Güzellik Açıları
Bakışları en çok cezbeden, yanı sıra yanıltan ve aklı karıştıran nitelik veya hâl, güzellik. Hayran eden, uğraştıran, büyülenmeye ve peşinden sürüklenmeye, mutlu olmaya ve acı çekmeye sebep olan bir etkisi var güzel olanın. Bu etkileme gücü, tanımını da zorlaştırıyor. Güzel olan her şey, bakışları büyülediği gibi kalbe de dokunuyor. Güzel, sarsıyor, inceltiyor, yanıltıyor, yoldan çıkartıyor. Müsamaha güzele yapılıyor, güzel tercih ediliyor eş seçiminde en çok ve iş alımlarında da güzelin adına şiirler yazılıp türküler söyleniyor.
Güzelliğe yönelim, güzele yönelik beğeninin hazzı tabiatında var insanın. Güzel denildiğinde daha çok kadın kastedilir, erkeğin eş değerdeki sıfatı “yakışıklılık”.
Güzel, şüphesiz ruhen de güzel olabilir, hatta gelişmeyi sürdürecek bir güzelliğin şartı bu. “İçsel bir ruh zorunluluğundan kaynaklanan şey güzeldir, içsel olarak güzel olan şey güzeldir” diyor ya Kandinski manifestosunda... Kimse güzelliği göz alan bir süs bitkisi misali bir ömür sürdürmek istemez. Ibsen’in Nora’sı yüzeysel bir okuyuşla kınanabilir, yuvasını terk etti diye, oysa Nora, yaptığı fedakârlığın kıymetinin azıcık olsun takdir görmediği, aksine suçlanmasına sahne olan bir “bebek evi”ni terk ediyordu.
Güzelleşme çabamız, bir kaygısı, amacı, arayışı olduğu için devinmekte olan kendiliğimiz. Beri yandan, emek verilmemiş hiçbir güzellik ruhun ıstırabını dindirmiyor. Kişiliğimiz, kültürün benliğimize yerleştirmeye çalıştığı sembol veya araçlar karşısında kendi sınırlarımızı korumanın mücadeleyle de oluşuyor. Nefsimizi eğitiyor, sınırlarımızı belirliyor, amaçlarımızı tashih ediyoruz bu mücadele sırasında. Derinlerimizde saklı olanı kendimiz de bilemiyoruz her zaman. Allah, şahdamarımızdan bile yakın bize. İbadet varlığımızı yıkayıp arındırıyor. Güzel, anlamlı bir çabanın halesiyle birlikte oluşmaya devam ediyor. İnsan bu anlamda kendini yeniden yapma gücüne sahip. Yüzümüz, oluşmaya devam eden eserimiz. Ömrümüz boyunca amel, duygu ve düşüncelerle yeniden yapıyoruz, Allah’ın bize verdiği yüzü.
Beğeni dolu bakışlar ya da tersi; hayatın ilk eğitimleri. “Güzellik ondur dokuzu dondur” diye öğreniyor kız çocuğu. Kalabalıklardan sıyrılmayı sağlayan hayranlık dolu bakışlar, sektörler oluşturuyor, salonlara kapı açıyor. Böyle bir etkileme gücü, güzellik kıstasını silah edinerek güç kazanmaya yönlendiriyor “zaife” sayılan cinsi; kültürün talebi bu. Güzel kadın için hayatın daha kolay olduğuna inanılıyor.
Yanıltıcı yanları var bu inancın elbet. Güzelliğe vurgu ola ki öze dönük güveni artırırken çeşitli potansiyellerini açığa çıkarma konusunda üşengeç kılıyor övgülere boğulanı.
“Güzellik kıymeti” baskısı ise pek çok kadını, kendi bağışlanmış yüzünden vazgeçmeye kadar sürüklüyor. “Bakın şimdi ne hâlde…” Bu magazin haber başlığı daha çok bir zamanlar güzelliğiyle ünlenmiş kadınlar için kuruluyor. Yaşlanmış, yüzü kırışıklıklarla dolu veya kilo almış hâli güzelliğinin zirvesinde olduğu dönemlerdeki fotoğraflarıyla birlikte veriliyor. Sabitlenmiş bir güzellik imajı için hep tetikte durmak, büyük yorgunluk. Bütün yüzler güzelliğin korunması adına kırışıklıklarından arındırılarak birbirine benzetilirken kendine haslığın ifadelerinden de yoksunlaşmıyor mu? Birbirine benzeyerek yüzünü yitirmek, aynılaşırken kendine has sözü de unutmak…
Ekranda ayakta haber sunan kadın spikerlerin erkek spikerlere göre kendilerini daha rahatsız hissettiğini düşündürür duruşlarındaki tetikte olma hâli. Yüksek topuklu ayakkabılarla ve hep belli bir görünümü koruyacak şekilde bir konum alıp bir de akıllarını habere, yoruma vermeleri gerekir. Umberto Eco, Günlük Yaşamdan Sanata (Can Yayınları, 2012) isimli kitabında yer alan “Böğürsel Düşünce” başlıklı yazısında tam da bu konuyu ele alıyordu: Bir gün, kot pantolon giydiği zamanlarda yaşadığı daralma hissinden dolayı düşüncelerini toparlamakta zorluk çektiğini fark eder Eco. Bu tecrübesi onu, toplum içinde zihinleri sürekli nasıl göründüklerine odaklanan kadınların, nasıl olup da aynı zamanda işlerini layıkıyla yapabildiklerini tartışmaya sevk eder.
Puran Şeriati de Eşim Şeriati kitabında, Ali Şeriati’nin öğrencileri için tuttuğu defterde, bir kız öğrencisi için, “Geleceği çok aydınlık, eğer kadınlığının kurbanı olmaz, elbiseyi kitaba tercih etmezse” şeklinde bir not düştüğünü aktarır. (İhtar Yayınları, s. 109) Bu tercih hiçbir zaman kolay olmadı kız çocukları için günümüzde çok daha zor, çünkü photoshop, TikTok var; ergen zorbalığı her zamankine göre çok daha teçhizatlı.
Görünürlüğün üzerinden kazanılan kıymetin yetmezliğini insan aile yuvasında öğreniyor veya tersi oluyor. Annenin bir sözü, dayının, komşu kızının, çocuğun ve ergenin kendine bakışını belirlerken ola ki bir yara izi bırakıyor benliklerde. Çocuk veya ergenin kendi fiziğine bakışı, araya giren aile ferdinin, öğretmenin, arkadaşın, yoldan geçen bir serserinin sözüyle hasar görüyor. “Toplumsal cinsiyet”ten söz ediyoruz ya… Bir de etrafın olur olmaz sözlerinin çocuk ve ergende biçimlendirdiği bir “toplumsal fizik” olgusu var. Boyu kısa mıymış, aşırı kilo mu almış, kambur mu oturuyormuş, sıskalıktan ölecek hâlde miymiş, saçlarını öyle toplayarak bir şeye benzemiş mi bari, bacakları çarpık çurpuk muymuş… Fiziğe dönük eleştiriler daha çok kız çocuklarını yaralar, çünkü en çok onlar hayatta kazanacakları başarı gibi aşk ve evlilik konusundaki şanslarının da düzgün bir fiziğe sahiplikten geçtiği yargısına erken yaşlardan itibaren maruz kalırlar.
Böylelikle hayat yoluna görünmeyen engellerle çıkıyor kız çocukları. Görünür engeli olanlar için daha zorlu bir çaba gerektiriyor aynı yolda ilerlemek.
Engelli bir tanıdığım, genç bir kız, toplumun kendisine hep daha fazla engelli sayılan bir erkeği eş olarak göstermesinden usandı, ailesinin desteğiyle terk etti memleketini, uzaklara gitti, orada akrabaları vardı; iş buldular ona, çalıştı çabaladı ve sonuçta onu engeliyle değerlendirmeyen “kusursuz” bir adamın sevgisini kazandı. Genç kız hiç çirkin sayılmazdı ama engeli nedeniyle mevcut güzellik ölçülerine uygun görülmüyordu.
İnsan, kolay yaralanabilir bir varlık. Yara kimine bilgece bir bakış kazandırır, kimini de üst üste bağlanan kabuklarla içine kapanmaya zorlar. Mehmet Emin Balcı editörlüğünde yayımlanan Sıradanın Kırılganlığı kitabı (İnsan, 2022), erken yaşta oluşan benlik yaralarının çözümlemeleri üzerine kurulu. Balcı’nın kaleme aldığı önsözden, çalışmanın beş yıl önce bir grup lisans öğrencisi ile başlattıkları “Bedenin Toplumsal İnşası” dersinin eseri olduğunu öğreniyoruz. Sadece doğrudan bedene yönelik değil, kişinin bütün varlığına bakışını etkileyen yargılar rol oynuyor elbette bu inşada, kitabın bölümlerinde dile geldiği gibi. Ailenin ilgisinden yoksunluk, ortanca çocuğa özgü “görünmezlik”, evden ayrılıp aile değerleriyle fazla bağdaşmayan ortamlarda yaşamak, bakışların tacizi…
Büşra Gümüş’ün bu kitapta yer alan yazısı, ideal kadın bedeni konusunda günümüzde standart kabul edilen güzellik algısı karşısında on beş yaşındaki bir kız çocuğunu kendisini yetersiz hissetmeye götüren süreci anlatıyor. Medya ve tecim alanı değil yalnızca, aile fertlerinin yanı sıra sosyal çevre de eksiklikleri bildirmeyi vazife edinir. Yazar, bu konuda akran ilişkilerinde de kendini gösteren acımasızlığın altını çiziyor. Bedeniyle, hiçbir öznelliğe izin vermeyen bir yüzleşmenin en tabii sonucu, insanın öz benine yönelik bakışındaki kırılma. Beğeni ve sevgiye, aşka layık olmayı bir beden kıstasları testine bağlayan ruhsuz bir sistem karşısında kendini güvende hisseden gençler azınlıktadır. Başka türlü elbette olabilir, ancak güzellik kıstasları bütün vaatleriyle birlikte büyük bir kazanç kaynağı. “Bugünden bakınca, o on beş yaşındaki kıza böyle düşünerek kendine ne kadar haksızlık ettiğini anlatıp onu teselli etmek geliyor içimden,” diye yazıyor Gümüş.
Derviş Zaim’in Cenneti Beklerken isimli filminin ressam kahramanı Eflatun, “Avuntu için sadece kendisinin olacak bir güzelliğin peşine düştü; tıpkı kâfirler gibi” diye bir cümle sarf ediyordu. Güzellik sunduğu avuntuyla neyi aradığına karar verememiş insanı yanıltabilecek, bunun yanı sıra tıpkı sanat eseri gibi kopyalanmak suretiyle çoğaltılabilecek bir güç.
Güzel, bizim gördüğümüzden daha çok bize belli bir tasarımla vitrinlerde gösterilen. Endüstri planında güzelleştirme vaatleri tuzaklarla dolu. Kırışıklarından kurtulmak isteyen kadınlar hislerini dondurmuş oyuncak bebekleri andırıyor; Nora’nın içinde tükendiğini fark edip de kaçmaya çalıştığı bir hâl. Esasında bir tür hissizleşme yaşanmadan sürdürülemez güzelleşme çabasını merkeze koyan bir hayat. Kimi kadınların güzelleşmesi için kimilerinin de renklerinin solması gerekiyor. Ünlü markaların Uzak Doğu ülkelerinde üretimlerini gerçekleştirdiği atölyelerde işçiler, bazen ölümcül hastalıklara sebep olacak şekilde ağır şartlarda çalıştırılıyorlar.
Afişler döne döne hatırlatır: “Elmas her zamanki kadar kadını güzelleştirmez mi?” Kendini kıymetli ve saygın hissetmenin kadim ve yeni sembolleri, tüketim toplumunun fetiş nesnelerinde dile geliyor. Ucuza mal olan güzellik ürünlerinin arkasında kurbanlar var ve çoğu tüketici bunun ayırdında değil. Yakınlarımızda da yaşanıyor ucuz işçi istismarları. Hemcinslerini güzelleştirecek ürünler için yemek ve molalar hariç sürekli ayakta ve günde 14 saat çalıştırılan kadınlar erkenden fiziki ve ruhsal bir çöküntüye düçar oluyorlar.
“…süs içinde yetişen ve meramını kuvvetle anlatamayan…” diye geçiyor Zuhruf Suresi’nde, müşriklerin kız çocuğu konusundaki zihniyeti sorgulanırken. Süs içinde yetişti veya yetişmedi; ama galiba meramını anlatmakta yetersiz kaldığı için de payına düşen izbe atölyelerin insafsız mesaisi oldu. Başka türlü yetişmesi gerektiğini düşündü belki, dile getiremedi. Gözünün yaşına bakmadı hayat. Kanını iliğini sömürdü zehirli tezgâhlar.
Çocuklarımızı “meramını kuvvetle anlatabilecek” şekilde yetiştirmemiz nasıl da önemli! V- 80’lerin tesettürlü öğrencileri, aile ocağının yanı sıra örgün eğitim okullarında da fizikten önce ruhun ve ufkun, bakışların güzelliğine inandırılmışlardı.
Fiziksel güzellikle öne çıkmak gibi, varlığı ayrıcalıklı kılan herhangi bir değeri öne sürmek de yakışıksız gelirdi, Allah’ın boyasıyla boyanmaktan söz ederlerdi. “Allah’ın boyası ile boyanınız; boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kim vardır?” (Bakara: 138) Tesettürü, kamusal yasaklara direnen kuşak işte o şekilde kavradı ve giyim kuşamıyla davranışlarında hayata geçirmeye çalıştı. Giysi, saç ve ten görünmeksizin pekâlâ uyum sağlardı kişilikle ve buradan iyilikle ilişkili bir güzellik doğardı.
İslamcı kadınlar bir özgürlük mücadelesi içinde yol alırken kendi estetik ifadelerini geliştirmeye ihtiyaç duyuyorlardı elbette, gelgelelim yasakların oluşturduğu iklimde bu alanda düşünmeye gelmezdi sıra. Zevkleri belirleyen Unkapanı’ydı, Mesture Giyim’di. Belli bir kumaştan yapılmış koyu renkli ve bileklere kadar uzanan pardösü modeli gökten indirilmiş gibi bir kabul görüyordu hem. Pantolon erkek giyimi sayıldığı için, kadın giyiminin bir parçası olduğunda kınanırdı, ancak kentte dolaşan, otobüslere binen, meydanlarda protesto gösterilerine katılan öğrenciler pardösülerinin altına pantolon da giyer olmuşlardı. Dikkat çekmekle suçlandıkları oldu, oysa tersine onlar bir kamusal alan hakkı talebi için koştururken dikkatlerden kaçmak istiyorlardı ki sokaklarda bulunmaları “yanlış” anlamlara çekilmesin. Bu nedenle çirkin görülmek yaralayıcı gelmiyordu, peşinde oldukları güzel farklıydı. Direnişlerini ayakta tutan da “içsel bir zorunlulukla güzel” olunmanın bilinciydi. Bir şeyleri iyi yönde değişmeye götüren bir devinimin parçası olmanın aydınlığı değiştirirdi simaları. Başörtüsü, rıza ve tevazu ile güzeldi, takva da bu niteliklerden farklı bir değer değildi.
Eylemin güzellik sebebi olduğu bir dönemden, güzelleşme faaliyetinin eser sayıldığı bir döneme geçişin dağılması yaşanıyor şimdilerde. Ninelerin şiirsel zaviyeden tasvir edilen korunmuşluğu, metaneti ve nahifliğiyle sürdürülemezdi “yeni hayat.” Kentli bir olgu olan başörtüsü direnişi, özgürlük/özgürleşme vasfıyla cazip geliyordu öğrencilere, bu yine de olabilir. Ancak kişinin amaçlarını sırf kendine ait kılmadığı yerde, ortaklaşa ve değerler adına mümkündü başörtüsünün o güzelliği, hâlâ da öyle. Özgürlük (veya rıza) hissinin silikleştiği alanlarda başörtüsü suskunluk ve itaate, sineye çekmeyle ilgili bir anlama yorulduğu ölçüde onu güzel kılan anlamlardan uzaklaşırdı. Korunmak ve (Müslüman olarak) tanınmaya ilişkin bir endişenin örtüsü, takvasız, düşerdi kendiliğinden.
Güzel, bakışın da güzelliği değil mi? En çok nerelere kayıyor bakışlarımız, nerelere dalıyor?.. Güzelle ilişkimiz, güzelliğimiz üzerine arayışlarımız, bir varlık bilinci temelinde koruyup geliştiremediğimiz takdirde, bir örnekliğin biçimler düzenine kapanmaktan nasıl uzak kalabilir ki… Aida Begiç on yıl kadar önce, karşılaşmalarda zihinlerin konforunu bozduğu için başörtüsüne “kavramsal sanat” demişti. Bosna için bu hâlâ anlaşılır bir yorum. Bir başka güzel olanın halesini koruması sürekli bir düşünce, sürekli bir emek istiyor. Bu anlamda güzelliğin konfor bozumunu göze alan bir konumu gerektirdiği söylenebilir, ancak insanlığın kendine dair umudunu koruması için de bu “başka”ya ihtiyacı var.