta Rabbinin haremine girmek, beytini tavaf etmek için ihrama girer. Hazreti Musa Rabbiyle konuşmakla lezzetlenirken Hazret-i Muhammed Kâbe’nin işaret ettiği gerçeğe yani hiçbir şe’n ve itibarın söz konusu olmadığı, tenzih ve takdisin ulaşamadığı Hakk’ın sıfatsızlık ve renksizliğine yönelir.
Nesaî ve Tirmizî’de rivayet edilen bir hadisi şerifte şöyle buyurulur: “Hac Arafat’tır.”6 Yani hac Arafat’ta bulunmaktır. Arafat, Cebelirahme ve çevresidir. Cebelirahme ve vakfe hiçbir dünyalığın olmadığı, zamanla mekânın birleştiği bir kavşakta rahmetin umulduğu, rütbelerimizden, kıyafetlerimizden, unvanlarımızdan soyunduğumuz yerdir.
Arafat, taştan topraktan bir zemin olarak mekânın dünyadan, vakfe sürecinde güneşin batışıyla zamandan, insanların ihrama girerek farklılıktan soyutlandığı bir kavşak noktasıdır. Bedenle ruhun, dünyayla ahiretin kavşağıdır.
Beden, ruhun mekânıdır. İhtiyaçları farklı olan bu iki yönümüz arasındaki uyum ve ilişki ahlakın amacıdır. Beden buğdaya, ruh aşka muhtaçtır. Çatışma ise farklı ihtiyaçların denetimsizliğiyle ortaya çıkar. Vakfe bu çatışmayı durdurmak, bedeni ruha tabi kılmak, birlik bilinciyle Hakk’a teslim olmaktır. Hac Arafat’ta durmak, Müzdelife’ye doğru taşmak, Kâbe’nin çevresinde dönmektir.
Müzdelife Arafat’tan Müzdelife’ye iniş ilk duruşmadan büyük mahkemeye geçişi, herkesin birbirinden kaçtığı mahşer sahnesini andırır. Müzdelife’de Hakk’ın celal ve azametine tanık olur, dünya ve ahireti arkamıza bırakarak sadece Allah’a yöneliriz.
Sıcak hava ve insan kalabalığının bizi zorladığı Arafat’tan Müzdelife’ye akış, mahşerin provasıdır. Akşam namazı vakti buradan taşarak, dalga dalga Müzdelife’ye doğru akar, Hakk’a kulluk kimliğinde birleşiriz. Bu hâl, kibriyle Hakk’tan uzaklaşan şeytana karşın şeytandan uzaklaştığımız tam bir acz hâlidir. Rabbimizle aramızda perde kalmaz. Akşam namazını geciktirerek yatsı namazıyla birlikte kılar, şeytanı taşlamak için taş toplarız.
Mina
Mina; Hazreti İbrahim’in kurban etmek için oğlunu götürdüğü, Rabbimizden haliline, “Fidye olarak büyük bir kurbanlığın verildiği” 7, oğlunun, kendisine engel olmaya çalışan şeytanı taşladığı yedir. Bu yüzden kurban burada kesilir, şeytan burada taşlanır.
Şeytanı taşlayan herkes bütün şeytanlıkları reddettiğini ilan eder. Özel bir merhamete nail olmak için eûzuyu ihlasla çeker, kendisini Rabbinin varlığında bulur.
Bu beldede şeytanın saltanatı ebediyyen yok olmuştur. Burada bütün şeytani sıfatlar gizlenir. Ancak, zulmün sultası ve hayvani sıfatlardan hiddet her an baş göstermeye hazırdır. Hac ve umre ibadetlerinin meşakkat ve baskısı içimizdeki cerahatı patlatır. Şehvetin meydan bulmadığı bu arenada hiddet kolayca baş gösterir. Hiddet bu yolda kametimizi ölçen endaze, saframızı ortaya döken hararet, kaç gramlık adam olduğumuzu gösteren bir terazidir.
Kâbe
Kâbe’de bulunmak, bütün suretlerin kendisine secde ettiği suretin huzurunda bulunmaktır. Şah Veliyyullah Dehlevî Hüccetüllah’l- Baliğa’da “Kuşkusuz insanlar için vaz’ olunan ilk mâbed elbette Mekke’deki o çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet olan beyttir.”8 ayetiyle tanıtılan Kâbe’yi işaret ettiği gerçekle ilişkilendirerek “Kulluğumuzu kendi vesilesiyle ortaya koyduğumuz sembollerdendir.” cümlesiyle anlatır. Ona saygı, Allah’a itaattir. O, yüce Allah’ın vahdaniyetini gösteren bir şiâr, bir nişan, bir alâmettir
Tavaf
Tavaf Hacerülesved’e istilâmla başlar. “İstilâm”, tokalaşmak demektir. Hacerülesved’i öpen, ona dokunan ya da öpmek, dokunmak niyetiyle uzaktan da olsa ona doğru elini kaldıran herkes Kâbe’nin Rabbına saygısını sunmuş, O’na varoluşuyla verdiği ahdi onaylamış olur.
Aşk denilen ilahî celal her şeyde içkindir ve bu iksir potansiyel bir değer olarak “tavaf” denilen hararet ve hareketle ortaya çıkar. Zira aczin en kâmil ifadesi vakfe; aşkın en kâmil ifadesi tavaftır. Başka bir deyişle aczin durmakla anlatımı vakfe, aşkın eylemle anlatımı tavaftır
Vakfe, Hakk’ın huzurunda durmak; tavaf, Hakk’a pervane olmaktır. Acz ve aşkı onlar kadar taşıyan bir şey olmadığı için Rabbimize kendisini sevdiğimizi sözümüzle, bakışımızla, dokunuşumuzla, duruşumuzla en kolay kendi evinde anlatabiliriz. Unutmayalım, aşk kalbimize cennetten düşürülen bir ışıktır.
Durmakla yürümek arasındaki süreç, kendimizden kendimize yapabileceğimiz bir yolculuktur. Bunu yapabilmemiz için önce kendimizle yüzleşmemiz gerekir. Kendimizle yüzleşmediğimiz sürece, gerçekte değil hayalde yaşamaya devam ederiz. “Bunlar neden başıma geldi” ya da “Keşke şöyle olsaydı…” yakınmalarıyla yaşam senaryomuzu sürekli baştan yazar, gücümüzü tüketiriz. Bu gerilim bizi öfke ve suçluluk arasında sıkıştırır. Ya kendimize yüklenir ya birilerini suçlayarak öfkemizi köpürtürüz. Zihnen aynı konuya kilitlenerek yaşadığımız travmayı uzatır, yorgun düşeriz.
Yaşadıklarımızı bu anlamda bir film olarak düşünebiliriz. Geçmişte, şu anda değiştiremeyeceğiniz bir rolü oynuyorduk ama artık o rolü oynamıyoruz. Şu anda filmi izleyen birer seyirciyiz. Geçmişte kendimizi koruyacak durumda değildik ama andaki biz olarak şimdi kumanda bizde. İstersek bu filmi durdurabilir, bazı bölümlerini tövbeyle silebiliriz.
Efendimiz “Tövbe eden günah işlememiş gibidir.”9 buyuruyor. Allah’ın rızasına talip bir kul olarak Allah’ın sildiği bir yükü kendimize taşıtmamamız gerekir. Dünyadaki mihnetlerle dünyadaki nimetleri tanımadan nimet cennetinin değerini bilemeyeceğimiz için bize burada her şey zıddıyla yaşatılıyor.
Tavaf, Hayy’dan Hû’ya gidiştir. İki isim arasındaki berzah insanlıktır. Bu mecradaki maceramızla letafetten kesafete, kesafetten letafete dönüşerek nefisten kurtulur, sırf bir ruh olarak Rabbımızın huzuruna çıkarız. Başka bir söyleyişle tavaf, kayyûmumuz bulunan ilahî isimden mutlak müsemmaya bir yoldur. Bütün ilahî niteliklerin bu makamda “Allah” ismine gark olduğuna tanık oluruz.
Kâbe-i Muazzama; formuyla dünyaya, özüyle ahirete aittir. Bu nedenle tavaf ve namazla kazanılan hal bütün olgunlukların üzerindedir. Gerçeğe yaklaştıkça olgunluk artar. Ölüm ahiretin başlangıcı olduğu için mümine tavaf ve namazda yaşanan hâlden daha yüksek bir hâl zuhur eder. Berzahta yaşanan hâl ölümde yaşanan hâlden, kıyamette yaşanan hâl berzâhta yaşanan hâlden, cennette yaşanan hâl kıyamette yaşanan hâlden yüksek ve kâmildir.10 Bununla beraber “Arşa ait zuhûr her en kadar bütün zuhûrların üzerinde olsa da Allah’ın Kâbe’ye ilgisi bütün zuhûr ve tecellilerin üzerindedir. Bu zuhurların merkezinde Kâbe, ufkunda Kudüs vardır. Kâbe bir merkez noktası, Kudüs’teki mescid onun dairesidir.”11
Tavaf sırasında toplumsal yaşamımızla ilgili olarak çalımlı ve güçlü yürüyüş denen remel ve sol kolumuzu açık bıraktığımız ıztıbayla kâfirlere karşı izzet ve vahdet bilincimiz pekiştirilirken bireysel yaşamımızla ilgili olarak bize nefsimizin yedi gök mesabesindeki yedi tavrının aşılması gösterilerek kendimizden fani, Rabbimizle baki olmamız amaçlanır.
Kâbe’nin sola alınarak tavaf edilmesi kalbimizle Kâbe arasına hiçbir şeyi koymamayı temsil eder. Kalbimizi Kâbe yönünde tutarak imanın tadını çıkarır, bütün müminlerle birlik olarak Hakk’ın vahdetine gark oluruz. Zira Beyti Atik’i tavaf etmek sadece Allah’a yönelmenin, sadece O’nun huzurunda eğilmenin, ondan başkasına ibadet etmemenin fiili bir göstergesidir. Tavaf, Hakk’a gönül vermek, ona pervane kesilmektir.
İbrahim nebiyle oğlu İsmail nebinin Allah’ın evini döne döne inşa etmeleri gibi hacı da döne döne iman ocağı olan gönül evini inşa eder. Zira gönül de Kâbe gibi Allah’ın nazargâhıdır. Resûl-i Ekrem Efendimiz -Allah ona salât ve selâm etsintavaf ederken şöyle buyurur: “Ey Kâbe! Ne kadar hoşsun ne güzel kokuyorsun! Saygınlığın ne kadar yüce! Beni elinde tutan Allah’a yemin ederim ki bir müminin malıyla canıyla Allah katındaki saygınlık ve dokunulmazlığı senin saygınlığından daha büyüktür.” 12
Makam-ı İbrahim
“Orada apaçık ayetler, İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur.”13ayetinde bildirildiği üzere Kâbe’nin yanındaki bu makamda iki rekât namaz kılarak İbrahim ve Muhammed nebilerin -Allah onlara salât ve selam etsin- nitelikleriyle nitelenmeyi, hâlleriyle hâllenmeyi amaçlar, Hakk’ın nazargâhı olan gönüllerimize Hakk’tan başkasını almamaya çalışırız.
Say
Say, Safa ve Merve tepeleri arasındaki umut koşusudur. Rabbimiz şöyle buyurur: “Kuşkusuz Safa ve Merve Allah’ın şeairindendir.” 14 Hacer annemizin bu tepeler arasındaki koşusu Allah’tan umudun kesilmediği bütün koşuların timsalidir. Say, kutlu bir umuttur.
Say’da koşan, Hacer anamızdı. Fakat Say ibadetinde koşması istenenler erkeklerdir. Hacer annemiz koşarken yalnızdı. Bu ibadet topluca yapıldığı için kadınların vakarı gözetilmiştir.
İbrahim nebi, karısı Hacer annemizi ve oğlu İsmail’i bir çöle bırakıp gider. Azıkları, suları tükenince Hacer annemiz su aramaya koyulur. Yakında bulunan Safa tepesine çıkarak gelen giden olup olmadığına bakar. Oradan Merve tepesine koşar, çevresine bakar. Yine Safa tepesine koşar. İki tepe arasında gidip gelir. Merve tepesinde Cebrail’in -Allah ona selam etsin- sesini işitir. Cebrail, zemzemi Hacer annemizin en çok sevdiği İsmail’inin ayakucundaki yeri kazarak çıkarır. Bir anlamda bu ona, “En çok muhtaç olduğun şey en çok sevdiğini Rabbine teslim ettiğin yerdedir.” mesajıdır.
Şeair, Müslümanlık hâlimizi besleyen simgelerdir. Bu ibadetle aynı yol ve niyetteki Müslümanlarla beraberlik ruhunu amaçlar, Hacer annemize olan hidayetin bize de olmasını, onu kaplayan ilahî rahmetin bizi de kaplamasını umarız. Hacer validemizde olduğu gibi zemzeme, yani umuda koşarız. Bu büyük vahdette Resûl-i Ekrem Efendimize -Allah ona salât ve selam etsin- Cebrail ile -Allah ona selam etsin- indirilen semavî bir “âb-ı hayat”la susuzluğumuz giderilir. Say, kendiliğimizle kişiliğimiz arasındaki yedi tavrı tamamlayarak nefs-i emmâreden nefs-i mutmainneye evrilme, ferdiyet bilinci kazanma çabamızdır.
Zemzem
Taif şehri Arabistan’ın en yüksek dağına yaslıdır. Kızıldeniz’den kalkan buhar bu dağa çarpınca yağmur olarak yağar. Bu bölgede yağmur sularından beslenen üç yer altı suyu Kâbe’nin altında buluşur. Farklı minerallerden beslenen su kaynaklarıyla oluşan zemzem besleyici bir içerik kazanır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz -Allah ona salât ve selam etsin- şöyle buyurur: “Allah, İsmail’in anasına rahmet etsin. Şayet acele etmeseydi zemzem, akan bir pınar olurdu.”15, “Zemzem mübarektir, doyurucu bir gıdadır.” 16, “Zemzem suyu içildiği niyete göre yarar sağlar.”17
Tıraş
Say ettikten sonra tıraş olmak, Resûl-i Ekrem Efendimizin, “Allah’ım, saçlarını tıraş edene rahmet et, rahmet et, rahmet et.”18 niyazına nail olmaktır. Aynada saçımızı önümüze düşmüş görmek, kendimizle hesaplaşmaktır. Saçlarımız önümüze dökülürken vehmimizin ürettiği yargılardan kurtuluruz.
İhramdan çıkmak için tıraş olmak; içimizdeki öfkeyi murakabe edebilmek, Hakk’ın rızasından başka bütün arzularımızı kalbimizden kazımak, bir gönülde birden çok sevgiliye yer olmadığını ilan etmek, kulluk ve halifeliğimizi kabul etmektir. Bu ikrarla dünya kisvesine bürünürüz.
Kurban
Mina’da kurban kesme; mücâhede mezbahasına nefsi Hakk yolunda kurban etmek, canı canan uğrunda fedâ etmektir. Müminin kendisini Hakk’ın huzurunda kurban etmesinden, ona canını fedâ etmesinden daha güzel bir sevgi sunumu düşünülebilir mi?
Hac mevsiminde Mina’daki hacıların da hacda bulunmayan Müslümanların da kestikleri kurbanın ruhu vardır. O ruh “Onların ne etleri Allah’a ulaşır ne de kanları. O’na ulaşacak olan sadece sizin takvanızdır. Onları size müsahhar kıldı ki size yolunu gösterdiğinden dolayı Allah’ı tekbirle büyükleyesiniz ve müjdele o vazifelerini güzel yapan Muhsinleri; İşte Allah onları sizin yararlanmanıza sundu ki size O’nu saygıyla anasınız. Muhsinleri muştula.” 19 ayetinde anlatıldığı üzere takvadır. Takvanın korunarak üzerimizdeki niteliklerin ahlaka dönüştürülmesi haccın kemalidir.
Medine ziyareti
Hac görevini yerine getirdikten sonra Medine’ye gitmek haccın değil şükran hissinin gereğidir. Zira kullukta örneğimiz Resûl-i Ekrem Efendimizdir -Allah ona salât ve selam etsin-. Efendimiz, yaşamın her alanında olduğu gibi nasıl haccedeceğimizi de kendisinden öğrenmemizi ister.20 O hem bütün ilahî icadların hem vahyin vesilesi hem Sirâcen münîrâ21 hem Rabbimizin kendisini bize açtığı biricik kapıdır. “Allah bize kendisini onunla açıp yine onunla örter. O hem varlık bakımından donatıldığı niteliklerle hem de bilgi ve değerce örnek bir insan olmasıyla bizim için herkesten önce ve üstündür. İlahî özellik ve güzellikler onunla biçimlenir, onunla yüksek bir kıvam bulur, zirveye ulaşır. Çünkü o, varlığın yoklukla buluştuğu nur, hakikatin suretle buluştuğu ruhtur.
Bu yüce şanından dolayı Efendimize uymak bizim için Allah’a yönelmenin tek yoludur. Nitekim Rabbımız şöyle buyurur: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve sizi mağfiret etsin. Allah, Gafûr’ dur, Rahîm’dir.”22
Dipnotlar:
1. İbrahim, 37.
2. Bakara, 197.
3. A’raf, 26.
4. Bakara, 197.
5. Buhari, Hac, 4.
6. N3019 Nesâî, Menâsikü’l-hac, 203; T889 Tirmizî, Hac, 57.
7. Saffat, 107
8. Al-i İmran, 96.
9. İbn Mace, Zühd, 30.
10. Bkz. Ahmed Faruk Sirhindî, Mektubat, 263. Mektup.
11. Bkz. Ahmed Faruk Sirhindî, Mektubat, 72. Mektup.
12. İbni Mace, Fiten, 2
13. Al-i İmran, 97.
14. Bakara, 158.
15. Buhârî, Enbiyâ, 9.
16. İbn Hanbel, 5/ 174; Müslim, Fedâilü’s- sahâbe, 132.
17. İbn Hanbel, 3/ 357; İbn Mâce, Menâsik, 78.
18. Buharî, Hacc, 127.
19. “Hacc menasikini benden alın, benden gördüğünüz gibi yapın.” Hacc, 37.
20. Müslim, Hacc, 310.
21. Nûr saçan kandil. Ahzab, 46.
22. Âl-i İmran, 31.