Gurbeti sıla yapan bir kalem: Orhan Kemal

 Orhan Kemal.
Orhan Kemal.

Orhan Kemal’in babası 10 Ağustos 1889 doğup 21 Temmuz 1949 tarihinde vefat eden milletvekilliği ve bakanlık yapmış Abdülkadir Kemali Bey, annesi 1889’da Adana doğmuş 1961’de yine burada vefat etmiş rüştiye mezunu Azime Hanım’dır. Orhan Kemal, 15 Eylül 1914'te Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğmuş, babasının siyasi baskılardan dolayı 1931’de Suriye'ye gitmek zorunda kalması ile orta öğrenimini yarıda bırakmış ve Suriye'de bulaşıkçılık başta olmak üzere matbaa işçiliğine kadar birtakım işlerde çalışmıştır. Kısa süre sonra ailesinden ayrı olarak Türkiye’ye dönmüş ve Adana'da çırçır fabrikalarının çeşitli kademelerinde çalışmıştır. Buradaki gözlemleri daha sonra romanlarına yansımıştır. Rahşan Yıldız Eyigün’ün “Orhan Kemal’in Hayatı, Eserleri ve Orhan Kemal Uyarlamalarının Türk Sinemasındaki Yeri” başlıklı tezine göre; Ekonomik bunalım yaşayan kişilerin dramını ve kırsal kesimdeki insanların toplumsal şartlar altındaki ezilmişliklerini anlatması yönüyle önemli bir romancımızdır. Eserleriyle, toplumsal yaşamımızın değişim dönemlerini birey-toplum ilişkileri çerçevesinde gerçekçi bir biçimde dile getiren, ırgatlardan işçilere uzanan, kimi zaman çalışanları, kimi zaman işsiz insanları konu edinen, ekmek kavgası veren yoksul kesimin yaşamını anlatan Orhan Kemal, çağdaş Türk edebiyatında özgün bir yer edinmiştir. Orhan Kemal şiir, roman, öykü, oyun ve senaryo olmak üzere farklı türlerde eserler vermiştir. Onun romanlarında küçük adamların hayatları, alt gelir grubunun meydana getridii mahalllerde teşekkül eden sosyal yapı, farklı coğrafyalardan gelmiş insanların dünyası ve onların hayata tutunma çabalarını görmek mümkündür.

Bulgar Yazarlar Birliği’nin çağırısı üzerine gittiği Sofya’da rahatsızlanan Orhan Kemal, tedavi edilmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970’te ölmüştür. Anısını yaşatmak için İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde, Cihangir semtinde Orhan Kemal Müzesi açılmış 1972'den bu yana Orhan Kemal Roman Armağanı düzenlenmektedir.

Orhan Kemal’in “Maâcır” babaannesi Emine Hanım

Taşınma ve muhacirlik nerdeyse Orhan Kemal’in genlerinde vardır. Abdülkadir Kemali’nin annesi Emine Hanım’ın (?-1957 Adana) babası Bulgaristan göçmeni olup Burhaniye’ye yerleşmiştir.
Taşınma ve muhacirlik nerdeyse Orhan Kemal’in genlerinde vardır. Abdülkadir Kemali’nin annesi Emine Hanım’ın (?-1957 Adana) babası Bulgaristan göçmeni olup Burhaniye’ye yerleşmiştir.

Taşınma ve muhacirlik nerdeyse Orhan Kemal’in genlerinde vardır. Abdülkadir Kemali'nin annesi Emine Hanım’ın (?-1957 Adana) babası Bulgaristan göçmeni olup Burhaniye'ye yerleşmiştir. Belki de bundandır bilinmez Orhan Kemal’in eserlerinde göçmenlere sıkça yer verilmiştir. Evde baskın bir karakter olan, babaanne “Maâcır Kadın” Emine Hanım eserlere de öyle yansımıştır. Dindar bir kadın olan babaanne zor zamanlarda duygularını kontrol ederek liderliğini ve yol göstericiliğini ortaya koymuştur. Ekonomik sıkıntılar içerisinde torununa sahip çıkmaya çabasında olup eşinin ve çocuklarının kudretli günlerinden kalma izler taşıyan babaanne saçlarına aklar düşmüş, gururlu bir kişiliğe sahip olup olayların merkezindedir. Her şeyi kontrol altına alma çabası vardır.

Orhan Kemal Mayıs 1970’te, eşiyle birlikte gittiği Bulgaristan’da geçirdiği kriz sonrasında Sofya Hükümet hastanesine yatırılmıştır. Hastaneden önce babaannesinin soyunun bulunduğu yerleri gezerek romanı için malzeme toplamıştır. Yazarın tamamlamaya ömrünün vefa etmediği daha sonra oğlunun neşrettiği “Önemli Not, Tamamlanmamış Yapıtlar Seçilmiş Düzyazılar”da Balkanlar'daki savaştan kaçan insanların yaşadıkları zorluklarını, parçalanmış ailelerin hikâyesi anlatılmıştır. 93 Harbi'nde iki kız kardeşin, bir Balkan kentindeki mutlu hayatları, savaşın başlamasıyla kaybolan umutları, bir Rus subayının onlara sahip çıkması, Anadolu'ya zorunlu göçleri, İstanbul'da birinin evlatlık alındığı ailenin ilginç kimliği, babaannesi eserde yer bulmuştur.

Orhan Kemal'in babası, Abdülkadir Kemali Bey.
Orhan Kemal'in babası, Abdülkadir Kemali Bey.

Orhan Kemal’in otobiyografik özellikler taşıyan Baba Evi, Avare Yıllar, Cemile, Dünya Evi, Arkadaş Islıkları romanlarında ve diğer eserlerinde Balkan göçmenlerine yer vermiş, Balkan Harbi’nden sonra tüm varlıklarını memleketlerinde bırakıp gurbette sefalet içerisinde yaşayan göçmenlerin zor ve hüzünlü yaşamlarını romanlarının konusu yapmıştır. Cemile adlı romanında, Cemile karakterine ilham veren eşi Nuriye Öğütçü ve babaannesi ile çevresindekilerden dolayı Balkan göçmenleri yoğun bir şekilde eserlerine yansımıştır. Nuriye Öğütçü, Orhan Kemal ile evlendiğinde babaannenin evine gelin gelmiştir. Hem babaannenin bir kızın fabrikalarda çalışmasını uygun bulmamasından hem de Orhan Kemal’in güzel karısını fabrikalara göndermeyecek kadar kıskanmasından dolayı Nuriye Öğütçü evlenince işten ayrılmıştır.

Savaş yıllarında yola düşen bir aile

1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğan Orhan Kemal’in çevresini tanımaya çalıştığı savaş yıllarında Ceyhan'da seferberlik davulları çalınmıştır. Tam bu yıllarda 21 Kasım 1918'de Fransız kuvvetleri Adana'yı ve ilçelerini işgal edince Abdülkadir Kemali ailesini Ceyhan'dan Niğde'ye götürme çabasına girmiştir. Yola çıktıkları sırada Adana’ya yakın Çiftehan ve ardından Pozantı Fransızların eline düştüğünü öğrenen Abdülkadir Kemali, Kuva-yi Milliye'cilere katılmak için Pozantı kaymakamı Arif Bey’le görüşmüş ancak gidişat kötü olunca ailesini Konya’ya emin bir yere bırakmak için yola düşmüştür. Orhan Kemal’in o günlerde yaşadıkalrı Baba Evi romanında kendini gösterir: “İstasyona geldik... Mahşer gibiydi... Millet tren bekliyordu, millet düşmandan kaçıyor, sabırsızlanıyordu. Gidip gelenler; gelip gidenler... Kıyamet... Bütün bu kaynaşma içinde çocuklar, çarşaflı kadınlar, bıyığı düşmüş, sakalı uzamış insanlar, yalınayak askerler ve bir ufkun kurşunîliğinden öbür ufkun kurşunîliğine uzanan dönmüş tren rayları.”

Orhan Kemal’in Konya’sı

Aile bu yolculuktan sonra Konya’da Alaattin Tepesi’ne de yakın bir eve yerleşirler. Bu şehirde kimseyi tanımadıklarından “bürokrat Abdülkadir Kemali Bey”in ailesi olarak değil de “kömürcü Abdülkadir Bey”in ailesi olarak tanınırlar. Yine Baba Evi romanındaki şu satırlar olayın ayrıntıları gibidir: “Soran olursa, kömürcünün oğlu olduğumu söylememi sıkı sıkı tembih etmişlerdi. Babaannem, babama ait ne kadar kitap, kâğıt, fotoğraf, kılıç, tüfek varsa, daha doğrusu Ankara'daki babama ait ne varsa hepsini yatakların pamukları içine, tavan arasına saklamıştı. (…) Çiftlik binası ya Rum ya da Ermenilerden kalmaydı, babam burasını bilmiyorum kimden kiralamıştı. Kocaman, siyah bir asma kilit sallanan kapısıyla bir alt evi vardı. Bu alt ev, birer gözü hatırlatan pencereleri ve yıllardan beri kilitli kapısıyla, müthiş bir sırrı saklıyormuşa benzerdi.”

Memleket meseleleri için kendisinin ve ailesinin yaşamını alt üst eden hukukçu dava adamı Abdülkadir Kemali Bey yaşadığı sıkıntılardan dolayı saçlarına aklar düşen eşiyle, hayatın sillesini yemelerine rağmen evlatlarını koruyup kollama çabasıyla bir süre Konya’da ikamet etmiş, durum normalleşince Adana’ya geri dönmüştür.

Baba Abdülkadir Kemali Bey’in Suriye’ye kaçışı

Türkiye'nin ilk çok partili sisteme geçiş denemesi başarısızlığa uğrayınca "bir daha muhalefet etmeyeceğine" taahhüdünde bulunan Abdülkadir Kemali Bey’in gazetesi ve partisi 21 Aralık 1930'da kapatılmıştır. Tutuklanacağı haberini alan Abdülkadir Bey, yargılanmamak için 24 Aralık 1930'da Suriye'ye kaçmış, Beyrut'a yerleşerek lokanta işletmiştir. Adana'da Ahali Cumhuriyet Fırkası'nı kuran Abdülkadir Kemali Bey’in o günlerine ait izlenimlere de Baba Evi’nde rastlayabiliriz. Babasının siyasetle bu kadar ilgili olmasına karşın, Orhan Kemal gençlik yıllarının verdiği etkiyle olsa gerek bu dönemde babasının yaptıklarıyla pek de ilgili olmamıştır. O, biraz sorumsuz, biraz uçarı, hayatının bir daha ele geçmeyecek olan Baba Evi yıllarının tadını çıkarmıştır: “Babamın, ta ilan sayfalarına kadar uzanan makaleler yazdığını biliyordum. Lakin ne babamın fırka liderliği ne de bitmez tükenmez makaleler beni ilgilendiriyordu.” Millî Mücadele’nin ön saflarında bulunmaktan, mahkeme reisliğine, milletvekilliğine ardından muhalifliğe geçiş sonrası Beyrut’a sürgünlük ailenin özellikle Orhan Kemal’in hayatını değiştirmiştir.

Beyrut’taki kaçak yıllar

Orhan Kemal, Avare Yıllar’da ise ailesinin yurtdışı günlerindeki sıkıntılarını şu cümlelerle anlatmıştır: “Babamların benden sonra Kudüs'e geçtiklerini biliyordum. Annemin anlattıklarına göre, Kudüs'te tam bir sefalet içindeymişler. Bedevilerle dolu bir hanın daracık, harap bir odasına tıkılmışlar... Niyazi'nin boyu birdenbire uzamış, fakat çok zayıfmış. Boynunda işporta, bütün gün Kudüs caddelerinde. Bari rahatça dolaşabilse. Filistin tebaası olmadığı için, bütün yabancılar gibi o da İngiliz polislerinin takibinden korunmaya mecbur oluyormuş.”

Ailenin Beyrut günlerini şimdi de Baba Evi romanından takip edelim: “Beyrut’ta Fıstıklı tarafında oturuyorduk. Lübnan teb’ası olmadığımız için, babama avukatlık yaptırmıyorlardı. Babam da annemin bileziklerini bozdurdu, on altın lira sermayeyle, Burç Meydanı’na çıkan aralıklardan birisinde, yüksek bir apartmanın altında, küçük bir lokanta açtı. Babam lokantaya pek uğramazdı. Yemekleri Süreyya adında bir Türk mültecisi pişirir, Niyazi’yle ben de lokantanın garsonluğuyla bulaşıkçılığını yapardık. On yedi yaşındaydım ve hayatımın bu tarzından çok memnundum. Memleket, futbol, Cin Memet ve ötekiler silinmişti. Ortalık yeni yeni ağarmaya başlarken, Niyazi’yle birlikte evden çıkardık. O saatte Beyrut’un yeşil tramvayları bile seyrek işlerdi. Yalnız işçiler, o, dünyanın her tarafında, herkesten az uyuyan, kadınlı erkekli çoluklu çocuklu kalabalık, onlar kümeler halinde ve yollarda olurlardı. Aralarına katılırdık… Tıpkı onlar gibi, ceketlerimiz omuzlarımızda, onların bastıkları parkelere basmak gururu içinde, iş-güç sahibi insanlardık…”

Adana’ya dönüş

Mecburen gittikleri Beyrut’ta farklı bir ortama giren aile çaresizliğin her türlüsünü yaşamıştır. Baba Abdülkadir Bey ceza alma ihtimalini kuvvetle muhtemel olduğu için vatanına hasretini kalbine gömüp hayat mücadelesine devam etmiştir. Ülkesine dönemeyen babanın evladı Orhan Kemal ise onun için her anlamda yeni olan bu şehirde Adana’ya hasret duymaktadır. Baba Evi’nde bu özlemini şöyle anar: “Bir gün Beyrut limanında dolaşırken bir Türk vapuru gördüm. Direğinde bayrağımız… Bu vapur, bu bayrak, bu benim memleketimin, vatanımın bir parçası… Saatlerce oralardan ayrılamadım. Büyülenmiş gibiydim, gözlerim bayrağımıza dikili, heyecandan çalkalanarak, oralarda dolaştım durdum. Sonra o çılgın heyecanla konsoloshanemize koştuğumu hatırlıyorum… Neler söyledim? Beni dinleyenler kimlerdi? Bilmiyorum. Akşam eve döndüğüm zaman hâlâ kendimi bulamamıştım.”

Bir süre sonra burası onun için yaşanılmaz bir yer hâline gelmiştir. Beyrut’ta ailesi ile yaşadığı sıkıntıyı ifade ederken aldığı tasdiknameden ve anlaşamadığı babasından bahsederek Adana’ya dönmek ister. Annesinin tavrını Baba Evi’nde şu cümlelerle anlatmıştır: “Okul tasdiknamemle nüfus kâğıdımı ve kendimce lüzumlu birtakım kâğıtlarımı ayırıp paket yaparken, odaya annem girdi. .(…)

- Bunlar ne? N'olacak?

- Nüfus kâğıdım, tasdiknamem...

- Niye paket yaptın onları?

- Yaptım işte...

- Niye yaptın? Bir sebebi var zahar... Kesinlikle:

- Adana'ya gitmeye karar verdim, dedim. İcabederse kaçacağım! ”

O artık “İki seneden beri bir türlü alışamadığım bu yerler, bu gurbet ellerden usanmıştım. Vatanım burnumda tütüyordu. Vatanım bilhassa memleketim, okulum ve arkadaşlarım!” diyerek 1932 Haziran’ında babasının izniyle tek başına Adana’ya dönmüş babaannesinin yanına yerleşmiştir.

Orhan Kemal Beyrut’ta kardeşi ile ülke özlemini anlatırken okulu özlediğini ve Cin Memet’le yaşamak istediği maceraları Avare Yıllar’da şöyle anlatmıştır: “Adana'ya gidince şöyle yapacam, böyle yapacam... Cin Memedin kardeşi beni görünce kim bilir nasıl şaşacak! Tekrar okuluma başlarım, futbol oynarım.”

1932 Haziran’ında babasının izniyle tek başına Adana’ya dönmüş babaannesinin yanına yerleşmiştir.
1932 Haziran’ında babasının izniyle tek başına Adana’ya dönmüş babaannesinin yanına yerleşmiştir.

Aynı dönem Baba Evi’nde ise şöyle geçer: “Bavulumu bir emanetçiye bırakıp, koşuyorum Cin Memetlere... Yaz günleri biraz geç gölgelenen mahalleye yaklaştıkça heyecanım artıyor. Arsasında futbol oynadığımız, tozlu sokaklarda donsuz sümüklü çocukların haşrolduğu ve yorgun işçilerin paydos dönüşlerini hatırladığım bu köpeği bol mahalle bile ne kadar değişmişti... Acı güneşin altında isteksizce uzanan yollar, sıvaları daha da dökülmüş ahşap evler... Futbol oynadığımız arsanın etrafı dikenli tellerle çevrilmiş, arsada kırmızı kırmızı kiremit yığınları, kireç çukurları, tahta bir baraka...”

İstanbul’a ilk gidiş

Orhan Kemal Adana'ya babaannesinin yanına döndükten sonra kendini okul yerine futbola vermiştir. Bu arada gönül verdiği Bedriye isimli arkadaşı onun okumasını istediğinden eğitim görmek iddiasıyla bir kez daha taşınarak İstanbul’a halasının yanına gitmiştir. Onun İstanbul’a gitmekteki amacı, yarım kalan eğitimini tamamlamaktır. İstanbul’a birlikte gideceği arkadaşları Gazi ve Hüseyin’le arasındaki diyalog ise Avare Yıllar’a şöyle yansımıştır:

“— Peki, yol parası?

— Yol parasını... Bak bunda haklısın. Mersin'den birer güverte bileti uydurduk diyelim…

—Yolda ne yiyeceğiz? İstanbul’a indik, nerde yatıp kalkacağız? Karınlarımızı nerde doyuracağız?

Gazi:

— Dur, dedi, şu Reşat’la Ahmet'i bulalım. Bize dokumacılık öğretsinler, çalışıp para kazanalım, biriktirelim ondan sonra...

— Ondan sonra basar gideriz. Hem dokumacılık İstanbul’da da söker. Sıkışırsak...

— Sıkışırsak ne iş olsa yaparız be..” deselerde kendilerini en azından misafir edecek bir yer ararlarken Gazi’nin aklına Yirmialtılık Memet gelmiştir. Bu esnada Gazi:

- Ama, durun, dedi; şu bizim Memet vardı hani, Yirmialtılık Memet.

-Bizim kaptan?

- Heye... Burda, Beykoz'da. Bir lokantalı gazinoda çalışıyor, işi kıyak. Hem madem çalışmaya geldiniz, ustası size Beykoz kundura fabrikasında birer iş uydurur, fabrikanın ustaları filan onların lokantasında yiyorlar. (..) Mahalle futbol kulübümüzün kaptanı Yirmialtılık'la”

Malatya’da ekmek arayışları

Çok defa şehirden şehire taşınan Orhan Kemal Adana, Konya, Beyrut, İstanbul, Adana duraklarından sonra hayatını düzene koymak isteyerek Nuriye Hanım’la evlenmiştir. Çeşitli işlerde çalışıp ailesini, geçindirmiştir. 13 Temmuz 1944'te doğan oğlu Nâzım henüz üç haftalık iken, Orhan Kemal'in Malatya’da yaşayan bir arkadaşı, “Buraya gel, sana iş buluruz,” diyerek yanına çağırmıştır. Orhan Kemal’de işsizlikten bunaldığı için bir umut diyerek yine her şeyini satıp, ailesiyle Malatya'ya gitmiştir. Malatya’da arkadaşının evinde kalan Orhan Kemal Malatya Mensucat Fabrikası’nda iş bulmuştur. Ancak askerliği bitirmediğinden burada tutunamaz ve cebindeki son parayla ailesini bir kez daha Adana’ya taşır.

Malatya’dan Adana’ya dönüş

Ailesini rahat geçindirebilmek için gittiği Malatya’da tutunamayan Orhan Kemal çaresizce Adana’ya dönmüştür. Yıldız Bilgin Bayazıd’ın Hayvan dergisinin Haziran 2003 tarihli sayısında yayınlanan “Nuriye Öğütçü, Eşe Dosta Selam” başlıklı yazısının nakline göre Nuriye Öğütçü Malatya’dan Adana’ya dönüş gecesini şöyle anlatmıştır: “Gidecek yerimiz yok. Nazım var. Kemali küçük. Yıldız var. Yatırdım hepsini taşların üstüne, istasyonun betonuna. Uyudular. Fakat korkunç sinek var, hangi birini koruyayım? Bir kâğıt buldum, bir Orhan Kemal’e salladım, bir çocuklara. Öylece sabahı bekliyoruz. Biraz sonra biri geldi, bekçiymiş, ‘yasak burada uyumak’ dedi. ‘Kalkın gidin’ dedi. Bizi oradan kovdu. Kalktık. Gece yarısı araya araya bir akraba bulduk. Oraya sığındık kaldık sabaha kadar perişan halde…” Nuriye Hanım bu durumu Sadun Tanju’ya verdiği Cumhuriyet gazetesinin 23 Haziran 1970 tarihli sayısında yayınlanan “Eşi Nuriye Öğütçü Anlatıyor, Orhan Kemal’le Mutlu Yıllar” başlıklı mülakatta ise şöyle anlatmıştır: “Adana dönüşümüzün gece yarısı Adana garında nereye gideceğimizi bilemeden kalışımızın, iki küçük çocukla yorgunluktan perişan olmuş halde istasyonun betonları üzerine uzanıp sabahı edişimizin acısı yazılıdır”

Orhan Kemal’in Ekmek Kavgası kitabında yer alan “Dönüş” adlı hikâyesi diğer hikâyelerden farklı olarak kadının eşine nasıl bağlı olduğunu, eşinin üzülmesini istemediği için her zorluğa katlandığını anlatmaktadır. Dönüş hikâyesi Nuriye Öğütçü’nün ifadesiyle neredeyse birebir yaşanmışlığı yansıtmaktadır. Hikâyede iş arayışındaki bir babanın türlü yokluklar içindeki mücadelesi, eşin ve çocukların yokluğu bir kader olarak görüp kabullenmeleri ve yolculuk esnasında yaşadıkları sıkıntılar vardır. Kahramanın / Orhan Kemal’in tren garına indiği an hikâyede şöyle yansımıştır: “Tren gecenin on ikisinden sonra şehrin garına girdi. Adam dehşetli yorgun ve uykusuzdu. Bavullarla sepetleri karısı vagonun penceresinden uzattı, o aşağıdan aldı. Öyle yorgun, uykusuzluktan öyle bitikti ki nerdeyse yıkılacaktı. Kadın, gene pencereden, kızını, sonra da kırk günlük oğlunun kundağını kocasına uzatıp trenden indi.

İstasyon çok kalabalıktı. Trenden inen ve binenlerin gürültülü kalabalığı... Kız, babasının bacağına sarılmıştı, kalabalığa uyku dolu gözleriyle şaşkın şaşkın bakıyordu. Nihayet son kampana çaldı, lokomotif acı acı öttü, tren ıslak fısıltılarla yürüdü. Kızın gözleri trenin arkasına, gittikçe uzaklaşıp ufalan kırmızı ışıktaydı. Işık zaman zaman kayboldu, tekrar çıktı, öyle bir an geldi ki, büsbütün karanlıklara karışıp gitti.

İstasyonun az evvelki kalabalığı çekilmiş, işçi kadınlar uzun saplı süpürgeleriyle istasyonun betonunu süpürmeğe başlamışlardı... Karı koca, bakıştılar… (…)

Adam bavullarla sepetleri tahta sıraların oraya taşıdı. Kadınla, kız sıraya oturdular. Kadının kucağında kızın kardeşi... Nihayet adam da geldi, kızın yanına halsizce çökerken, ‘Hoh!’ yaptı.”

Hikâyede sessizliğin ürperticiliği ve çaresizliği bir karabasan gibi üzerlerine çöküşü şöyle yer bulmuştur: “Gecenin birine doğru, istasyon betonunu süpürenlerin süpürge sesleri hafiflemişti. Sonra dindi ve istasyondaki fazla lâmbalar söndü. Karşı kantindeki adam dükkânını kapadı, süpürgeci kadınlar da, ceketleri omuzlarında, ağızlarında cigara, birer ikişer çekildiler...

Adam da arada dalıyordu... Sıranın kenarına dayalı başı zayıf adamın kolunun üstüne iniyor, tam kendinden geçecekken toparlanarak kalkıyordu.”

Hikâyede çizilen kadın karakter edilgen, edilgen olmakla beraber her zaman ailesinin yanında olan eşinin ve çocuklarının ızdırabını azaltmaya gayret sarf eden bir kişidir. Bu yönüyle her zaman ailenin çimentosu olmuş, kadın olarak Orhan Kemal ve ailesinin yaşadığı sıkıntılı günlerde olumsuzlukları üzerinde toplayarak aileyi bir arada tutmuştur.

İstanbul’a zoraki göç

1940’larda Adana’da çeşitli işlerde çalışan fakat bir türlü uzun süreli olarak aynı işte kalamayan Orhan Kemal için Adana’da iş umudu kalmamıştır. Bu arada yazmaya ve yazılarını dergilere göndermeye devam etmiştir. Bu sırada eserlerini neşreden Yaşar Nabi Nayır’a 28 Şubat 1947’de yazdığı ve Dost Mektupları’nda neşredilen mektupta “İstanbul’a nakil işimin tek mahzuru para meselesi olduğunu takdir edersiniz. Başkaca hiçbir mahzuru yok.” diyen Orhan Kemal’in çaresizliği görülmektedir.

O dönemi Orhan Kemal, Yağmur Yüklü Bulutlar kitabındaki “On Beş Kuruş” başlıklı hikâyesinde “Yıllarca önce Çukurova’daki işim elimden alınmış, âdeta İstanbul’a itilmiştim. Buna babamın ölümü de rastlayınca, annem, babamdan kalanları kardeşler arasında pay etmişti.” demiştir.

Dünya Evi’nde ise işsizliğin verdiği iç sıkıntısı ile eşiyle kavga edip kısa süreliğine evden ayrılan Katip Necati/ Orhan Kemal çıkış yolu aramaktadır. Tam bu sırada arkadaşı Bethoven Şaban ona İstanbul’a gitme fikrinden bahsedip onun da hoşuna giden fikrini açıklar: “Hep beraber toplanır giderdik. Ne iyi olurdu. Dört kişi. Bir tencereden yer, para biriktirir, sonra da basar İstanbul’a atardık kapağı!”

Hikâyesinde de yer verdiği bu düşünce ile Orhan Kemal evin eşyalarını satarak yol parası yapar. 1950 yılının 17 Nisan’ında eşi ve çocuklarıyla İstanbul'a varır. Orhan Kemal Bursa Cezaevi’nden arkadaşı İzzet’i bulmuş ve o gün İzzet’in Kasımpaşa’daki evlerine gitmişlerdir. Arkadaşı İzzet, evin bir odasını onlara vermiştir. İzzet’in ailesi sekiz kişidir, beş de Orhan Kemal’in ailesi; toplam 13 kişilik kalabalık bir aile olarak, üç aydan fazla bu evde kalmışlardır.

İstanbul’a taşınma ve yaşanan pişmanlık

Orhan Kemal’in romanlarında İstanbul yoksul mahallelerde yaşayan, fabrikalarda çalışan, farklı coğrafyalardan medar-ı maişet için gelmiş çoluk cocuk aile boyu çalışılan bazen kötü yola sürüklenilen, yoksulluktan başını kaldıramayan insanların mekânı olarak geçmektedir. Bir hayal ile geldikleri İstanbul’da aradıklarını ilk etapta bulamayan aile de bir pişmanlık oluşur. Asım Bezirci, Orhan Kemal, Hayatı, Sanat Anlayışı, Hikayeleri, Romanları, Oyunları, Röportajları, Anıları kitabında Nuriye Öğütçü o acılı günleri şöyle anlatmıştır: “Sirkeci'de ucuz bir otele indik. Yanımızda 3-4 yüz liralık bir servet vardı. Raşit hemen ertesi gün İzzet'i aramaya çıktı. Bursa hapishanesinden arkadaşı idi, mektuplaşıyorlardı, İstanbul'a gelmemizi en çok isteyenlerdendi. O gün İzzet'lerin Kasımpaşa'daki evlerine taşındık. Onlar zaten sekiz kişilik bir aile idiler. Biz de beş kişi, evin bir odasına yerleştik. Üç aydan fazla misafir ettiler bizi.

İlk önce bana bir iş bulundu. Sultanahmet'te bir çorap fabrikasında çalışacaktım. Dediklerine göre de haftada 75 lira alacaktım. Küçükleri, ablaları Yıldız'a bırakır, karı koca sabahın erken saatinde yola çıkardık. Beni fabrikaya bırakırdı Raşit, sonra bütün gün hikâyelerini satabilmek için Babıâli’de dolaşır, akşama yine beni almaya gelirdi. Çok geç olurdu eve dönüşümüz. Ayaküstü bir şeyler yapar karnımızı doyururduk, sonra geç saatlere kadar oturur söküktü, yamaydı, o işlerle uğraşırdım. Müthiş yoruluyordum, fakat hafta sonunu da iple çekiyordum. 75 lira alacaktık. Değerdi bu yorgunluğa. Muhasebeden verdikleri zarfın içinden 12 lira çıkınca, nasıl boş hayaller peşinde koştuğumuzu bir defa daha anladık. Bıçak açmıyordu ağzımızı. Hafta başında Raşit 'gitmeyeceksin' dedi.

Elimizdeki parayla idare ettik bir süre: Kışa doğru Fener'de bir ev bulduk, kirası 40 liraydı. Raşit, çoğu zaman Çarşamba, Aksaray üzerinden yürüyerek giderdi Babıali’ye. Yakacağımız yoktu. Adana'dan getirdiğimiz pompalı gaz ocağı ile ısınmaya çalışarak, geç saatlere kadar oturur çalışırdı. Hikâyelerini satabiliyordu artık. Fakat o kadar az para veriyorlardı ki, çoğu zaman ev kiraları bir iki ay birikirdi. Sonra onu ödeyeceğiz diye çırpınıp dururduk. Çok zor günlerdi. Ama yaşıyorduk işte. Ümit edebiliyorduk iyi günlerin gelebileceğini. 1952'de oturduğumuz ev satıldı. Unkapanı'nda, Üsküplü mahallesinde [Fırın Sokak, No. 20] bulabildiğimiz evin kirası ise 90 liraydı. Cibali Tütün Fabrikası'nın arkasındaki o evde uzun yıllar oturduk. Ayda 2-3 yüz lira kazanabiliyorduk. Raşit delik ayakkabılarla, çorapları sırsıklam dönerdi akşamları. Çocuklara ayakkabı, üst baş sağlamak en büyük derdimizdi.”

Orhan Kemal, bu dönemde İstanbul’a geldiğine pişman bile olmuştur. Ama Adana’da kalmanın da çare olmadığını bilmektedir. Gerçekten zor günler geçirmiştir. Bu son taşınmasını, hatta şehirden şehire savrulmasını şu cümlelerle anlatır: “...1953 kışı...vakit gece...Nuriye’yle çocuklar her zamanki örtülerinin üzerine evde ne kadar battaniye, kilim varsa almış, birbirine sokularak uykuya geçmişlerdi. Ben uyanık, yalnız o gece değil, günler, haftalar gözüme uyku girmiyor... Ufacık, kutu gibi iç içe iki odada oturuyoruz. Aylık kira otuz mu, kırk mı ne? Bu parayı bile aybaşı gelince veremiyorum. Kimi zaman iki, üç ay borcum oluyor... Çocukların ayağında ayakkabıları yok. Palto falan lüks bizim için. Evin reisi kim, ben. Ama cepte dolmuş, otobüs, tramvay parası yok. Soba, odun kömür hak getire. Bu işlerin altından nasıl kalkıcağım? Adana’dan İstanbul’a gelişime bin pişmandım ama kalsaydım ne olacaktı... Beni işimden çıkartmışlardı. Göçmek zorundaydım.”

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım