Görünmeyen göçmenler: Afganlar
Savaşların ülkesi Afganistan. Gözünü Sovyet işgaliyle açmış birinin iç savaşla büyüdüğü, gençliğini Amerikan bombaları altında geçirdiği ve kırk yaşına geldiğinde hâlâ savaş gördüğü bir ülke. Afgan göçü üzerine bir yılı aşan çalışmamda insan vicdanının ve aklının almayacağı çok acı hikâyeler dinledim.
Tüm bu hikâyelerden de kötüsü Afgan göçmenlerin kendi acılarını yok sayışı, normal karşılamasıydı. Karnında Amerikan bombasının şarapnel parçasıyla yaşayan, Taliban’dan kaçan, Pakistan ve İran’da soyulan, Türkiye’de bir yıllık çalışmasının karşılığını alamayan ve 8 aydır Avrupa sınırındaki kampta yaşayan bir insan düşünün! Tüm bunları anlatmaya değer görmüyor. Şimdi sizi kırk yıllık savaşın bu hâle getirdiği ve gitmekten başka çaresi olmayanların hikâyeleriyle başbaşa bırakıyorum.
Bir sonbahar akşamı çiseleyen yağmurun altında yürüyor, Afganistan’a dair konuşuyorduk. Selamsız yokuşunu tırmandığımızda Üsküdar camilerinden ezan sesleri yükselmeye başladı. Sorularımın muhatabı, yıllar önce Afganistan’dan okumak için İstanbul’a gelmiş ve burada birçok göçmene yardımcı olan Ali’ydi.
Küf kokan bir apartmandan içeri girip bodrum katına yöneldik. Kapıyı, sonradan adının Süleyman olduğunu öğreneceğim, esmer, çelimsiz bir genç açtı. Yüzündeki gülümsemeyle buyur ettiği odanın içinde yalnızca bir halı ve köşede üst üste konulan dört döşek vardı. İki odalı evde on göçmen kalıyordu.
Afganistan’dan getirdikleri yeşil çayı içerken onlarla önceki karşılaşmalarımı hatırlamaya çalışıyordum: Van’da muhabirlik yaptığım yılları, Afganistan’ı ve Bosna Hersek’i… Her yakalandıklarında bir duvar dibine dizilirler ve ben fotoğraflarını çekip “umuda yolculuk” haberleri yazardım. Şimdi bir odanın içinde, yine karşı karşıyaydık.
Göç hikâyelerinden sadece biri: Yeşil ayakkabılar
Bir akşam vakti eve gelen bir yabancıya kaçak yollardan geliş hikâyesi anlatmak kolay değildir. Bundandır ki önce tereddüt eden Hasan konuştukça açılıyor ve hikâyesini anlatmaya gönüllü oluyor:
“Kaçakçı benden yanıma sağlam bir ayakkabı, ekmek ve su almamı istedi. Ben de şehre gidip biriktirdiğim bütün parayı en sağlam ayakkabıyı almak için harcadım. Yeşili çok seviyorum, ayağıma geçirip dükkânın içinde yürümeye başladım. Güzel durmuştu, sağlamdı.
Gün karanlığa kavuşmadan eve gidip çantamı hazırladım. İçine altı ekmek, beş litre su, biraz ceviz ve badem doldurdum. Ailemle geçirdiğim son gecede başımı yastığa koyup tavanı izlemeye başladım. Babam yatağına uzansa da uyumamıştı, bunu nefes alıp verişinden anlayabiliyordum.
Türkiye’ye gitmek için onu bir ay boyunca ikna etmeye çalışmış ve her defasında ‘Yetmiş beş yaşında açlıktan ölürüm de yine seni göndermem’ yanıtını almıştım. Fakat Taliban şehrin kapısına dayanınca militan olmaktan başka çaremin kalmadığını anlayıp gitmeme izin verdi. Şimdi kararından pişman mıydı, ne düşünüyordu? Gözlerimi karanlık odada gezdirince annemin de uyumadığını fark ettim.
Her ailenin bir kurbanı vardı, biz de bir kurban vermek zorundaydık. Birimizin bu yola çıkarak geride kalanların karnını doyurması gerekiyordu.
Uyandığımda etraf karanlıktı. Geceden hazırlayıp başucuma koyduğum sırt çantama baktım, her şey tamamdı, yola çıkabilirdim. Ailemle vedalaştığımda ağlamamak için kendimi zor tutuyordum, ağlamayacaktım; belki de son kez gördüğüm annem ve babamı gözyaşlarımla üzmeyecektim.
Köyden çıkarken gün ağarmaya başlamıştı, dönüp son kez baktım büyüdüğüm yerlere. Her şey çocukluğumdaki gibiydi; koşturup durduğumuz meydan, oyunlar oynadığımız köy camisi, kerpiçten duvarlarına tırmandığımız bahçeler...
İçimde yeni bir yola çıkmanın heyecanı, Türkiye’ye ulaşamayacağım korkusu, boğazımdaysa bir düğüm vardı. Karmakarışık ve iç içeydi her şey. Kaçakçıyla, anlaştığımız yerde buluşup yaklaşık kırk kişiyle yola çıktık. Yol boyunca Taliban ve devletin kontrol noktalarına takılıyor, eli silahlı adamlara para verip yolumuza devam ediyorduk. Sınıra yaklaştıkça farklı araçlar da konvoya katılıyor, sayımız gittikçe artıyordu.
Pakistan sınırında silah sesleriyle karşılandık. Birkaç metre ötede çatışan Taliban ve hükûmet askerlerinin içine düşmüştük. Herkes Taliban’a esir olmamak için sağa sola kaçışıyor, tepelerin ardına gizleniyordu. Hakkında çok şey duyduğum Taliban’dan ben de korkuyordum. Çünkü sakalı kısa erkekleri, burka giymeyen kadınları ve din bilgisi zayıf insanları cezalandırıyorlarmış. On dokuz yaşındaydım ve hiç medreseye gitmemiş, çobanlıktan başka iş yapmamıştım. Soracakları bir duayı, peygamberleri bilemezdim.
Kaçakçılar ortalığın sakinleştiğinden emin olunca sınırın öte yanına koşmamızı istediler. O an vatanımı, köyümü, ailemi, evimi, arkadaşlarımı geride bırakıp vahşi bir sürü gibi ilerleyen kalabalığın içerisine karıştım. Koşarken korkumu biraz yenmiş, daha fazla özlem hissetmeye başlamıştım.
Gözyaşlarım yüzümü yakıyordu. Koştukça artan hıçkırıklarıma engel olamıyor, kimse görmesin diye başımı öne eğiyordum. Kendimi kaptırmış, yaklaşık bin kişiyle düşe kalka sınırın öte yanına koşuyordum. Boğazım kurumuştu. Genzimi dolduran bir ağrı ve hırıltıya dönüşen nefesime rağmen hedefime bir an önce varabilmek için bütün gücümü kullanıyordum.”
Hasan ağladığını söylerken zoraki bir gülümsemeyle ne düşündüklerini merak edercesine arkadaşlarına bakıyordu. O an hiç kimsenin göz göze gelmediğini fark ettim. Yalnızca İbrahim ağladığını itiraf etmişti. Hasan, derin bir soluktan sonra, Doğu’ya özgü mahcubiyetiyle yere bakarak anlatmaya devam etti:
- Sınırdaki dağı geçince bizi bekleyen otomobillere binmemizi istediler. Dikkat çekmemek için ön ve arka koltuklara dört kişi bindiriliyor, bagaja da beş kişi sığdırılıyordu. Şoförün tarif ettiği şekilde bir kişi sırt üstü bagaja uzandı ve dördümüz secde eder vaziyette onun üzerine eğildik. Şoför, dışarıda kalan kafamı bacaklarıma doğru iterek kapağı kapattı. Altı saatin sonunda otomobil durmuş, hepimiz cehenneme dönen bagajda kendimizden geçmiştik. Kapağı açtıklarını hayal meyal hatırlıyorum. Benim dışımdakiler bayılmış, kaçakçının döktüğü suyla kendilerine gelmişlerdi. Fakat içimizden biri hiç ayılmadı. Şişman olduğundan nefes alamamıştı belki de. Yüzüne bakınca tanıdım, benimle aynı şehirdendi. Cesedini bir kenara bırakıp yola devam ettik.
Sonraki beş gün hiç durmadan yürüdük. Yürümüyor, koşuyorduk aslında. Karanlık zifiri bir hâl alıncaya kadar gidiyor, sonra olduğumuz yerde uyuyorduk. Sonbahardı. Her gece uzandığım ıslak toprakta yıldızları izliyor, acaba başarabilecek miyim diye düşünüyordum. Uyuduğumu hiç ama hiç hatırlamıyorum. Hem ölmekten korkuyor hem de bu işkenceden bir an önce kurtulmak için ölmek istiyordum. Göz kapaklarım birbirine her değdiğinde zihnimde Pakistan’da gördüğüm hayvanlar canlanıyor, beni parçalamalarından korkuyordum. Hem uyursam birileri çantamı çalmaz mıydı? Burada ekmeğini ve suyunu kaptırmak ölmek demekti ki bu çok yakın bir ihtimaldi.
Yol boyunca beraber yürüdüğümüz grup birbirinden ayrılıyor, sonra farklı alanlarda yeniden birleşiyordu. Pakistan-İran sınırındaki Müşkül Dağı’na vardığımızda beş yüz kişi kadardık. Bu yolu kullanan herkes bilir ki yolculuğun en zor kısmı bu dağdır. Müşkül dilimizde zor, güç demek ve bu dağ adını buradan alıyor. Burası, herkesin kaderini belirleyen noktadır. Bıçak gibi keskin kayalıklarıyla yürümeyi engelleyen; suyu, gölgesi olmayan bir dağ. Eğer geçmeyi başarırsanız göreceğiniz cesetler ne kadar şanslı olduğunuzu hissettirecektir. Ben de gördüm. Üzerine ince şal atılmış taze bir ceset; artık dağılmak üzere olan kemikler, çocuk kemikleri...
Müşkül Dağı boyunca bitmek bilmeyen kayalıklar ayaklarımızı kesiyor, uçurumdan yuvarlanıp ölenler oluyordu. Aştığım her tepenin son olduğu umuduyla yola sarılıyordum fakat nafile. Bu koca dağı aşmamız -ardımızda 10 kişiyi bırakarak- iki gün sürdü. Yaşlılar, zayıflar, kilolular, ekmeği ve suyu bitenler bu koşuya dayanamayıp geride kalmışlardı. Birkaç gün sonra onlar da yolda gördüğümüz cesetler gibi olacaklardı.”
Hasan’ın söyledikleri karşısında tereddüt ediyordum. Acaba gerçek miydi? Bu kadar insanın öldüğü yolculuğu bir gazeteci olarak duymuş olmam lazımdı. Bunu fark eden Ali, bir açığımı yakalamışçasına “Türkiye’de ölen göçmen işçilerden haberin var mı?” diye sordu ve Bolu’da ölen Afgan bir gençten bahsetti. İki gün önce inşaattan düşmüş, sessizce ülkesine gönderilmişti. Başlık parasıyla dönmeyi planladığı nişanlısına cenazesi gitmişti. Her ay birkaç cenazenin gidişine aracılık ettiğini anlatan Ali cümlesini tamamlayıp devam etmesini söyler gibi gözlerini Hasan’a çevirdi:
“Buradan İranşehr’e doğru yürümeye başladık. Hâlâ uyuyamıyordum. Korktuğum hayvanlara bir de cesetler eklenmişti. Olanları düşündükçe ağlıyordum. Bir daha Afganistan’ı görebilecek miydim? Bu kadar güç olacağını bilsem Taliban’a esir olmayı tercih ederdim. Yalnızca ölmek istiyordum, acı çekmeden ölmek.
Üzerimdeki kıyafetler, gün geçtikçe zayıflayan bedenime geniş gelmeye başlamıştı. Her gün yumurta büyüklüğünde ekmek parçası yutuyor, iki yudum su içiyordum. Yol boyunca hiçbir yiyeceğe rastlamamış, yalnızca bir kez, denk geldiğimiz hayvan pisliğiyle dolu sudan içmiştik.
Beş gün sonra İranşehr’deydik. Yaklaşık beş yüz kişiyi dört kaçakçı idare ediyordu. Sırtlarındaki tüfeklerle birbirimizden ayrılmadan koşmamızı istiyorlar, geride kalanları sopalarla, hortumlarla dövüyorlardı. Bir gün ayağı topallayan biri sopayı yiyince ‘Oy anam’ diye bağırmaya başladı. İnleyişi içimize o kadar işledi ki hepimiz ağlamaya başladık. Fakat sesimizi çıkaramıyorduk çünkü her itirazda bize tüfek doğrultuyorlardı. Hem onlara karşı gelirsek gideceğimiz yere varamazdık, yolu yalnızca onlar biliyordu.
Sopa yiyen adama üzülürken birden her şeyin karardığını fark ettim. Bilincim yerine geldiğinde kanlar içindeydim. Kaçakçı hızlı koştuğumu söyleyerek taş atmış ve beni tepeden aşağı yuvarlamıştı. Çok kızmış, incinmiş, kırılmış ve utanmıştım. Ağlamak istiyordum ama yapamıyordum. Başımı bir parça bezle bağladılar ve ayağa kalkıp yeniden koştum. O taşı ömrüm boyunca unutmayacağıma yemin ettim. Hem kaçakçıların kötülükleri bununla sınırlı değildi. Yol boyunca bizi, önceden anlaştıkları eşkıya gruplarına soyduruyorlardı.
Tahran’dan Tebriz’e, oradan Urumiye’ye bazen otomobillerle bazen yürüyerek yol aldık. Artık günleri sayamıyordum. Sınıra vardığımızda kaçakçılar Türk askerinin gözetleme yaptığını söyleyerek bizi bekletmeye başladı. Her saat başı birazdan araçların geleceğini söyleyerek bizi oyalıyorlardı fakat ne jandarmalar gidiyor ne araçlar geliyordu. Çevremizdeki dağlar karla kaplıydı, üşüyordum ve yalnızca bir ekmeğim kalmıştı. Artık onu idareli kullanmalı ve yediğim tek dilimi de küçültmeliydim.
Askerlere yakalanmamak için hiç kıpırdamıyor, bir yere gitmemiz gerekiyorsa sürünerek gidiyorduk. Gündüz yakan güneş, gece yerini dondurucu soğuğa bırakıyor; kaçakçılar, açlık ve yorgunlukla hâlsiz düşen bedenlerimizi ve zihinlerimizi daha kolay kontrol edebiliyorlardı. İlk gün gidemeyeceğimizi anlayınca kızmış, beşinci günün sonunda isyan etmiştik. Bizi Türk askerlerine vermelerini istedik, böylece açlıktan ölmeyecektik. Fakat kaçakçılar ücretlerini Türkiye’ye varabilirsek alacakları için buna yanaşmadılar. O gece riske girip bizi karşıya geçirdiler. Sınırı koşarak geçip araçlarla Van’a giriş yaptık.
Van’a vardığımda hiçbir şeyim kalmamıştı. Yola çıktığımda on kilo ağırlığındaki çantam artık boştu ve içerisinde ekmek olduğunu zanneden birinin saldırısıyla yırtılmıştı. Yedek elbiselerim yoktu, kendi kokuma dayanamıyordum. Burada bir gece kaldıktan sonra Ankara’ya bir otobüs bileti verdiler.
Yolculuğumun otuzuncu günü Ankara’daydım. Aynada kendimi gördüğümde çok korktum. Yüzüm güneşten, soğuktan ve açlıktan tanınmaz hâle gelmişti. Tartıldığımda yirmi beş kilo verdiğimi gördüm.
Beni Türkiye’ye getiren kaçakçılara ödeme yapmam gerekiyordu fakat param yoktu. Arkadaşlarım aracılığıyla Kayseri’de bir iş buldum. İneklerine bakmam için anlaştığım iş sahibi beni kandırıp her gün kamyonla küspe sattırmıştı. Bu sırada kaçakçılar her hafta arıyor, ödeme yapmazsam Afganistan’da babamı bulup döveceklerini söylüyorlardı. Daha önce bir arkadaşımın babasını hastanelik etmişlerdi. Eğer öyle bir şey yaparlarsa zayıf ve yaşlı babam buna dayanamayıp ölürdü. Ağlayarak durumu yanında çalıştığım adama anlattım.
- Bana, Afganistan’ın ABD kontrolünde olduğunu ve kâfirlere para ödemeyeceğini söyledi. Ona kâfir olmadığımı anlatsam da göndereceğim paranın Amerika’ya gideceğini söyleyerek ücretimi vermedi. Daha sonra bir arkadaşım sayesinde Konya’da iş buldum.
- Aylık 1500 TL’ye altı yüz koyuna bakıyordum. Bir yandan kaçakçıları idare etmeye bir yandan da yeni patronumdan paramı almaya çalışıyordum. O da aylarca oyaladı beni. Beş ay sonra çok az bir miktar ödeyince ona işten ayrılacağımı söyledim. Bana “Ne seni bırakacağım ne de paranı vereceğim. Artık benim esirimsin!” diye yanıt verdi. Tanıdıklar aracılığıyla ondan kurtulmuş fakat paramı alamamıştım. Sekiz aylık çalışmamın toplamı 4000 TL’ye denk gelmişti. Bununla kaçakçıların borcunu ödeyip İstanbul’a geldim.
Bir buçuk yıldır İstanbul’da kaldığım yurdun temizliğini ve aşçılığını yapıyorum. Neredeyse hiç dışarı çıkmadım. Son görüşmemizde babama dönmek istediğimi söylesem de ağlayarak bana şehrin Taliban kontrolünde olduğunu, gelirsem onlara katılmak zorunda kalacağımı anlattı.
İlk zamanlar ağlıyor, ‘Keşke buraya hiç gelmesem, anne babamın yanında vatanımda ölsem’ diyordum. Onları çok özlüyorum. Abim şehit oldu, kuzenim, ninem öldü ve ben hiçbirini göremedim. Bütün bunlar olurken onlardan uzakta olmak ister miydim?”
Aynı yol, başka hikâyeler, yeni bir hayat
O gece, o evde omzuma binen yükün ileriki günlerde artacağından habersizdim. Birkaç gün sonra İnam’ın Türkiye sınırını dört kez nasıl geçmeye çalıştığını, Nesim’in gördüğü cesetler karşısında kitlendiğini, Süleyman’ın dört kişinin ölümüne şahitlik edişini öğrenecektim.
- Mina yolda kaçırılıp fuhuşa zorlanan kadınlardan, Süleyman 20 bin doları bulan başlık parası için yola düşenlerden, İbrahim dağda babasını ölüme terk eden bir gençten bahsedecekti. Ölmesin diye arkadaşlarını sırtında taşıyanlar, kaçakçıya parasını ödeyemediği için tuvalete hapsedilenler, karanlık bir bodrumda 18 saat çalıştırılanlar da vardı.
Afgan göçmenlerin birçoğu zorlu şartlarda çalışsa da işini sevenler de var. Ahmet, patronunun iyi bir insan olduğunu, kendisinin de Türkiye’de çok mutlu olduğunu söyleyenlerden: “Buraya gelirken ölümden döndüğümü söyleyebilirim ama şu an mutluyum. Tekstilde çalışıyorum, asgari ücret alıyorum ve hafta sonları tatil yapıyorum.”
Şanslı azınlıktan biri olan Naim’in ise parası olduğu için yolculuğu rahat geçmiş: “Afganistan vizesiyle Türkiye’ye gelemediğim için kaçak yolları denedim. Kaçakçılara iyi para verdiğimden yalnızca bir saat yürüdüm. Türkiye’ye giriş yapınca bana Suriyeli mülteci kartı verdiler. Bununla İstanbul’a kadar geldim. Benim dışımdakilere bu karttan verildiğini duymadım. O zamanlar 100 dolara veriliyordu, şimdi var mı bilmiyorum.”
Mustafa ise hukuk okumaya gelip burada iş sahibi olanlardan: “İşlerim gün geçtikçe düzeldi ve şu an büyük bir restoranım var, yanımda on işçi çalışıyor. Türkiye’de yaşamak güzel, dillerimiz yakın ve insanlar bize karşı saygılı. Şartlar el verdikçe burada yaşamaya devam edeceğim. ”
Çıktığı vatan, yürüdüğü yol ve vardığı yer aynı olsa da her insanın hikâyesi farklı... Onların içinde de Türkiye’yi sevenler, geri dönmek isteyenler, yüzlerini Avrupa’ya dönüp göç yolculuklarına devam edecekler var. Hepsinin en önemli ortak noktası ise geçtikleri sınırlardan sonra kimliklerini yırtıp atmış olmaları! Bir de ülkelerinde bıraktıkları sevdiklerine hasret, kurdukları yeni hayata alışmaya çalışmaları...