Görgülü kuşlar gördüğünü işler
Türkiye ortalamasını temsil eden muhafazakâr bir ailedenim. Aşırılıkları hoş karşılamayan, aynı zamanda dinî ve manevi değerleri kendince yorumlayarak hayata geçirmeye çalışan -itiraf etmeliyim ki kafası biraz karışık- bir aileden geliyorum. Çocukluğumda dine dair ilk hatırladığım şey anneannemin kendi seccadesinin yanına bana da seccade niyetine serdiği bir havlunun üzerinde kıldığım namazlar ve onlarda kaldığım bazı geceler uyumadan önce bana okutup ezberlettikleri iki dua. Birincisi: “Yattım Allah kaldır beni, nur içine daldır beni, can bedenden ayrılırken iman ile gönder beni.” İkincisi ise: “Yattım sağıma, döndüm soluma, sığındım sübhanıma, melekler şahit olsun, dinime, imanıma.”
Çok uzun yıllar uyumadan önce her gece bu duaları tekrar ettim. Kur’an öğrenmek için ise köyde babaannemle kaldım. İlkokulu bitirdiğim sene babam, büyüdün artık, deyip başımı örtmem gerektiğini söylemiş; bu duruma karşı çıkan ilk dinî bilgileri öğrendiğim babaannem olmuştu: “Küçücük çocuk o, ne anlasın örtüden!” Babamın bazı yasaklarını hatırlıyorum.
Yakası biraz açıkmış diye Almanya’dan hediye gelen bir bluzu giydirmemişti. Buna karşın yılbaşı akşamları için çok özel hazırlıkları birlikte yaptığımız kişi yine babamdı. Bir yanımız oldukça seküler, diğer yanımız oldukça gelenekçiydi. Ve ben arada kalmıştım.
Hayatımın bundan sonrasında uzun tartışmalar sonucu yazılabildiğim imam hatip yıllarım ve ilahiyat eğitimim gelir. Ardından hep hayalim olan iletişim fakültesine de gittim. Lise yıllarındaki ortamın etkisiyle kendimi fazla kaptırmış olacağım ki, ilkokulu bitirdiğimde bana başımı örtmem gerektiğini söyleyen babam bu kez biraz şaka yollu da olsa “Aman kızım çok abartma bu ibadet işini, uçacaksın yakında” derdi.
İletişim fakültesine başlayınca birbirine tamamen zıt kutuplarda, âdeta farklı dünyalara sahip iki okul ortamı görmüş oldum. Haremlik selamlık, kızların derslerde soru sormaya bile çekindikleri bir ilahiyat ortamının ardından, gençlerin sınıf kürsüsünde kucak kucağa oturup, gitar çalıp şarkı söyledikleri bir ortama düşmüştüm. Yirmili yaşlarımda her iki grup arasında savrulmakla birlikte, her iki kesimi de aşırı bulduğumu söylemeliyim.
Eşim ise Doğu’nun saygın âlimlerinden birinin dördüncü oğlu. Din ve geleneğin sıkı sıkıya ve oldukça baskın olduğu, kılık kıyafetlerin, davranışların her detayına müdahale edildiği, olabildiğince kontrollü bir hayatın içinden gazeteciliği meslek olarak kendisine seçmiş ve bu tercihiyle yine de ailesinde kabul görmüş birisi.
8 yaşında bir oğlumuz, 6,5 yaşında bir kızımız var. Bazı şeyleri onlarla birlikte yeniden öğreniyoruz. Bunu fark ettiğim ilk anı dün gibi hatırlıyorum. Anne olduğum ilk aylardı. Bir gün evde yalnızdım. Oğlumun karnı tok, altı temizdi, herhangi bir gaz ya da başka bir sağlık sıkıntısı da görünmüyordu fakat canhıraş bir şekilde sürekli ağlıyor, bir türlü susmuyordu. Sonunda komşumu arayıp yardım istedim.
Komşum geldi, kucağına aldı, biraz sevdi, şarkılar türküler söyledi ve az önce ağlayan bebek gitti, yerine yüzünde gülücükler saçan bir bebek geldi. Şaşkınlığımın farkına varan komşum, daha fazla kendini tutamayarak “Çocuğuna artık koltuk kırlenti muamelesi yapma; al kucağına, sev, okşa, seninle kalsın, sıcaklığını hissetsin” dedi.
O, bu kadarını söyleyebilmişti ama ben bir aydınlanma hâliyle daha fazlasını anlamıştım. O gün fark ettim ki çocuk yetiştirmek kitaplardan, internetten, anne bloglarından öğrenilmiyordu.
Belki toplamı, belki hiçbiriydi. Her çocuk biricik olduğu gibi her anne ve baba da çocuğu için biricikti. Şehir hayatında çekirdek bir aileyseniz ve özellikle de araları iki yaş bile olmayan iki bebek büyütüyorsanız kaçınılmaz olarak hep birlikteydiniz. İlk yıllar bu beni boğdu, keyif alamıyor dolayısıyla etrafımı mutsuz ediyordum. Fakat iletişimimiz güçlendikçe, dışarıya çıkabildikçe, hareket alanımız genişledikçe yani ben rahatladıkça hepimize bir iyilik hâli hâkim oldu.
Çocuk sahibi olmak yeni arkadaşlıklar da demekmiş. Çocuklarımdan sonra ortak hassasiyetlere sahip olduğumuz, aynı dili konuştuğumuz bir çevremiz oldu yavaş yavaş. Birlikte park buluşmaları, piknikler yapıyor, orman gezileri planlıyor, kütüphaneleri ziyaret ediyorduk.
Bu, zaman içinde ev buluşmalarına hatta bir nevi ev okulu gibi oyun gruplarına döndü. Tüm bunları yaparken tek bir amacım çocuklarımla doyasıya birlikte vakit geçirmekti. İş hayatıma geri dönmek için çok gelgitler yaşadım fakat her seferinde tercihim çocuklarımla kalmak oldu. Eşim de bu kararımda en büyük destekçimdi.
Çocuğunuz bitmez, sonu gelmez sorularıyla sizi yorup bunalttığı zamanlarda bile onun aklını küçümsemeden cevaplar verip, sabırsızlığınızı yansıtmadan, içtenlikle ona kulak verdiğinizde, nasihat vermek için fırsat kollamayıp sadece dinlediğinizde bu aranızdaki bağı inanılmaz şekilde güçlendiriyor.
Din eğitimi de elbette buna dâhil. Ev ortamımızda farzlar ve olabildiğince sünnetler noktasında dinle ilgili bir gayretimiz var ama çocuklarla durup, oturup din konuşmuyoruz. Yeri geldikçe, bahsi açıldıkça -her konuyu konuştuğumuz gibi- dini de konuşuyoruz.
Babayla kılınan akşam namazlarını, birlikte okunan Kur’an-ı Kerim’i, günlerce süren bir Kur’an kursu eğitimine üstün görüyorum. Ya da kızımın “Bana Kur’an öğretir misin anneciğim?” dediğinde koşa koşa yazı tahtasının önüne geçmesi, yaz boyu başına taktığı örtüyle kim ne der diye düşünmeden metro-otobüs gezmesi, sıkıldığında bunaldığında “Çıkartsam olur mu anne, daha küçüğüm, büyüyünce zaten örteceğim” sözü, birçok vaazdan daha kıymetli. Ektiğimiz tohumların Allah’ın izniyle doğru yeşereceği umudunu içime serpiyor.
Sordukları sorulara motamot cevap vermekten çok, sorusuna soruyla cevap vererek onları düşünmeye sevk etmeyi daha çok seviyorum. Ya da sordukları konuya dair okumalar yapıp uygun, kısa ve net cevaplarla onları aydınlatmaya çalışıyorum. Bazen de şükür ki sayıları giderek artan nitelikli çocuk kitapları imdadıma yetişiyor.
Özellikle dinî ve manevi konuları çocuklara izah etmek ya da sadece hissettirmekte oldukça eğlenceli bir dile sahip olan Özkan Öze’nin kitapları tam bir kurtarıcı. Ayşe Sevim’in Betül serisi, Dünyayı Gezmek İsteyen Çorap ve Güneşe Yolculuk kitapları da harika birer yol arkadaşı bize. Nar Yayınları’ndan çıkan Clarie Jobert’in Allah serisi de çok uzun yıllar istifade ettiğimiz kitaplar. Nesil Yayınları’ndan çıkan Çıkrık ve Masura serisi de benim çok önemsediğim günlük dile dinî hassasiyetleri göze sokmadan yerleştirmeyi başaran kitaplardan.
Çocuklarıma düzenli olarak kitap okumaya başlayışım sanırım oğlumun sekizinci ayına tekabül ediyor. İlk olarak Cahit Zarifoğlu’nun Gülücük şiir kitabını okumuştuk. Kızım ise abisi sayesinde daha doğmadan kitap dinlemeye başladı. O zamandan bu yana sanıyorum hem satın aldıklarımız, hem üç kütüphaneye olan üyeliğimiz hem de takas yöntemi sayesinde elimizden yüzlerce kitap geçti. Şunu söyleyebilirim ki, çocuklar mesaj kaygısı hikâyesinin önüne geçen kitapları şıp diye anlayıp, hemen onlardan uzaklaşıyor. Bununla birlikte eğlenceli, samimi ve sade anlatımlara bayılıyorlar.
Neredeyse doğduklarından beri mümkün oldukça onlarla cami ziyaretleri yapıyorum. İstanbul’da yaşıyor olmanın verdiği avantajlarla selatin camilerini, bazen mimarisi ile öne çıkmış bazen ise sadece yolumuza çıkan herhangi bir camiye giriyoruz. Camide ne mi yapıyorlar? İlk ve en önemli aktiviteleri girer girmez taklalar atarak yuvarlanmak oluyor.
Caminin müsaitlik durumuna göre koşup biraz yorulduklarında, ben namaz kılarken, onlar tesbihlerle oyun kuruyor, cemaati izleyip merdiven inip çıkıyorlar. Hele bir de güler yüzlü bir cami görevlisi ya da cemaat mensubu ile taçlanmışsa ziyaretimiz, benim için günün en güzel tebliği yapılmış demektir. Bazen de bisiklet binmek veya scooter ya da kaykaylarıyla caminin avlusunda kaymak istiyorlar ve sırf o amaçla cami ziyareti yapmış oluyoruz.
Ramazan-ı şerifin de bizde çok özel bir anlamı var. Daha gelmesine aylar varken sormaya başlar oğlum. Ne anlıyordu, neyi umuyordu çok kestiremiyordum ilk zamanlar. Kendini ifade etmeye başladıktan sonra o uhrevi atmosferin çok iz bıraktığını fark ettim onda. Ramazan demek, sahur demekti onun için. Gecenin bir yarısı davulla birlikte uyanıp yemek yemenin, karnını doyurmanın çok ötesinde manalar gizlediğini seziyordu bir şekilde.
Ramazan yaklaşınca çocuklarla birlikte hazırladığımız süsleri, duaları ve ramazan takvimimizi asarak evimizi ramazan için hazırlıyoruz. Hayatımızın önemli bir parçasını kuşatan kitaplığımızı da ramazana özel elden geçiriyoruz. Bu ay için özel okumalarımızın başında Kur’an ve hadisler yer alıyor.
Merve Gülcemal’in kitapları, Zeynep Sevde’nin Kayıp Oruç Balığı ramazana özel okumalarımızdan. Onun dışında Ayşe Sevim’in Güneş’e Yolculuk ve Betül Büyüyor serisi kitapları ve Özkan Öze’nin Peygamber Efendimiz ve Küçük Sahabiler serisi ile Diyanet Yayınları’nın çalışmaları ağırlıklı olarak okuduklarımızdan.
Bu sene “Oğlum, dayanamazsın tekne orucu tut” dememize rağmen üç tam gün oruç tuttu. Son iki yıldır da kalabalık bir arkadaş grubuyla evimizde çocuk iftarı düzenliyoruz. Menüyü, hediyeleri çocuklar belirliyor. Böylece orucu, iftarı, tekne orucunu, teravihi, ikram vermeyi, diş kirasını ve ramazanın Kur’an ayı olduğunu bizzat yaşayarak öğreniyorlar. Güzel anılar birikiyor, buna inanıyorum.
Bayramları Bursa’da, köyümüzde geçiriyoruz. Bayram benim için kendi çocukluğumdaki bayramları çocuklarıma yaşatma gayreti. Çocuklar için yeni giysiler, köydeki arkadaşlara ufak hediyeler, ikramlar demek. Kızım için arife gecesi eline yakılan kına, oğlum için dedesi ve babasıyla bayram namazına gitmek, büyüklerle bayramlaşmak, köyde kapı kapı gezip, annelerinin ördüğü torbalara şeker ve harçlık doldurmak demek.
Bayramların olmazsa olmazı kabristan ziyaretlerimiz var bir de. Ailemizde çocuklarımın hatırladığı ve birebir her aşamasına şahit oldukları üç vefat oldu yakın zamanda. Onların mezarlarını ziyaret edip Kur’an okumak, su döküp çiçek dikmek, bizim için olduğu kadar onlar için de artık olağan. Ne cenaze töreni ne de sonrasında onlardan özellikle sakındığım ya da sakladığım bir ortam olmadı, ısrarla gösterme çabam da olmadı.
Oğlum, amcamın cenaze töreninde eve girdi ve cenaze mezarlığa gidinceye kadar da çıkmadı. Babaannemi de neredeyse son demlerine kadar ziyaret ettiğimiz ve öleceğine kendileri de kesinkes kanaat getirdikleri için olsa gerek ne korktular ne de ürktüler. Çocuksu bir hüzünle kabullendiler. Bazen ölüm üzerine konuşuyoruz. Onlara özlediğimi söylüyorum, biz de diyorlar. Sonra birlikte dua ediyoruz. Bir ara ölünce ne oluyor diye soruyorlardı.
Onlara iyi kalpli, Allah’ın razı olduğu işler yapanlar ölünce cennete gidecek, diyorum. Henüz diğerleri nereye gidecek diye sormadılar ve ben de onlar sormadıkça bir şey söylemiyorum. Yakın zamana kadar hiç konusu geçmemişti şeytanın.
Herhâlde bir yerden duymuş olacak, “Allah şeytanı neden kovmuş anne?” dedi oğlum. Çünkü kibrine yenik düşmüş, Allah’ın emrine karşı gelmiş, insana saygı duyması istenmiş ama o büyüklük taslayarak karşı gelmiş, dedim. Hak verdi. Böyle böyle yaşayarak, hissederek, kendileri deneyimleyerek öğreniyorlar.
Birlikte yapmaktan en çok keyif aldığımız şeylerden biri de uzun yürüyüşler. Genellikle doğada, bu mümkün değilse de sakin bir yerde. Tefekkür yürüyüşleri diyor bir yazar buna, çok hoş bir ifade, ben akışına bırakmak diyorum. Olabildiğince doğaçlama ve beş duyu organımızla deneyimleyebileceğimiz ortamlar.
Genellikle doğada eşim daha aktif. Ya çer çöpten bir ev ya da kulübe yapıyor çocuklarla birlikte. Kuş seslerini dinleyip, yaprak topluyor, bazen dal parçalarından at yapıp koşuyorlar. Bazen de sadece durup hep birlikte sessizliği dinliyoruz. Kısmetli günlerimizdeysek eğer bir sincap bile görebiliyoruz. Bütün bunları yaparken onlar ne hissediyor tam olarak bilemiyorum. Sadece iyi bir şey yaptığımızı sezinleyebiliyorum. Doğayla olan bağlarını koparmadan büyümelerini sağlamak bizim için çok önemli.
Sosyal hayattaki ilişkilerinde kibar, paylaşımcı ve cömert olmalarını öğütlüyoruz. Hak hukuk konusundaki hassasiyetimiz ise kırmızı çizgimiz. Geçen gün oğlum okula giderken arabada “Anne, Allah sadece kul hakkını affetmiyor değil mi, onun dışında bazen kötü sözler ağzımdan çıkabiliyor ya, onları affeder mi?” diye sordu. “İnşallah affeder ama sen henüz çocuksun, çocuklara zaten bir sorumluluk yok. Fakat o sözleri şimdiden kendinden uzaklaştırmazsan ileride diline yerleşir, onlardan kurtulman zorlaşabilir” dedim.
Hak verdi ama benim kul hakkı vurgum onu çok etkilemiş olsa gerek bu kez “Sen ya da ben çok kul hakkına girmiş miyizdir?” diye sordu. “Seni bilmiyorum ama ben bilmeyerek de olsa girmiş olabilirim. Umarım hakkına girdiğimiz insanlar bizi affeder” diyebildim. Özellikle trafikte yol hakkı ve park konusundaki sözlerim onda böyle bir hassasiyet oluşturmuş. Bu bence en azından bir farkındalık oluşması için güzel.
Parkta, yolda, okulda annelerden duyduğumda beni en çok üzen ve şaşırtan sürekli çocuklarından şikâyet ediyor, onları yetersiz görüyor olmaları. Yeterince uslu, titiz, çalışkan değiller! Yeterince, yeterince... Sanki biz ebeveynler olarak yeterince çalışkan, üretken, mükemmel varlıklarız da onlardan bunu bekliyoruz. Bu, büyük bir haksızlık ve ikiyüzlülük gibi geliyor bana. Çocuklar bizim birer yansımamızdan ibaret. Söylediklerimizden değil, yapıp ettiklerimizden bayrağı teslim alacaklar.
Babam hep şöyle der: “Ben ilkokul mezunu bir babayım ve ilkokul mezunu bir baba olarak sizi yetiştirdim. Sizler üniversite mezunu, eli kalem tutan insanlarsınız. Sizin çocuklarınız bu seviyeden başlayarak hayatta yol alacaklar.” Ben bunu salt bir mezuniyet olarak değil de hayat boyu kendimize dönük her türlü çabamız olarak yorumluyorum.
Ben Aysun olarak bu yaşıma kadar kendime ne katmışım, nasıl bir yol katetmişim, nefsime ne kadar hükmedebilmişim, buna bakıyorum. Yapmadığım, başaramadığım bir şeyi ne çocuğumdan ne başkasından isteyemem. Çocuk ona ne anlattığımıza değil, bizim yaşantımıza bakacak. Ne var ki zaten ne anlatırsak anlatalım, ne demişler; görgülü kuşlar gördüğünü işler.